Bu yazıları, tarihi istismar niyetiyle yazmadım. Bunlar, tarihten çıkarılmış küçük küçük sahneler, portrelerdir. Modeller hakikidir, şahıslar uydurma değildir. Hadiseler, yazdığım gibi cereyan etmiştir. Fakat bunlar, bir fotoğrafla çekilmiş değil, fırça ve boya veyahut kalemle yapılmış resimlerdir. Öyle zannediyorum ki, bu resimler, gençler ve halk için faydalı olabileciği gibi “cemiyet ilmi”nin de işine yarayabilecektir. Soğuk, rüzgârlı bir şubat gecesiydi. İstanbul korku ve dehşet içinde uyuyordu. On iki yaşında bir çocuk iken tahta geçmiş olan IV. Murad, saltanatının ilk zamanlarında kanlı ihtilallere şahit olmuştu. Çocukluğunun ilk zamanlarını ve üvey ağabeyi Genç Osman’ın feci akıbetini göz önüne getiren IV. Murad, on sekiz-on dokuz yaşlarına basıp da devletin idaresini bizzat kendi eline alınca, saltanatı uğruna her şeyi feda eden zalim ve kanlı bir hükümdar olmuştu. Dört kardeşinden üçünü idam ettirerek, içlerinden yalnız aklı biraz zayıf bulunan İbrahim’in hayatını anası Kösem Mahpeyker Sultan’ın himayesiyle lütfen bağışlamıştı. Fesat kaynağı olan yeniçeri ağasıyla ileri gelen zorbaları idam ve kul taifesinin fesadına sebep olan eşkıyanın her birerlerinin vücudunu “sahifei ruzigârdan nabud u napeyda” ederek “şol mertebe eşkıya kırmıştı ki bir kimsenin bir yerden baş göstermeye iktidarı kalmamış“tı. Yatsı namazına fenersiz gidilemez ve yatsıdan sonra evlerde mum ve ateş yakılamazdı. Ne kadar kahvehane varsa hepsi yıktırılmış, yerlerine bekâr odaları yapılmıştı. Tütün içmek ve işret etmek, cezası idam olan en büyük cürümlerdendi. Geceleri damlara tırmanan casuslar, bacaları koklayarak tütün kokusu ararlardı. Bir gece, Hocapaşa Mahallesi imamının genç ve güzel oğlu, camiden kapı karşı olan evine fenersiz gelirken tebdili kıyafetle gezmekte olan Sultan Murad’a rastlamıştı. Çocuğun fenersiz olduğunu gören Murad derhal gazaba gelerek zavallıyı hemen oracıkta bir hançer darbesiyle yere yuvarlamıştı. Ertesi sabah aynı mahallede oturan müverrih Mehmed Halife gidip bu feci sahneyi görmüştü. Kaldırımlar üstünde “yeşil kaftanlı bir taze yiğit yatur” idi. 1 IV. Murad iriyarı ve yakışıklı bir adamdı. Ok ve cirit atmakta üstüne kimse çıkamazdı. Sekiz Arnavut kalkanını ciritle delerek Budin’e, on iki cebeyi okla delerek Mısır’a göndermişti. Cülusundan beri sarayda kadın hüküm ve nüfuzuna, kadın entrikalarına hatime çekmişti. IV. Murad kadından nefret ediyordu. Onun sevdiği iki şey vardı: mey ve mahbub. “Mey ve mahbub” âlemlerinde de en samimi, candan arkadaşı, Revan Seferi’nden dönerken beraber getirmiş olduğu “Emirgûne Han” idi. Emirgûne Han’ın, Boğaz’ın Rumeli sahilinde, latif bir sahilsarayı vardı. 2 İşte bu sahilsaraydadır ki “Revan fatihi”nin mahrem meclisleri kurulurdu: “Nizar olmuş tenin görmekle Leyla sana ram olmaz Hüma saydine târi ankebut ey Kays dâm olmaz Zamanı işreti fevt itmek olmaz fırsat eldeyken Hemişe meclis amade, hemişe elde cam olmaz Kemîne benden olmak âşıka baht ü saadettir Sana ey padişahı hüsn kim kemter gulam olmaz Nihayet bulmaz ol yâri güzinin hüsn ü evsafı Hâdisi hattı yetse kıssai zülfü tamam olmaz Zebanı sükkerininden o şuhun va dei vaslın İşidüp didi Yahya, böyle bir şirin kelam olmaz.” “Su testisi su yolunda kırılır” derler. Herkes onun işretle öleceğine kanaat getirmişti. Ve işte, Hicrî 1049 şubatının bu soğuk gecesinde, bütün İstanbul karanlıklara bürünmüş ve dehşet içinde uyurken, Sarayı Hümayun’un balmumlarıyla aydınlanmış ve bukalemun çinilerle müzeyyen bir odasında, IV. Murad’ın ölüsü bir lahur şalının altında bütün haşmet ve heybetiyle serilmiş yatıyordu. Yedişer kollu gümüş ve altın şamdanlarda yanan balmumlarının titrek ve donuk ışıkları, odanın esrarengiz bir içkiyi andıran mor ve yeşil renkli çinileri üstüne bir mersiye gibi dökülüyordu. – Devlet ve memleket Sultan İbrahim’indir! “ Ölüsü şallar altında yatan zalim ve kahhar naaşın yerine şimdi, mecnun ve gaddar, canlı bi naaş halef olmuştu.” 3 Şehzade İbrahim Haremi Hümayun’un bir odasında kapalıydı. Zaten hafif olan aklı üç kardeşinin feci ölümlerinden sonra büsbütün bozulmuş, çileden çıkmıştı. Keskin bir şubat rüzgârıyla kımıldayan yapraksız bir çınar dalı, mezarlardan uzanmış bir iskelet eli gibi, Şehzade İbrahim’in bulunduğı odanın camına ahenksiz ve korkunç darbelerle vuruyordu. İbrahim yatağının içinde büzülmüş, fırlamış ve dalgın gözlerini odanın loş ışıklı duvarlarına dikmişti. Titrek bir mum ışığı duvarlara kanlı gölgeler çiziyordu. İbrahim, iriyarı, vahşi bir bostancının elinde kementle kendine doğru yaklaştığını görür gibi oluyordu. Bir aralık kapıda bir kilidin döndüğünü işitti. Saçları diken diken, yerinden fırladı. İşte biraz sonra, kardeşleri gibi kendisi de boğazlanacaktı. Bağırmak istedi, boğazı tıkanmıştı. Ağlamak istedi, deli bir parıltıyla yanan gözleri kupkuruydu. Kapı açıldı. İçeriye kapıağası girmişti. İki büklüm hürmetkârane eğilerek: – Şehzadem. Başınız sağ olsun. Biraderi saad ahteriniz Sultan Murad dârı bekaya gitti. Tahtı saltanat sizindir, buyurunuz ! dedi. İbrahim şaşkın, bütün adaleleri gerilmiş, birkaç adım çekildi. Hiç şüphesiz Murad, onun saltanatta gözü olup olmadığını anlamak için böyle bir hile düşünmüştü. Titrek bir sesle: – Siz bana mekr ü âl edersiz. Bana taht ü saltanat gerekmez. Karındaşım sağ olsun, dedi. Kapıağasının bütün teminatı ve ısrarları fayda vermedi. İbrahim dairesinden çıkmak istemiyor, biraderinin ölümüne inanamıyordu. Nihayet Valide Kösem Sultan geldi. – Arslanım başın sağ olsun. Gel, çık ! diye yalvarmaya başladı. Bütün teminatlar, yeminler İbrahim’i tatmin etmiyordu. Nihayet kapıağasıyla Valide Sultan şehzadenin kollarına girerek odadan zorla çıkardılar. Cenazenin yatmakta olduğu odanın kapısı önüne getirdiler, odaya girdiler. İbrahim, Murad’ın ölümüne hâlâ inanamıyordu. Korka korka cesede doğru ilerledi. – Yüzün açın ! dedi. Murad’ın yüzünü örten tülbendi kaldırdılar. İbrahim uzun zaman bu sararmış ölü yüzüne baktı. Murad’ın dudaklarında bir katre şarap gibi bir damla kan birikmiş, gözleri esmer çürükler içinde derinleşmişti. İbrahim kardeşinin ölümüne inandı, yüzünü örttürdü. Fakat taht odasına doğru giderken aklına tekrar dönüp bakmak, iyice emin olmak geldi. Murad’ın sararmış yüzüne tekrar uzun uzun baktı.
Kızlarağasının Piçi – Reşat Ekrem Koçu
PDF Kitap İndir |