Ian Fleming – Ahtapot – 007 James BOND

Binbaşı Dexter Smythe ahtapota bakarak: —Biliyor musun, dedi, becerebilirsem bugün sana nefis bir ziyafet var! Konuşurken nefesi başındaki deniz maskesini buğulandırmıştı. Ayaklarını “zencikafası” denilen bir mercan kümesinin yanında kumlara bastı, doğruldu. Su göğsüne geliyordu. Maskeyi yüzünden çıkardı, buğuyu gidermek için içine tükürdü, tükürüğü parmak uçlarıyla maskenin içine yaydı. Sonra onu deniz suyuyla çalkalayıp suyu dökerek yeniden başına geçirdi, tekrar eğilip baktı. Benekli kahverengi torbanın içindeki göz hâlâ mercan kayalıkları içindeki delikten dikkatle kendisini gözlüyordu. Birden bir kolunun ucu gölgelerin içinden kuşkuyla birkaç santim ileri çıktı, en uçtaki pembe vantuzlar bir, iki kez açılıp kapandı. Dexter mutlulukla gülümsedi. Zamanı olsa, iki aydır ahbaplık ettiği ahtapotla iyice dost olacak, onu ehlileştirebilecekti. Ne yazık ki, zamanı yoktu! Acaba hayvanın her gün beklediği çiğ et yerine ona elini uzatsa, yani onunla el sıkışsa nasıl olurdu? Hayır Pussy, diye düşündü. Henüz sana güvenemem. Çünkü ona elini uzattığı anda derhal diğer kolların da harekete geçip vücuduna dolanacakları kesindi. O durumda, bulunduğu yerden iki karış aşağıya çekilmesi bile yeterliydi. Şnorkelin üst kapağı otomatik olarak kapanacak ve havasızlıktan boğulacaktı. Böyle bir durumda ahtapota elindeki zıpkını saplamaya zaman bulabilirdi, ama onu öldürebilmek için bu zıpkın darbesi yeterli gelmeyebilirdi.


Belki bu işe daha sonra teşebbüs ederdi. Ahtapotla el sıkışmaya kalkışmak onunla Rus Ruleti oynamak demekti. Kazanma olasılığı ancak beşte birdi. Dexter Smythe tembel tembel açıktaki mercan kayalığına doğru yüzdü. Kraliyet Deniz Kuvvetleri emeklilerinden Binbaşı Dexter artık bir zamanların o cesur ve zeki deniz subayı değildi. Gençken çok yakışıklıydı, mesleğinin son devresinde kadınlar ve kızlarla büyük, fırtınalı aşklar yaşamıştı. Şimdi 54 yaşındaydı. Saçları hafif dökülmüş, üstüste iki kalp krizi geçirmişti. Fakat özenle seçilmiş elbiselerini giydiği zaman bütün kusurları yok oluyor, varisle kabarmış damarları gözükmüyor, pantolon kemerinin iç tarafındaki bir kuşak belinin yağlarını yok ediyordu. O haliyle onu çok şık ve zarif bir erkek gibi görüyorlardı. Doktoru günde elli gram viski ile on sigaradan fazlasını yasaklamış olduğu halde, fosur fosur sigara içen ve her gece yatağa sarhoş girmekte direten Dexter Smythe’nin nasıl olup da formunu koruduğu arkadaşları için gerçekten bir sırdı. Gerçekte meselenin özü şuydu: Dexter Smythe, artık ölümü arzuladığı bir sınıra gelmişti. Bu ruhsal durumun pek çok nedeni vardı ve hiçbiri de fazla karışık değildi. Karısı Mary’nin iki sene önce ölmesinden bu yana kimseyi sevmemişti. Hatta onu bile sevmiş olduğundan pek emin değildi.

Ama karısının kendisine karşı beslediği aşkı, onun şen ve savruk tavırlarını, çoğu kez sinir bozan varlığını günün her saatinde özlüyordu. Adanın iç taraflarında oturan kibar arazi sahipleriyle, sahil boyundaki büyük çiftlik patronlarıyla, ya da siyaset adamlarıyla belki de dost olabilirdi. Eğer bunu yapsaydı, içkiye, üstüne çöken miskinliğe bir son vermesi,hayatında ciddi bir amaç edinmesi gerekecekti ki, o da bunu hiçbir zaman istemiyordu. Bu nedenle Binbaşı Smythe sıkılıyordu, bu sıkıntı onu canından bezdirecek hale getirmişti. Kendisini yaşamın sınırında tutan şey oldukça tuhaf bir nedendi. Çok içenler mizaçlarının en esaslı taraflarını abartırlar. Bunlar dört tiptir: Sıcakkanlı tipler, ağırbaşlılar, öfkeliler ve melankolikler. Binbaşı Smythe melankolik bir tipti. “Dalgacıklar” adını verdiği villasının etrafını çeviren beş dönümlük arazide yaşayan kuşlar, böcekler ve balıklarla bir fantazi aleminde yaşardı. En gözde olanlar balıklardı. Onlardan “semt halkı” diye söz ederdi. İki senelik bir devrede hepsini yakından tanımış ve sevmişti. Fakat tek bir türü, akrepbalıklarını gördüğü yerde öldürüyordu. Akrepbalığı yeryüzünün güney bölgelerindeki sularında yaşardı ve ünlü balık çorbasının en belli başlı malzemesi olan Rascasse balığı da bu familyadandı. Ufak bir balıktı, ama çok dişli bir ağzı vardı.

Küçük mercanbalıklarını bir lokmada yutardı. Fakat en korkunç silahı, sırt yüzgeçleriydi. Uzun iğneleri andıran bu sırt yüzgeçleri cilde değdiği anda, köklerindeki zehir dolu kesecikler derhal iğnelerin içindeki kanallara tetrodoksin denilen zehri yollardı. Eğer balığın zehirli yüzgeçleri insanın hayati bir yerine, kalbin üstüne ya da karna değmişse vücuda akan zehir öldürücü olurdu. Şimdi Binbaşı Smythe bir akrepbalığı bulup onu zıpkınlamaya ve ahtapotuna sunmaya kararlıydı. Bakalım, okyanusun en büyük emeklilerinden biri olan ahtapot bir başka kahredici deniz yaratığını tanıyacak, onun zehirli olduğunu bilebilecek miydi? Enstitüdeki Bengry’nin cevaplandırılmasını istediği sorular bunlardı bugün ve Binbaşı Smythe bu cevaplan öğrenmeye, enstitüdeki deniz biyoloji dosyalarının tozlu bir köşesinde bir iz bırakmaya kararlıydı. Çünkü birkaç saat öncesinden bu yana Binbaşı Dexter Smythe’nin zaten berbat olan hayatında çok daha kötü bir devre başlamıştı. Birkaç hafta içinde Jamaica’daki Genel Valilik ve Sömürgeler İdaresi ile Londra’daki Gizli Servis, sonra da Scotland Yard ve başsavcı arasında karşılıklı telgraf haberleşmesi yapılmıştı. Binbaşı Smythe’nin polis nezaretinde Londra’ya sevki ve hapsedilmesi düşünülüyordu. Binbaşı yine de bunlarla yakayı kurtarabilirse kendini şanslı sayacaktı. Ve bütün bunlar, James Bond adında birisi yüzünden oluyordu. O sabah saat on buçukta taksiyle Kingston’dan gelen Deniz Binbaşısı James Bond yüzünden.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir