Thomas Harris – Kara Pazar

Günlerden pazar. Seksen bin kişi New Orleans‘ta oynanacak Süper Kupa maçını izlemek için bir araya gelmiş. Yılın organizasyonu başlamak üzere. Nefesler tutulmuş. Kalabalığın içinde, Michael Lander adında genç bir adam da var Onun amacı maçı seyretmek değil; oyunun ta kendisi olmak ve kuralları koymak. Onun için maç. Birleşik Devletler Başkanı’na yapılacak suikastla başlayacak, tarihteki en büyük kitle cinayetiyle bitecek. Seksen bin kurban… Üstelik bütün dünya izliyor olacak. Birileri onu durdurmazsa tabii. “NEFES KESİCİ. BÜTÜN EMNİYET GÜÇLERİ KIYAMETİ BAŞLATACAK PATLAMAYA KARŞI BİRLEŞMİŞ DURUMDA.” -New York Times


Havaalanı taksisi Beyrut’un on kilometrelik sahil yolunda hızla giderken hava karardı. Arka koltukta, Dahlia Iyad Akdeniz yüzeyinin, son ışıklarla beyazdan griye dönüşümünü izliyordu. Aklında Amerikalı vardı. Onun hakkında pek çok soruya cevap bulması lazımdı. Taksi, Verdun Bulvarı’na döndü ve şehrin merkezine, birçok Filistinli mültecinin doldurduğu Sabra bölgesine yöneldi. Şoförün talimata ihtiyacı yoktu. Dikiz aynasından arkayı kontrol etti ve ışıklarını söndürüp Jeb el-Nakhel yakınlarındaki küçük bir avluya saptı. Avlu zifiri karanlıktı. Dahlia uzaktan gelen trafik uğultusunu ve soğumakta olan motorun çıtırtılarını duyabiliyordu. Aradan bir dakika geçti. Aniden dört kapı birden açılınca araç sarsıldı ve güçlü fener ışığı şoförün, gözünü kamaştırdı. Dahlia, gözünün bir santim ötesinde duran tabancanın yağ kokusunu alabiliyordu. Fenerli adam taksinin arka kapısına yaklaştı ve tabancayı geri çekti. Dahlia yumuşak bir sesle “Djinniy,” dedi. “Arabadan in ve beni takip et.” Adam arada Lübnan aksanıyla Arapça kelimeler de kullanmıştı. Beyrut’taki sessiz odada Dahlia’yı zorlu bir heyet bekliyordu. El-Fetih’in seçkin Jihaz al-Rasd (RASD) saha istihbaratı biriminin başı olan Hafız Najeer başını, arkadaki duvara yaslamış olarak masada oturuyordu. Kafası küçük, uzun boylu bir adamdı. Personeli kendi aralarında gizlice ‘Dua eden Mantis’ diyordu ona. Adamın tüm dikkatini üzerinde topladığı kişi kendini kötü hisseder ve korkardı. Najeer, Kara Eylül’ün komutanıydı. Bir ‘Orta Doğu durumu’ kavramına inanmıyordu. Filistin’in Araplar için iyileştirilmesi fikri onu mutlu etmiyordu. O soykırıma, arıtıcı yangına inanıyordu. Dahlia Iyad da öyle. Ve salondaki diğer iki adam da aynı şeye inanmaktaydı: Kara Eylül’ün İtalya ve Fransa’daki suikast timlerini yöneten Ebu Ali ve Münih’teki Olimpiyat Köyü saldırısının mimarı ve donanım uzmanı olan Muhammet Fasil. Her ikisi de RASD üyesi ve Kara Eylül’ün beyin takımındandı. Bu kişilerin pozisyonları daha büyük Filistin gerilla hareketi tarafından kabul görmüyordu, Kara Eylül, El Fetih’in içinde can bulmuş tutku gibiydi. Kadın kara çarşafını bir iskemleye atıp adamlara baktı. “İyi geceler Yoldaşlar.” Najeer “Hoş geldin Dahlia Yoldaş,” dedi. Najeer, genç kadın salona girdiğinde ayağa kalkmamıştı. Öteki adamlar da kalkmamışlardı. Birleşik Devletler’de geçirdiği bir yıl içinde genç kadının dış görünümü değişmişti. Pantolon ceket takımının içinde gayet şıktı ve biraz sevimli hale gelmişti. “Amerikalı hazır,” dedi. “İşi sonuna kadar götüreceğine ikna oldum. Bunun uğruna yaşıyor.” “Ne kadar dengeli?” Najeer genç kadının kafatasını delecekmiş gibi bakıyordu. “Yeterince dengeli. Ben destekliyorum. Bana bağlı.” “Bunu raporlarından da anlamıştım ama şifreleme acemiceydi. Bazı sorularımız var. Ali?” Ebu Ali, Dahlia’ya dikkatle baktı. Dahlia onu Beyrut’taki Amerikan Üniversitesinde verdiği psikoloji derslerinden hatırlıyordu. Ebu Ali “Amerikalı daima aklı başında görünüyor mu?” diye sordu. “Evet.” “Ama sen çılgınlık yapabileceğine inanıyorsun?” “Aklı başında olmakla aklı başında görünmek aynı şey değil Yoldaş.” “Sana olan bağlılığı giderek artıyor mu? Sana karşı düşmanca davrandığı dönemler yaşıyor mu?” “Bazen düşmanca davranıyor ama eskisi kadar sık değil.”. “İktidarsız mı?” “İki ay önce Kuzey Vietnam’da serbest bırakılmasından beri iktidarsız olduğunu söylüyor.” Dahlia, Ali’yi süzdü. Küçük, derli toplu jestleri ve nemli gözleriyle misk kedilerini hatırlatıyordu ona. “İktidarsızlığının üstesinden geleceğine güveniyor musun?” “Bu güven meselesi değil Yoldaş. Kontrol meselesi. O kontrolü oluşturmakta bedenim yararlı oluyor. Silah daha çok işe yarasaydı silah kullanırdım.” Najeer onaylar bir tavırla başını salladı. Kadının doğruyu söylediğini biliyordu. Dahlia daha önce Tel Aviv’deki Lod Havaalanında rastgele katliam yapan üç Japon teröristin eğitilmesine yardım etmişti. Aslında dört Japon terörist vardı. Biri eğitim sırasında soğukkanlılığını yitirmiş ve Dahlia diğer üçünün gözü önünde Schmeisser otomatik tabancayla adamın kafasını uçurmuştu. Ali “Adamın bir vicdan krizi geçirip seni Amerikalılara teslim etmeyeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?” diye ısrar etti. Dahlia “Bunu yaparsa Amerikalıların eline ne geçecek?” dedi. “Ben küçük bir avım. Patlayıcıları alabilirler ama gayet iyi bir nedenle bildiğimiz gibi, Amerikalılarda zaten bol miktarda plastik var.” Bu sözler Najeer’i hedef almıştı ve Dahlia adamın başını kaldırıp kendisine keskin bir bakış atfettiğini gördü. İsrailli teröristler neredeyse sürekli olarak Amerikan C-4 plastik patlayıcılarını kullanıyordu. Najeer, erkek kardeşinin cesedini Bhandoum’da harabeye dönmüş bir apartmandan çıkarışını ve sonra bacaklarını da bulmak için geri döndüğünü hatırlıyordu. Dahlia “Amerikalı bize döndü çünkü patlayıcıya ihtiyacı var. Bunu biliyorsun Yoldaş,” dedi. “Başka şeyler için de bana ihtiyaç duymaya devam edecek. Onun politikasına da ters düşmüyoruz çünkü öyle bir şeyi yok. Geleneksel anlamıyla ‘vicdan’ sözcüğü de onun için kullanılamaz. Beni satmayacaktır.” Najeer “Adama bir daha bakalım,” dedi. “Yoldaş Dahlia, bu adamı tek bir oturumda incelemiştin. Şimdi onu sana tamamen bambaşka koşullar altında göstereceğim. Ali?” Ebu Ali masanın üzerine 16 milimetrelik bir film oynatıcısı koyarak ışıkları kapattı. “Bunu oldukça yakın bir zaman önce Kuzey Vietnam’daki bir kaynaktan elde ettik Yoldaş Dahlia. Bir kere Amerikan televizyonunda gösterilmiş ama bu senin Hıristiyan Alemi’nde konuşlanmandan önceymiş. Muhtemelen görmemişsindir.” Duvarda önce rakamlar belirdi sonra da hoparlörden bozuk bir ses duyuldu. Film hızlandıkça ses, Demokratik Vietnam Cumhuriyeti milli marşına dönüştü ve duvardaki ışık karesi de beyaz badanalı bir oda haline geldi. Yerde iki düzine Amerikalı savaş esiri oturuyordu. Kamera, üzerine mikrofon tutturulmuş kürsüyü gösterdi. Uzun boylu, ince bir adam ağır ağır yürüyerek kürsüye yaklaştı. Üzerinde bol Savaş Esiri üniforması, ayağında çorap ve kösele sandalet vardı. Bir eli ceketinin katmanları arasında kaldı, diğerini ise bacağının üst kısmına koyup odanın ön tarafındaki subaylara doğru başını eğerek selam verdi. Sonra mikrofona dönüp ağır ağır konuşmaya başladı. “Ben Michael J. Lander, Birleşik Devletler Donanması Binbaşısı. 10 Şubat 1967’de, Ninh Binh… Ninh Binh yakınlarındaki sivil hastaneye yangın bombası atarken yakalandım. Savaş suçlarımın delilleri sabit olmakla birlikte, Vietnam Demokratik Cumhuriyeti beni cezalandırmadı, onun yerine bana, benimkiler ve benimkiler gibi diğer Amerikan savaş suçlarından dolayı acı çekenleri gösterdi… acı çekenleri gösterdi. Yaptıklarım için üzgünüm. Çocukları öldürdüğümüz için üzgünüm. Bu savaşı durdurmaları için Amerikan halkına sesleniyorum. Vietnam Demokratik Cumhuriyeti, Amerikan halkına karşı düşmanlık… düşmanlık beslemiyor. Bu güç sahibi olan savaş kışkırtıcılarının suçu. Bense yaptıklarımdan her zaman utanacağım.” Kamera öbür esirleri taradı, dikkatle ders dinleyen öğrenciler gibi oturuyorlardı, yüzlerinde dikkat dışında bir ifade yoktu. Film milli marşla sona erdi. İngilizcesi hemen hemen kusursuz olan Ali, “Bayağı acemi işi,” dedi. “Eli, onun yanına bağlanmalıydı.” Film boyunca Dahlia’yı izlemişti. O ince yüze yakın plan çekim yapıldığında kadının gözleri bir saniyeliğine irileşmişti. Onun dışında kayıtsızdı. Ali “Hastaneye alev bombası atmak,” diye dalga geçti, “Bu tür işlerde tecrübesi varmış demek ki”. Dahlia “Kurtarma helikopteri uçururken yakalanmış,” dedi. “Düşürülen bir Panthom’un personelini kurtarmaya çalışıyormuş. Raporumda görmüşsünüzdür.” Najeer “Sana ne anlatmış onu gördüm,” dedi. Kadın “Bana hep doğruyu söyledi çünkü yalanın dolanın ötesine geçti artık,” dedi. “İki aydır onunla yaşıyorum. Biliyorum.” Ali “Bu önemsiz bir husus, neyse,” dedi. “Onun hakkında çok daha enteresan başka şeyler var.” Sonraki yarım saat boyunca Ali, Dahlia’yı Amerikalı linin davranışlarının en mahrem detayları hakkında sorguya çekti. O işini bitirdiğinde Dahlia’ya odada bir koku varmış gibi geldi. Gerçek ya da hayali, bu koku onu alıp geriye, sekiz yaşındayken kaldığı Tyre’deki Filistin göçmen kampına, annesiyle yiyecek getiren adamın karanlıkta homurtular çıkardığı ıslak şilteyi katladığı ana götürdü. Sorguyu Fasil devraldı. Bir teknisyenin küt, becerikli ellerine sahipti ve parmak uçlarında nasırlar vardı. İskemlesinde dümdüz oturuyordu, küçük heybesi yerde, ayaklarının yanında duruyordu. “Amerikalı, patlayıcılarda iyi mi?” Dahlia “Sadece paketli ordu malı olanlarda. Ama büyük bir dikkatle, ayrıntılı olarak planladı. Planı mantıklı görünüyor,” diye yanıt verdi. “Sana mantıklı görünüyor Yoldaş. Belki de konuyla fazla içli dışlı olduğu içindir. Ne kadar mantıklı olduğunu göreceğiz.”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir