Milan Kundera – Yaşam Başka Yerde

YA DA Şair dünyaya geliyor 1 Şaire nerede gebe kaldığını düşündüğünde annenin aklına üç olasılık geliyordu: bir gece park kanapesinde, bir öğleden sonra şairin babasının bir arkadaşının evinde ya da bir sabah Prag dolaylarındaki romantik bir köşede. Aynı şeyi baba düşündüğünde, şairin, arkadaşının evinde ana rahmine düştüğü sonucuna varıyordu, çür»kü o gün her şey ters gitmişti. Şairin annesi babanın arkadaşının evine gitmeyi kabul etmiyordu. İki kez kavga ettiler, ikisinde de barıştılar. Sevişirlerken komşu dairenin kapısının gıcırdaması üzerine anne telâşa kapıldı ve sevişmeyi kestiler. Sonra tekrar sevişmeye koyuldular ve şairin babasına göre gebeliğin nedeni olan karşılıklı bir huzursuzlukla sevişmeyi sona erdirdiler. Buna karşılık annesi şaire emanet bir apartman dairesinde (dairede tam bir bekâr evi dağınıklığı hâkimdi ve anne, üzerinde meçhul ev sahibinin pijamasının süründüğü dağınık yatağı hatırladıkça tiksiniyordu) gebe kaldığını bir an için bile kabul etmiyordu. Park kanapelerinde ancak orospuların sevişeceğini düşünerek, istemeye istemeye ve zevk almaksızın sevişmeye razı olduğu park kanapesinde gebe kalma olasılığını da aynı şekilde reddediyordu. Şairin, güneşli bir yaz sabahı, Praglılar’ın pazar günleri dolaşmaya çıktıkları bir vadide, diğerleri arasında çarpıcı bir biçimde yükselen büyük bir kayanın dibinden başka yerde ana rahmine düşmüş olamayacağından kesinlikle emindi. Bu dekor birçok nedenden ötürü şairin ana rahmine düşüş yeri olarak uygundu. Öğle güneşiyle aydınlandığından karanlık değil aydınlık, gece değil gün dekoruydu; doğal bir açıklığın ortasında yeralıyordu, dolayısıyla havalanma ve kanatlar için biçilmiş kaftandı; son olarak da, kentin en uçtaki yapılarından çok uzak olmaksızın, vahşiyâne yarılmış topraktan fışkının kayaların süslediği romantik bir manzaraydı. Tüm bunlar anneye, o sırada yaşadıklarının anlamlı bir görüntüsü gibi geliyordu. Şairin babasına duyduğu aşk, anne babasının yaşamlarının sıradanlığma ve düzenliliğine karşı romantik bir başkaldırı değil miydi? Zengin bir tüccarın kızı olup da öğrenimini henüz tamamlayan meteliksiz bir mühendisi severek sergilediği yüreklilikle, bu boyuneğmez manzara arasında gizli bir benzerlik yok muydu? Şairin annesi o sıralarda büyük bir aşk yaşıyordu ve kayanın dibinde geçirilen güzel sabahtan birkaç hafta sonraki düş kırıklığı bu aşkı hiç etkilemedi. Her ay yaşamını aksatan mahrem rahatsızlığın hayli geciktiğini sevinçle sevgilisine müjdelediğinde mühendis isyankâr (ama bize sorulursa yapay ve sıkıntılı) bir ilgisizlikle, muhakkak normal ritmine dönecek olan önemsiz bir aksamanın sözkonusu olduğunu belirtti. Anne, sevgilisinin umutlarım ve sevinçlerini paylaşmayı reddettiğini sezdi.


Yaralanmıştı, doktor gebe olduğunu söyleyene kadar da bu meseleden bir daha ona sözetmedi. Şairin babası onları kaygılarından gizlice kurtaracak bir jinekolog tanıdığını söylediğindeyse, anne hıçkırıklara boğuldu. Başkaldırıların ne de dokunaklı sonuçlan oluyor! Önce genç mühendis için ailesine başkaldırmış, daha sonra ona karşı yardım isteyerek ailesinin yanına koşmuştu. Anne babası da onu düş kırıklığına uğratmadılar. Mühendisi buldular, açık açık konuştular ve kaçış yolu olmadığını anlayan mühendis güzel bir evliliğe razı olup, kendi inşaat şirketini kurmasına olanak verecek hatırısayılır drahomayı tartışmasız kabul etti. Sonra da, gelin hanımın doğumundan bu yana ailesiyle birlikte yaşamakta olduğu villaya, iki bavuldan oluşan mütevazi servetini taşıdı. Mühendisin hemen teslim olması, şairin annesinin yüce bulduğu bir sarhoşlukla kendini attığı maceranın, kesinlikle hak ettiğine inandığı paylaşılmış büyük aşk olmadığını görmesini engellemiyordu. Babası iyi iş yapan iki ecza deposunun sahibiydi ve kızı da hesabını biliyordu: kendisi her şeyini aşka yatırdığında (anne babasına ve onların sakin yuvasına ihanet etmekten bile çekinmemişti) karşısındakinin de ortak kasaya eşit miktarda duygu koymasını isterdi. Haksızlığı gidermek amacıyla, ortak kasaya yatırdığı sevgiyi geri çekmeyi arzuluyordu ve düğünden sonra da kocasının karşısına kibirli ve ciddi bir yüzle çıktı. Şairin annesinin kız kardeşi baba evinden yeni ayrılmıştı (evlenmiş ve Prag’ın merkezinde bir daire kiralamıştı). Bu durumda yaşlı tüccar ve karısı giriş katındaki odalarda kaldılar ve mühendisle kızlarının, babanın yirmi yıl önce yaptırdığı zaman seçtiği düzeni aynen koruyan üç -iki büyük bir küçük- odaya yerleşmeleri mümkün oldu. Dayalı döşeli bir mekânı yuva olarak benimsemek mühendisin sorunuydu, çünkü sözünü ettiğimiz iki bavulun içindekilerden başka hiçbir şeye sahip değildi. Bununla birlikte, odaların görünümünü değiştirmek üzere ufak tefek birkaç düzenleme önermekten de geri kalmadı. Ancak şairin annesi, kendisini jinekoloğun bıçağı altına göndermek istemiş olan adamın, anne babasının karşılıklı içtenlik ve güvenle dolu yirmi yıllık sıcak alışkanlıklarının yaşadığı mekânın eski düzenini alt üst etmeye yeltenmesine göz yumamazdı. Genç mühendis bu kez de dövüşmeden teslim oldu ve sözünü edeceğimiz alçakgönüllü protestoyla yetindi: çiftin odasında gri mermerden daire şeklinde bir levha ve bunu taşıyan sağlam bir kaideden oluşan bir masa, masanın üstünde de çıplak bir adam heykelciği vardı.

Adam sol elinde, belinin sağ tarafına dayadığı bir lir tutuyordu. Sağ kolu, parmakları sanki tellerden henüz aynlmışcasma havada anlamlı bir kavis çiziyordu. Sağ ayağı önde, başı hafifçe eğilmiş ve gözleri gökyüzüne çevrilmişti. Adamın son derece güzel bir yüzü ve bukleli saçları olduğunu ve heykelciğin yontulduğu kaymak taşının beyazlığının ona yumuşak bir kadınsılık ya da ilâhi bir bekâreti anıştıran bir şeyler kattığını eklemeyi unutmayalım. Zaten ilâhi sözcüğünü kullanışımız da raslantı değil; kaidesine kazınmış yazıya göre lirli adam Yunan tanrısı Apollon’du. Ancak şairin annesinin lirli adamı gördüğünde dişlerini gıcırdatmadığı pek nadirdi. Adam çoğunlukla bakışlara poposunu sunuyor, bazen mühendisin şapkası için askı işini görüyor, bazen o narin başına bir ayakkabı asılıyor, kimi zaman da kokusu nedeniyle Müzler pirini daha da iğrenç bir biçimde aşağılayan bir çorap giymiş oluyordu. Şairin annesi tüm bunları sabırla karşılıyorsa bunun tek nedeni kısıtlı mizah anlayışı değildi; kocasının, Apollon’un tepesine bir çorap geçirecek sessizliğiyle kibarca gizlediği bir şeyi, onun dünyasını reddettiğini ve ona ancak geçici olarak boyun eğdiğini belli ettiğini anlamıştı. Böylelikle kaymak taşı heykelcik gerçek bir eski çağ Tanrısı, yani insanların dünyasına müdahale eden, yazgıları karıştıran, bilinmezi kotaran ve açıklayan bir doğaüstü dünya varlığı haline geldi. Genç kadın onu müttefiki olarak görüyor ve düşünen kadınlığıyla onu, gözleri Bazen aldatıcı süsen renkleri alan ve ağzı soluk alıp verir görünen canlı bir yaratığa dönüştürüyordu. Kendisi için ve kendisi yüzünden aşağılanmış olan bu küçük çıplak adama âşık olmuştu. Enfes yüzünü hayran hayran seyrediyor ve karnında büyümekte olan çocuğun, kocasının bu yakışıklı düşmanına benzemesini istiyordu. O derece benzesin ki, kocasından değil, yapıtlardan, genç adamdan doğduğunu düşleyebilsindi. Tıpkı geçmişte tablolarından birini acemi birinin karaladığı tuvalin üzerine yapan büyük Titien gibi o da büyüsüyle karnındaki dölütün çizgilerini düzeltmeyi, dönüştürmeyi ve güzelleştirmeyi arzuluyordu. İnsan soyundan bir dölleyicinin aracılığına gerek kalmadan anne olan ve böylece babanın burnunu sokup işleri karıştırmadığı biı ana sevgisinin ülküsü haline gelen Bakire Meryem’i sezgisel bir şekilde örnek alarak, çocuğuna Apollon adını koymak istiyordu, çünkü ona göre bu isim insan soyundan babası olmayan anlamını taşıyordu.

Fakat bu denli şatafatlı bir adın ileride oğlunun başına iş açacağını ve kendisi gibi onun da elalemin eğlencesi olacağını biliyordu. Bu durumda Yunanlı gençlik Tanrısı’na layık bir Çek ismi aradı ve aklına Jaromil (ilkbaharda seven ya da ilkbaharda sevilen anlamına geliyordu) adı geldi. Bu seçim herkesçe onaylandı. Zaten o sırada da tam ilkbahardı ve doğumevine götürüldüğü sırada leylaklar çiçek açmıştı. Birkaç saatlik ızdıraptan sonra genç şair annenin bedeninden dünyanın ıslak çarşafına yavaşça kaydı. 2 Sonra şairi onun yatağının yanında bir beşiğe koydular; enfes bağırışlarını dinledi; sızlayan bedeni gururla dolmuştu. Bu gururu bedene çok görmeyelim; hayli biçimli olmasına rağmen bu duyguyu şimdiye dek pek tatmamıştı. Kuşkusuz kalçaları biraz düz, bacakları da biraz kısaydı, ama buna karşılık olağanüstü diri göğüsleri ve ipeksi saçlarının (o kadar yumuşaktı ki bir saç modeli uydurmak güç oluyordu) ardında, göz kamaştırıcı değilse de kibar bir güzellik taşıyan yüzü vardı. Anne çocukluğundan beri, oldukça iyi danseden, Prag’ın en iyi terzilerinden giyinen, elinde tenis raketiyle yakışıklı erkeklerin dünyasına kolayca girebilen ve baba evini küçük gören bir ablanın yanında yaşamış olduğundan, her zaman güzelliğinden çok kibarlığının bilincinde olmuştu. Ablasının gözalıcı coşkunluğu annenin asık yüzlü alçakgönüllülüğünü pekiştirmişti. O da protesto olarak müziğin ve kitapların duygusal ciddiyetini sevmeyi öğrenmişti. Mühendisi tanımadan önce, bir aile dostlarının tıp öğrencisi olan oğullarıyla çıkmış, ancak bu ilişki bedenine fazla güvence vermemişti. Delikanlının onu bir kır evinde fiziksel aşkla tanıştırmasının ardından, ne duygularının, ne de tensel isteğinin hiçbir zaman büyük aşkı tanıyamayacağına ilişkin kötümser inançla ilişkiye son vermişti. O sıralarda bakaloryasını yeni vermiş olduğundan yaşamın anlamını çalışmada görmek istediğini belirti ve (pratik bir adam olan babasının tasvip etmemesine rağmen) edebiyat fakültesine yazıldı. Düş kırıklığına uğramış bedeni, sokakta kendisine laf atan ve üç randevudan sonra da sahip olan mühendisle karşılaşmadan önce, üniversite amfisinin geniş sıralarında dört-beş ay geçirmişti.

Bu kez beden adamakıllı tatmin olduğundan da (bu işe kendi de şaşmıştı) ruh üniversite kariyeri arzusunu çabuk unuttu ve (soylu bir ruhun her zaman yapması gerektiği gibi) hemen bedene yardımcı oldu: mühendisin düşüncelerine, keyifli aldırmazlığına, hoş sorumsuzluğuna cânı gönülden katıldı. Bu niteliklerin ailesine yabancı olduğunu bildiği halde onlan benimsemek istiyordu, çünkü onların sayesinde, ızdırap verecek denli alçakgönüllü bedeni kuşkuyu bırakıyor ve şaşırtıcı bir şekilde kendi kendinin tadına varıyordu. O halde anne, sonunda mutlu olmuş muydu? Tam anlamıyla değil; kuşkuyla güven arasında gidip geliyordu, soyunup aynanın karşısına geçtiğinde kendini kimi zaman tahrik edici, kimi zaman da cansıkıcı buluyordu. Bedenini başkalarının beğenisine teslim ediyordu; işte tüm belirsizliğin kaynağı da buydu. Umutla kuşku arasında tereddüt etmesine rağmen vakitsiz tevekkülünden kesinlikle kopmuştu; ablasının tenis raketi artık moralini bozmuyordu; bedeni nihayet bir beden gibi yaşıyor ve böyle yaşamanın ne kadar güzel olduğunu anlıyordu. Bu yeni yaşamın aldatıcı bir vaatten öte bir şey, kalıcı bir gerçek olmasını diliyordu; mühendisin kendisini üniversite sıralarınd ın ve baba evinden çekip alarak, bir aşk macerasını yaşam macerası haline getirmesini arzuluyordu. Bu yüzden gebeliğini sevinçle karşıladı; kendini çocuğu ve mühendisle birlikte gözünün önüne getiriyor ve bu üçlü yıldızlara kadar yükseliyor ve evreni dolduruyordu. Önceki bölümde de açıklamıştık; anne, aşk macerasını arayan adamın yaşam macerasından çekindiğini ve onunla birlikte yıldızlara kadar yükselen bir çift heykel haline dönüşmeye hiç de niyetli olmadığını çabuk anlamıştı. Ancak bu kez, güveninin, âşığın soğuk tutumunun baskısı altında sarsılmadığını da biliyoruz, çünkü çok önemli bir değişiklik olmuştu. Annenin hâlâ âşığın bakışlarına bağımlı olan bedeni, tarihinin yeni bir dönemine girmişti; başkalarının gözünde bir varlık olmaya son vermişti; artık, henüz gözleri olmayan biri için bir bedendi. Dış yüzeyi artık bedenin temel öğesi değildi; henüz hiç kimsenin görmediği iç zan başka bir bedene temas ediyordu. Dış dünyanın gözleri, ancak onun önemsiz dış görünüşünü kavrayabilirdi; onun için mühendisin niyetinin bile zerre kadar önemi yoktu, çünkü kaderini hiçbir şekilde etkileyemezdi; sonunda mutlak bir bağımsızlık ve özerkliğe kavuşuyordu; büyüyen ve onu çirkinleştiren karnı gitgide artan bir gurur kaynağıydı. Doğumdan sonra annenin bedeni yeni bir döneme girdi. Oğlunun, memesini arayan ağzını ilk hissettiğinde, göğsünün orta yerinden kalkan tatlı bir ürperti tüm bedenine titreyen hüzmeler yaydı; bu, sevgilinin okşayışına benziyordu, ancak fazladan bir şey daha vardı: dingin bir mutluluk, mutlu bir huzur. Sevgilinin memesini öpmesi, bedeli saatler süren kuşku ve güvensizlikle ödenen bir saniyeydi.

Oysa şimdi göğsündeki ağzın, sürekliliğinden emin olabileceği bir bağlılığırt kanıtım getirdiğini biliyordu. Ayrıca bir şey daha vardı: sevgilisi çıplak bedenine dokunduğunda hep utanma duygusuna kapılıyordu; karşılıklı yakınlaşma her zaman için bir yabancılığın aşılmasıydı ve kucaklaşma anı yalnızca bir an sürmesi nedeniyle başdön-dürücüydü. Utanmaysa yakasını hiç bırakmıyor, aşkı coşku verici hale getiriyor, ama aynı zamanda, kendisini bütünüyle teslim eder diye bedeni gözetim altında tutuyordu. Ancak bu kez utanma kaybolmuş, ortadan kalkmıştı, iki beden birbirine bütünüyle açılıyordu; saklayacak hiçbir şeyleri yoktu. Şimdiye kadar hiç kendisini başka bir bedene böylesine teslim etmemişti. Başka bir beden de hiç kendisini ona böyle bırakmamıştı. Sevgilisi karnına dokunmaktan haz alabilirdi, ama orada hiç yaşamış mıydı? Göğsüne dokunabilirdi, ama ondan hiç içmiş miydi? Ah, hele o emzirme yok muydu? Dişsiz ağızm bir balığınkileri andıran hareketlerini sevgiyle izliyor ve oğlunun sütüyle birlikte düşüncelerini, fantezilerini ve düşlerini de içtiğini hayal ediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir