Peyami Safa – Bir Tereddüdün Romanı

MUALLÂ kendisine çok tavsiye edilen bu kitabı okumakta hâlâ tereddüt ediyordu. Yapraklarını çevirdi. “Beni yalnız bırakmayınız!” diye başlayan bir sahifenin yukarısından ortalarına doğru gözleri, satırların basamaklarını ikişer üçer atlayarak aşağıya kadar inmişti. Bir kaç yerde hep aynı cümle: “Beni yalnız bırakmayınız!” Gene o sahifelerde can çekişmesine benzeyen bulantılarla karışık baş dönmeleri, titremeler ve baygınlıklar; yarı karanlıklarda avuçlarını yanaklarına kapamış ve dehşete düşmüş kadınlar, başı dizlerinin arasına doğru sarkmış bir adam gölgesi, boğulmalar ve çırpınmalar, beyaz bir savruluş içinde lâpalaşan insan kalabalıkları, çanlar, haykırışlar… Sahifeleri çevirdi. Gözlerine ilişen satırların uyandırdığı parça parça hayalleri birbirine ekliyor ve kitapla kendisi arasındaki yabancılığı azaltmak için mevzuu biraz kavramağa müsait, umumi bir fikir edinmeğe çalışıyordu. Fakat, cüzlerden külle doğru ilk hamlede gitmek isteyen tecessüs birdenbire hızını alamamıştı. Gözleri başka bir sahifenin ortalarına takıldı: “- Bak! Şu ışıklar birdenbire sönüverse… İşte ölüm!” Parlak bir güneş ortalığı kesiyordu; ve düşündü ki ölüm güneşin negatifidir, onun için geceye benzetiliyor.” Başka bir sahife açtı: “… Ölüme ve güneşe, diyor, sabit bir gözle bakılamaz.” Hep ölüm. Gözlerini kapadı. Kendi içine çevrilince simsiyah ve çok parlak bir maddeye bakıyor da kamaşıyormuş gibi sıkılan ruhunda, bu kitabı okumak için duyduğu ilk arzunun buruştuğunu hissediyordu. Gözlerini açtı ve kitabı kapadı. Fakat parmağı yapraklarının arasında kalmıştı. Biraz durdu ve kitabı tekrar açtı. Sahifeleri karıştırırken, belki forma başında olduğu için sık sık aynı yerinden açılan kitabın o cümlesine tesadüf etti: “Beni yalnız bırakmayınız!” Bu üç kelimeden yükselen imdat çığlığı, Muallâ’nın küçük ve müphem parçalara bölünen dikkatini artık iyice kendisine çekmişti.


Satırları geriye doğru çabucak atlayarak, bir vaka hikâye eden sahifenin başını buldu ve okudu: “Bir iki defa yarım uyanmıştı. Cilâlı bir derinliğin içinde, karanlıklara doğru çıkıp sönerek yuvarlanan bir parıltı görüyor ne olduğunu bilmiyordu. Yalnız, bir defasında, bunun pencereden gelen ve elbise dolabının karanlık aynasında boğulan gün ışığı olduğunu anlamıştı. Fakat bu karanlıkların ve parıltıların tesiri, dolabı ve pencereyi seçecek bir idrak haline gelir gelmez bayılıyor, kendinden geçiyordu. Bir kaç defa, böyle, yarım uyanışlar içinde kendini kaybetti. “Nihayet gözlerini iyice açmıştı. Bu sefer tam uyanış. Renkleri ve çizgileri iyice sallandıktan sonra yerli yerine oturarak biçimlerinin kabartmaları meydana çıkan büyük eşyayı tanımış, isimlerini hatırlamış ve uyandığını anlamıştı. Fakat henüz nerede olduğunu bilmiyordu. İçinde bir hatırlama korkusu var. Bütün mazi, bir tehlikeden uzaklaşır gibi halin şuurundan kaçıyor. “Gözlerini etrafa çevirdi. Pencerenin yanında gördüğü bir musluk, ona, birdenbire nerede olduğunu buldurmuştu: Otel. Fakat o kadar. Buraya niçin geldiğini düşünmesine müsaade etmeyen, korku ile karışık ağır bir his, içinden dışarı çıkarak havada ağırlaşıyor, göze görünmeyen büyük bir madde tazyikiyle göğsünün üstüne yükleniyor, soluğunu kesiyordu.

Vücudu, yatakla yorgan arasındaki boşlukta, ince bir çizgi halinde, hiç bir yere değmeden sallanıyormuş gibi hafif. Bir yerini kımıldatmak istiyor, fakat muvaffak olup olamadığını anlamıyor. Bütün vücudu kendisinden kaçıyor gibi. Ellerinin yorgan üstünde olduğunu âdeta biraz düşünerek buluyor. Kendisine nüzul inmediğinden şüphe edecek kadar zihninde fikir uzanışları yok; yalnız derin bir korku içinde yoğrularak teşekkül eden zayıf bir irade ile, ellerinin parmaklarını sıkıyor, tırnaklarının avucuna geçişini hafifçe duyuyordu. Biraz kımıldamağa çalıştı. Bu güç değil. Yastık örtüsüyle yorgan çarşafının dokunuşunu hissetmeden kolaylıkla dönebilmişti. Vücudu yeni soğumuş bir sıcak su içinde yüzüyor gibi. Gene arka üstü yattı. O vakit, su içinde bulunduğu hissi kaybolmağa başlamıştı. Bu su yavaş yavaş çekiliyor ve yatağın içi kuruyordu. Fakat bu sefer de şiltede ve örtülerde bir yapışkanlık. “Çok terlediğini anlıyordu. Hâlâ da bütün vücudunda hatta kemiklerinin ve karnının içinde garip bir titreme, karıncalanma, buruk bir ürperme var.

Ve ter, ter, ter. Nefes alırken içinin titrediğini âdeta kulağıyla duyuyor. Geceyi müphem olarak hatırlamağa başladı. Otelin büyük kapısında üç gölge. Sonra bu dörde çıkıyor ve ikiye iniyordu. “Bazen bunların yalnız gözlerini ve bazen de yalnız seslerini hatırlıyordu. “Çay iç!” diyordu biri. Sonra şuuru karardı. Bütün bu hatıraların yerini bir tek duygu, fena bir duygu, fenayım, fena oluyorum, çok fenayım duygusu kapladı. Gözleri bir noktaya ilişip kalıyordu ve derece derece körleşiyor ve aydınlıktan karanlığa inen yokuşun sonlarında rüyetini kaybediyordu. Sonra büyük bir korku ile gözlerini açıyordu. Benliğini canına bağlayan yegâne duygu üstünde bu korkunun müthiş bir ağırlığı var. Göğsünde, karnında, bir yerlerinde gezinen bir şeylerle beraber, ekşi gazlar halinde, sanki bu fena his de ağzından çıkıyor, fakat bitmiyordu. Bu hal çok uzun, saniyelerce, belki de iki üç dakika sürmüştü. “Başını sola doğru çevirdi.

Kendinden dışarıda bir yardım arayan, imdat isteyen bakışları, cansız ve kuru eşyaya sürtünerek yoruluyor ve rastgele bir noktaya düşerek olduğu gibi kalıyordu; bir aralık yatağının başucundaki dolabın üstüne ilişmişti. Evvelâ hiç bir şey görmeden oraya bakıp durdu. Yavaş yavaş sürahi, bardak, tabla gibi cam eşyanın parıltıları gözlerini ayıltıyordu. Fakat bunları birbirinden ayıramadı. Sonra bir gazetenin beyazını mermerden iyice fark etmek için azar azar, fakat ısrarlı bir gayret göstermeğe başladı. Gitgide muvaffak oluyordu; ve nihayet hepsini görebildi: Sürahi, bardak, tabla, sigara paketi, bir gazete, kitaplar ve bir şeyler arasında, ağzına kadar dolu bir çay fincanı, bunu görür görmez, içinde bir ses parlayıp söndü: “Çay iç!” Sonra gene otelin kapısı. Uzanıp kısalan, çoğalıp azalan karartılar. “Çay iç!” diyordu bir tanesi. Ve gözleri büyüyerek hiç kırpılmadan, yüzüne doğru yanaşıyor ve tekrar ediyordu. “Açılırsın diyordu, çay iç, çay iç, açılırsın!” “Kulağında kalan ve dirilmeğe başlayan bu sesleri, mânasından ziyade kuvvetli tonu, edası ve “Ç” harfinin bu kelimelerde fazla bulunması delâletiyle hatırlıyordu. Hep o ses, hâlâ, bazen iki nokta kadar küçülüp uzaklaşıyor ve kulağında çınlıyordu: “Çay iç, çay iç, çay iç.” “Otelciye de emretmişlerdi: “- Odasına çay götürünüz! “Çay iç. Çay, çay, açılırsın, çay iç. “Boynu uzadı ve bakışları fincanı ağzına kadar dolduran soğumuş çayın derinliklerinde bir dalıp çıktı. Fakat hemen gözlerini kapamıştı.

Birdenbire, bütün vücudunu allak bullak eden şiddetli bir sarsıntı, bir titreme, bir göz karartısı, bir bulantı… Alt çenesi her yerinden fazla titriyordu. Korku ile gözlerini açtı ve gene o soğuk çayı gördü. Üstünde sigara külleri yüzüyordu. Kara kırmızı bir su. Dibinde, kıyılmış kertenkele ve yılan parçaları varmış gibi, midesini bulandırmıştı. Gecenin bütün pis havasını esneyişleri, nefesleri, geğirtiler ve gecenin bütün zehirini içine çekerek ağır ağır soğuyan bu çaydan o kadar iğrendi ki hızla yatağın içinde doğrulmak istedi. Fakat birdenbire, ağzından…” Muallâ kitabı kapadı. Hayır! Okuyamayacak. Bir roman kahramanı, her şeyden evvel, kendisiyle beraber yaşanacak sevimli bir arkadaş olmalıdır. Muallâ’nın böyle ne kadar dostları var. Onun için, ekseriya, romandan ziyade meşhur adamların hayatlarını anlatan hakikî eserler okumuştu. Bu kitabın da ismi öyle bir şey vaat ediyor: “Bir Adamın Hayatı.” Ne hayat! Muharrir mi? Kim bu adam? Muharrir olacak. Türk. Niçin böyle bir otelin yatağında kıvranıp duruyor? Aman o çay.

Muallâ bundan evvel Vagner’in hayatına dair bir kitap okumuştu. Şimdi, içinde, ondan kalan tadı arıyor. Bu kitabı elinden bıraktı ve başucundan ayırmadığı öteki eseri aldı, sevdiği ve etrafını çizdiği sahifeleri açtı: Boğucu rüyaları arasında, harikulâde güzel bir mırıltı ile ve alnında sıcak dudakların dokunuşunu hissederek uyanan Vagner’in karısından ayrılışı. Gündüzleri susan ve geceleri de gondolların uzaklardan gelen şarkılarıyla boğuk ses veren eski Venedik’in ruhu. Şuraya buraya serpilmiş, namütenahi bir çizgi üstünde sıralanan yassı adalar. Trista’nın ikinci perdesini yazarken Vagner’in geçirdiği ruhî anlar nerede? “Gökte parlayan yıldızlar ve etrafımda denizmazi nerede, âti nerede? Pembe ve saf bir aydınlık içinde hep yıldızlar görüyorum ve sandalım küreklerin tatlı şıpırtıları arasında kaybolup gidiyor.” Fakat bu iki eserin uyandırdığı hayaller birbirine karışmağa başlamıştı. Venedik gecelerinin uğultuları arasında bir otel kapısı. Gölgeler uzanıp kısalıyor. Gondollardan gelen şarkıların içinde keskin bir ses “Çay iç, çay, çay iç!” ve üstünde sigara külleri yüzen kara kırmızı bir su. Pembe ve saf bir aydınlık içinde hep yıldızlar görüyorum. Evet, niçin böyle bir otelin yatağında kıvranıyor? Kimdir o gölgeler? Muallâ yeniden o Türkçe kitabı eline aldı, bıraktığı yeri buldu ve okumağa devam etti:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir