İskender Pala – Abumrabum

”Yıllar önce fırtınalı bir gecede Kuşimoto Feneri’nin kapısını bir el tıklattı. Ermiş tavırlı fener memuru Tanaka -herkes onun ruhlara rehberlik ettiğine inanırdı- kapıyı açtığında farklı giysiler içinde bir denizcinin yerde yattığını gördü. /slak, baygın ve ağır yaralı … Bir deniz kazası geçirdiğini anladı. Onu içeri alıp elini kalbine koy du. Hayret! Şimdi dilini hiç bilmediği şu denizcinin kalbini oku yabiliyordu: ‘Çook uzaklardan geliyorum· dedi denizcinin kalbi, ‘Taa Türkiye’den … Gemim Ertuğrul, şurada dalgaların arasında.· Tanaka bir yıl ewel Ertuğrul adlı Türk gemisinin kayalıklara çar parak battığı o fırtınalı geceyi hatırladı. Kaza mahalline baktı; de niz sakin, mehtap ışıltılıydı. Belli ki bu denizcinin rehber ruhları ona yardımda gecikmişlerdi. İçinden ‘Ertuğrul’un Babayanı· diye fısıldadı ve ıslak giysilerini çıkarıp uzun paltosuna sarındırdı. Ona güzel bir döşek hazırladı, yarasına merhem sürdü, her gün ye mekler pişirip ikram etti. Üç yıl geçti, ne Tanaka Ertuğrul’un Ba bayanı’na geçmişiyle ilgili bir şey sordu, ne Ertuğrul’un Babayanı Tanaka’ya hayatını anlattı. İyi niyet ve tebessümde buluştular. O üç yılda, Kuşimoto’da hiç kötü gün yaşanmadı, toprak bereketli mahsuller verdi, ağlar denizden hep dolu çekildi. Halkın yüzü gü lüyordu. Kıtlık, yoksulluk ve acı günler geride kalmıştı.


Ve insanlar bütün bunlara bir sebep aradılar. Sonunda biri ‘Fenerin efendisi Ostad Tanaka’nın evinde bir babayan yaşıyor; temiz ruh!’ deyiver di. O günden itibaren halk ‘Ertuğrul’un Babayanı’nı gittikçe artan 11 bir merakla görmek istedi ve günlerden birinde, Kuşimoto’nun şogunu, Katsumasa Tashima feneri ziyarete geldi. Çocukluk ar kadaşı Tanaka’yla sohbet edip babayanı sordu. Tanaka onu arka odaya, ‘ Ertuğru/’un Babayanı’na götürdü. Tashima babayanın yü züne bakınca içi ferahladı. Temiz bakışlı, güler yüzlü, bilge görü nümlüydü. Kısa bir sohbetten sonra konuştuğu kişinin ne değerli biri olduğunu anladı ve Kuşimoto’daki değişimi onun başlattığına kanaat getirdi. Fenerden döndüğünde kasaba halkının meraklı sorularının hepsine cevap vermekle kalmadı, babayanın ruhlara rehberlik ettiğini, insanları kötülüklerden koruyacak bir tesir gü cüne sahip olduğunu da söyledi. Sonraki bütün zamanlarda Ku şimotolular problemleri olduğunda, iyi günde, kötü günde, gelip hep babayandan yardım talep ettiler. Doktor hastasını ameliyat etmek istediğinde, hastalar ameliyat olmadan önce hep ona da nıştılar; genç kızlar ona sorarak evlendiler; delikanlılar balık ağla rını onun adını anarak denize saldılar. Kuşimoto’da herkes şimdi inanırlar ki, ‘Ertuğru/’un Babayanı’ onları kötülüklerden koruyup kollayacak, denizlerde denizcilerin ruhları var oldukça hayatları bereketli, günleri güzel geçecek … ” !Eski bir Japon halk efsanesinden! 12 Tokyo, Fuchu, 31 Mayıs, 13.00 (TS1: 07.00) olis Merkezi’ne cinayet ihbarı yapıldı ında, üç sokak � ötedeki Tokyo Ecnebi Araştırmaları Üniversitesi’nde P (TUFS) mezuniyet töreni başlamak üzereydi. Dekanlar başta olmak üzere bütün öğretim üyeleri ve öğrenciler akade mik kıyafetleriyle çimenlerle kaplı bahçedeki büyük platfor mun önünde yerlerini almış, veliler ve öğrencilerin yakınları da puslu bir ilkbaharın zengin tonlarıyla her rengi yansıtan ağaçlar arasında dizilen sandalyelere oturmuş, neşelerini uğultuya dönüştürmekle meşguldüler.

Vakit ilerleyip de or kestradaki yaylıların slow parçalan birbiri ardına eklenmeye başladığında bahçeyi saran romantik hava yavaş yavaş da ğıldı. Kiremit renkli rektörlük binasının duvarına bir mimari tasarım olarak konulan büyük saat, törenin yirmi dakika ge ciktiğini gösteriyordu çünkü. Zaman kavramına titizlik gös teren Japonlar için moral bozucu bir durumdu. Nitekim bir kaç dakika sonra ziyaretçilerin uğultusu da kesilmiş, gözler kürsüde bir hareketlenme umuduyla etrafı kolaçan etmeye başlamıştı. Bakışlar rektör ile o yılın en başarılı asistanım an yordu; töreni başlatacak iki kişiyi. TUFS köklü bir üniversiteydi ve gerek öğretim üyeleri, ge rek mezunlar ve öğrencileri için bu, kaç yıldır beklenen çok özel bir gündü. Yüzüncü yılın diploma töreni her sene yinele13 nen bilindik kutlamalardan daha zengin ve görkemli olmalıy dı. Ne de olsa okul birincisi üniversitenin yaş kütüğüne altın çiviyi çakacak, en başarılı asistan da üniversite amblemin deki melek kanatlan arasından fışkıran meşalenin kırmızı ışığını altın sarısıyla değiştirecekti. Yanın saattir bekliyor olmak gerek konukların, gerekse öğrenci ve öğretim üyelerinin akıllarında bir şeylerin ters gittiği fikrini uyandırmak üzereyken siren sesleri duyuldu. Bütün o törensel ihtimam ve kurgunun birdenbire boşa git tiğini düşündürecek şekilde yaklaşan acı sesler … Orkestra sustu. Meraklı bakışlar bahçe kapısına çevrildi ve umulma dık konuklar ardı ardına içeri girmeye başladılar; ambulans, itfaiye, polis araçları … Yol boyundaki görevliler sirenlere uyarak aceleyle barikatları kaldırdılar ve geçişi engelleyen öğrenci bisikletlerinden birkaçını kenara fırlattılar. Araçlar, Asya ve Afrika Dil ve Kültürlerini Araştırma Enstitüsü’nün önünde gelişigüzel durduğunda kalabalığın uğultusu kulak lan tırmalayacak kadar yükselmişti. Ve bir isim ağızdan ağı za dolaşmaya başladı: Keiko. Keiko, bu yılın en başarılı asistanı, enstitünün Sümer ve Akat dilleri üzerine çalışmalar yapan araştırmacısıydı. Sağ lık görevlileri ve polis ekiplerinin hızla binaya dalışları tören alanındakilerin olup bitenler hakkında yığınla fikir üretme leri anlamına geliyordu.

Ve sonunda hepsinin hayretle ifa delendirdiği şey bir cinayet haberi oldu. Güzel ve başarılı asistan Keiko, -adının aksine- sevimsiz bir güne uyanmış ve bir cinayete kurban gitmişti. Tören alanında Keiko’nun yapa cağı konuşmayı dinlemek üzere heyecanla beklemekte olan ecnebilerden biri, şık giyimli Christopher, adımlan birbirine dolaşarak polislerin yanına koştu. Güzel sevgilisi Keiko’ , yu odanın ortasında kanlar içinde yatarken göreceğini bilmeden. Japonlar için izahı imkansız hallerden biri sayılabilirdi. Bir üniversitede olabilecek en son hadise vuku bulmuş, kuru luş yıldönümü ve mezuniyet töreninin birleştirildiği önemli 14 bir gün kana bulanmıştı. Cesedin başındaki herkes şaşkındı. Öğretim üyeleri gibi polis de olanlara bir anlam veremiyordu. Öldürülen kişi üniversitenin en çalışkan doktora öğrencisi ve asistanıydı. Ve kalbinde elde dövülmüş bir kama duruyordu, kabzasında iç içe üç harfin yer aldığı bir kama … İlk bakışta antika bir kaiken bile sanılabilirdi. Kızın be denine sekiz kere girip çıkmıştı. İlk müdahaleyi yapan sağlık görevlileri yerde uzanan sevimli Keiko’nun artık ölü olduğunu ve tıbbi anlamda bir müdahaleye gerek kalmadığını söylüyor lardı. Polis için araştırılacak pek çok detay vardı ama hepsi sıradan işlerdi ve kolay çözümlenecek bir vakaya benziyordu. İlk bilgileri alabilecekleri asistan arkadaşları -biri hariç-, ho caları ve sevgilisi hemen yanlarındaydı. Yani muhtemel şüp heli olabilecek kişiler … Maktulün boğazında morarma vardı ve yerdeki kan izleri bıçaklandıktan sonra telefona uzanmak istediğini gösteriyordu.

Odanın yerleşim düzenine göre eş yalarının incelenmesi, telefon görüşmeleri ve mesajlaşm alar, görevlilerin sorgulamaları ve kamanın kabzasında parmak izi araştırması. Rutin cinayet prosedürü işte. İnceleme başladığında polis fena halde yanıldığını anla dı. Parmak izi ekibi bütün gayretlerine rağmen hiçbir sonuç elde edemiyordu, oda tertemizdi. Hatta maktulün moraran boğazında ve cinayet aleti kamanın üzerinde bile incelemeye alınacak bir iz yoktu. Belki kabzasındaki işaret, harflere ben zeyen şu arma … Arkadaşlarının ifadesine göre Keiko’nun ofi sindeki özel anlam taşıyan birkaç aksesuardan biri olan bu antik kamanın üzerinde mutlaka parmak izi bulunmalı değil miydi? Katilin değilse bile kendisinin yahut bir ziyaretçinin, bir öğrencinin … Ama yoktu. Katil neden bu kamayı sekiz kere vücuduna sapladıktan sonra kalbinde bırakmıştı? Neden alıp gitmemişti? Vermek istediği mesaj mı vardı? Üzerindeki şu arma, “ZE-M”, kime veya neye aitti? Çok geçmeden polisin aklından geçen tüm sorular ardı ar dına cevapsız kalmaya başladı. Gerekli incelemeler sona erdi15 ğinde sıfır elde var sıfırdı. Boğazı sıkılarak bıçaklanmış veya bıçaklandıktan sonra boğazı sıkılmış bir ceset öylece oda nın ortasında yatıyordu! Ne çevrede bir iz, ne telefonundaki aramalarda şüpheli yahut sıra dışı bir konuşma, ne de odayı dolduran insanlardan birinin bilgisi! Olağan dışı bir hareket veya gelişme? I-ıh! Hiçbir şey yoktu. Belki de bu yüzden, mak tulün telefonundaki kayıtları çözümleyen operatörün rapo ru faks yazıcısından çıkmaya başladığında bütün dikkatler makineden akan sayfaya yöneldi. Ama heyhat!. Genç polisin çıktıyı okuyan sesinden umutsuzluk akıyordu: “İsimleri kayıtlı tanıdıklanyla her zamanki günde lik görüşmeler … ‘Ertuğrul’un Babayanı’ ve ‘Sümeroloji’ başlığıyla açılmış önemsiz iki WhatsApp ve mesaj grubu. Konuşma süreleri kısa. Konuşma dili Japonca ve lngiliz ce … bla … bla … bla … Sonuç olarak, olağan dışı hiçbir veri mevcut değildir. Tekrar dinfrmmek istenirse telefonun şif resi: ‘Abum Rabum’dur.

” Odadaki hocalar tarafından da baş sallayarak tasdikle nen bu cümlelerden sonra genç polis Masaaki, faks çıktısını avucunda öfkeyle buruşturup çöp sepetine basketlemek ister gibi kolunu kaldırdı, amiriyle göz göze geldi ve kararından dönüp kağıdı ona uzattı. O sırada omuzlan düşüveren polis amiri kağıda yeniden göz gezdirdi, son paragrafa gelince delil torbasındaki telefonu açtı ve şifreyi girmeyi denedi: “Abum Rabum”. Bunu içine düştüğü çaresizlikten mi yaptığını, yok sa gelen raporu doğrulayarak zaman mı kazanmak istediğini kendisi de bilmiyordu. Belki de telefonu inceleyen ekibin dik katini çekmeyen bir ayrıntı yakalardı. Parmakları hızla tuşla malar yaptıkça ekranda bilgiler akıyordu. Aramalar, mesajlar ve diğer kayıtlar. “Ertuğrul’un Babayanı” dosyasında aile fert leriyle yakın arkadaşlarının, “Sümeroloji” grubunda da dün yanın her yerinden bilim insanlarının mesajları vardı. Olağan dışı hiçbir şey de yoktu üstelik. Kendine kızdı, “Bir bilim insa16 nının hayatında olağan dışı ne arıyorum ki zaten?” Dudağını büküp telefonu torbaya atarak yeniden masayı araştırmaya koyuldu. Eliyle döşemesini ve ek yerlerini yokladı. Köşede iğreti duran bir kağıtta Yomota Inuhiko’nun okuyana ölüm ve lanet getiren “Tomino’nun Cehennemi” adlı şiiri yazılıydı. Önce ezberinden birkaç dize mırıldandı. Ama herkes gibi o da şiirin sonunu getirmeden kağıdı bıraktı; lanete uğramamak için. Sonra da “Saçmalık” dedi alçak sesle ve yüzünü buruştu rarak devam etti, “Yok Ertuğrul’un Babayanı, yok Tomino’nun cehennem laneti! Seni efsaneler öldürmüş kızım!” Gel gelelim fikrinden dönmesi uzun sürmedi. Maktulü ta nıyan herkes, ne ezoterik inanışlarından, ne de geçmiş takın tısından bahsediyor, bilakis tam bir işkolik olduğunu söylü yordu.

Ofisi paylaştıkları Yahudi asıllı meslektaşı Kitron ile birlikte gece gündüz Sümer metinleri, Akatça kitaplar, yıldız bilim, arkeoloji, tarih … Asosyal bir hayat. Polis amiri, kızın twitterda takip ettiği toplam bir iki akademisyen ve üç yakın arkadaştan başka dış dünya ile bağının olmadığını düşü nürken Masaaki amirinin düşüncesini okurcasına mırıldan dı, “Ne hayat ama” ve yüzüne bakarak tamamladı cümlesini “Varsa yoksa kitaplar, yazılar ve tarih öncesi insanlar!” “Dalga mı geçiyorsun Masaaki-kun! Sana benzeyen biri yatıyor işte yerde. Kitap, kitap, kitap … Tarih, arkeoloji, Orta doğu … Hatta kızın şuradaki Sümerce metinleri bile sana ses leniyor sanki! Sonra da herkes ağız birliği etmiş bana işkolik oluşundan, çalışkanlığından dem vuruyor. Yok arkeolojide tez sahibiymiş, yok Sümeroloji araştırmalarında adı literatüre geçmişmiş falan filan … Neden öldü peki?” Masaaki bir anda kendini yerde yatan kıza yakın hissetti. Bildiklerinin benzerlerini bilen bu kızla ölüyken değil de sağ ken karşılaşmadığına, en azından onun Sümeroloji grubunda olmadığına hayıflandı. Olayı çözme konusunda sergilediği başarısızlığın ve hala bir ipucu elde edememe çaresizliğinin moral çöküntüsü içindeydi. Saatine baktı. On dördü geçiyor17 du. Tecrübeli bir polis şefi olan amirine başını çevirdi; altı yıl boyunca kendisine her şeyi öğreten ustasına. İlk günden bu yana onu hiç böylesine sıkıntılı ve çaresiz gördüğünü hatır lamıyordu. Zavallı adam, ilk araştırmaları yapmış, maktulün tanıdıkları hakkındaki bütün bilgileri almış, bulunabilenleri ayaküstü sorgulamış, çevre incelemesi ve parmak izi çalış malarının tamamlandığını kontrol etmiş ama çözüme ulaş mak üzere hiçbir ilerleme gösterememişti. Yerdeki cesede, kariyerini olumsuz etkileyecek bir vaka olarak baktığı belliy di. Yüzündeki huzursuzluğu fark edenler daha kötüsünü de düşünebilirlerdi. Her zaman bir zafer edasıyla tekrarladığı “Şimdilik cinayet mahallinde yapılacak pek işimiz kalmadı!” cümlesini bu sefer öyle kısa sürede, kendinden emin bir ses tonu ve neşeyle söyleyemeyeceği ortadaydı. Zihninin başka yerde olduğu duvarları dolanan boş gözlerinden okunuyor du.

“Ne katilden, ne cinayet sebebinden bir iz! Peki ama nasıl olabilir?” Keiko’nun cesedi torbaya girip de fermuarı kapatılırken hem Masaaki, hem de amirinin zihninde beliren tek umut, bu genç bilim insanının son iki yıldır ofisini paylaştığı Kitron’la henüz görüşmemiş olduklarıydı. Birlikte aylardır Sümer me tinleri üzerinde çok yoğun biçimde çalışıyorlardı çünkü. “Yine mi Kitron-san?” diye karşılık verdi soruya Dekan Bey, sonra da artık sıkıldığını gösteren baştan savma bir el işareti yapıp sıraladı, “başta söylediğim gibi Memur Bey, iki gün evvel dini bayramlarını kutlamak için İsrail’e gitmek üzere izin aldı. On gün sonra dönecek! Tamam mı, bir kere daha kayıtlara geçti mi? Şimdi müsaade ederseniz … ” Dekan cümlenin gerisini getirmeden kapıya yöneldi. Bir an evvel bahçeye vanp yapılamayan törenin ardından hala bekleşen ebeveynler var ise özür dileyici bir konuşmayla an lan dağıtmaktı niyeti. Masaaki adamın acelesini anlayışla karşılayıp onu uğurladıktan sonra odadakilere yeniden baktı. Doktora öğrencileri ve arkadaşları. Onlar da Kitron hakkında 18 dekanın söylediklerini doğrulayan cümleler kuruyor ve İsra il’e gittiğini anlatıyorlardı. Amiri öfkesini şakayla örtmeye çalıştı:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir