Iskender Pala – Mihmandar

“Yemen’da. Tûbba DÜru İsminde, zengin, adaletli v* İhtişamlı bir melik yaşarmış. Har gün Allah’a yüs kerre tövbe ettiği ve hastalık gelince tabirle katlandığı için halk ona ‘Eyyûb’ laka bını vermişler. Zebûr İle amel eder ve Devud Nebi’ye İnanırmış, lea Peygam ber’dım yüz alil yahut iki yüz alil yıl kadar sonra hükümdar olmuş. Pek çok sayıda askeri va dokuz lana de bilge veziri ver İmiş Biri hariç diğer sekiz bilgesinin adını bizzat o koymuş, öyle ki, hiçbirinin adı bir diğerinin adındı yer elen harflerle yazılmasın diye, elifba dizgesindeki harf İare küçükten büyüğe rakamsal karşılıklar icat ederek en genç vezirinden en yaşlıya doğru bir birinden eyn, benzersiz isimler bulabilmiş. Eski zamanın kayıtlarını tutanlar ve eski hikâyeleri coşkuyla anlatanlar bu isimleri şöyle saymışlar: Ebced (abcd), Hevvez (hevz), Huttî (hatıy), Kelemen (kelmn), Sa’fes (sea’fsa), Karaşet (kar şt), Sehaz (sehıze) ve Dazığ (dazığ). Yemen’de kullanılan İbranî ve Arap elifbasındaki her bir harfin ancak bir defa geçtiği bu sekiz ismin dokuzuncusu Semul’e gelince o, aslında melikin babasının da adıymış. Yemen’in bu adaletli hükümdan Tiibba Dürü bir gün İsa dinini öğrenmek için Kudüs’e gitmeye karar vermiş. Yolu üzerindeki Mekke’ye uğramış. Kabe’yi tavaf ve ziyaret etmek istiyormuş. On iki bin asker ve vezirleri ile birlikte çadırlarını kurmuşlar. Fakat buraya geldikleri zaman Mekke’nin ileri gelenleri bunlan karşılamamış, izzet ü ikramda bulunmamışlar. Bunun üzerine Melik Tübba’ınn emirleri, araya nifak sokmuşlar ve meliki gazaba getirip Mekke’nin ileri gelenlerinin mallarını yağma ettirmeyi, hatta bazılarının başlannı kestirmeyi düşündürtmüşler. Bilge vezirler ise bu fikre karşı çıkmış. İçlerinden Semul, Ahir Zaman Nebisinin Mekke’de doğmasının yaklaştığını, eğer Mekke halkı yok edilirse muhtemelen onun atalarının da bundan zarar göreceği yahut doğumun geri kalma ihtimali bulunduğunu, bunun ise Allah’ın gazabını çekeceğini söylemiş.


Melik o gece Mekke lilere öfke duya duya yatağına girmiş. Fakat uykusunda ona bir hastalık gelmiş ve bütün vücudu şişmiş. Hekimleri derdine bir türlü çare bulamamışlar. Ertesi gün ve daha ertesi gün, şişme gittikçe ilerlemiş. Nihayet dili ağzını kaplayıp nefes almasını zorlaştırmış. O sırada bir kâhin, içindeki fesatlık nedeniyle bu hâle geldiğini, bilge Semul’ün bahsettiği Ahir Zaman Nebisinin bak olduğunu, taşıdığı kötü fikirlerden vazgeçerse iyileşebileceğini söylemiş. Melik Tübba kâhini dinleyip yavaş yavaş öfkesini yenmiş ve kötü niyetlerinden vazgeçip tövbe etmiş. Bedeni de evvelkinden sağlıklı hâle gelmiş. 10 Bu minval üzere Mekke’den kalkıp kendi yoluna gidecek olmuş. Çölü ve kara tepeleri aşmış. Sonunda yolu Yesrib diye bir kasabaya uğramış. Dağların arasında, ova gibi bir arazide kurulan bir kasabaymış burası ve çok zaman önce haraba yüz tutmuş. Münbit arazisi var iken ot bitmez, kervan geçmez bir yer olmuş. Tübba burada konaklamak bile istememiş. Çünkü her yer pek kötü kokuyormuş.

Hekimleri ve bilge vezirleri kötü kokunun sebebini bir türlü anlayamamışlar. Nihayet konacak menzil ararken yollan bir mahalle uğramış. Burada nedense o kötü koku yokmuş. Bilakis burunlarına çok güzel bir koku geliyormuş. Melik bunun sebebini sorduğunda yine bilge Semul, Kâbe’de doğacağını söylediği peygamberin bir müddet sonra buraya geleceğinden, burada yaşayacağı ve sonunda bu güzel kokulu küçük yere defnolunacağından, duydukları kokunun belki de ona ait olma ihtimali bulunduğundan bahsetmiş. “Ol Nebinin gelme zamanı yaklaşmaktadır” demeyi de unutmamış. Bunun üzerine Melik Tübba anılan yerde toy kurdurup şölenler tertiplemiş. Günlerce çevredeki halka iyilik ve hayırlar yaparak uzunca müddet, ol cennet kokulu ravzada konaklamış. Amma sayılı günlerin tükendiği, uzun vakitlerin kısaldığı sırada melikin emrindeki âlimler, kendisinden bir istekte bulunmuşlar: “Ey Meliki muazzam! Sizin emrinizde yeterli sayıda ulemâ ve tebaa vardır, bizi burada bırakınız ve bizim her birimiz için birer hane yaptırınız. Ümit ederiz ki, o Nebinin dönemine erişir ve kendisine kavuşuruz. Eğer, kendilerine kavuşabilir sek sizi de haberdâr ederiz.” Bunun üzerine Melik, âlimlerinden kırkı için birer ev yaptırmış ve her birine birer de cariye vererek birçok mal bağışlamış. Temelini taş ile ördürdüğü bir ev de, gelecek olan Nebi için yaptırıp şöyle vasiyette bulunmuş: “O muhterem zât Mekke’de peygamber olup da bu memlekete hicret buyurduğu vakit, bu hanede ikamet eylesin.” Ol vakitlerde yazı tuğlalara yazılır, mektuplar böyle gönderilirmiş. Melik Tübba, pişmiş tuğladan bir tablet hazırlatmış.

Üzerini kendi eliyle yazdıktan sonra bilge veziri Semul’e vasiyet etmiş ki: “Şayet, beklenen o son peygamber benim zamanımda gelecek olursa pek âlâ; eğer benden sonra gelecek olursa o muhterem zât namına sana bu mektubu veriyorum. Emanetimi elden ele, babadan oğula teslim ederek bizzat eline ulaşıncaya kadar devrettiresin.” Meğer Melik Tübba, mektubun üzerine İbranî harfleriyle şu ibareyi yazmışmış: “Evvel ve âhir, her şey, her emir ve takdir Allah Taalâ’nın dır.” Erte vakitte melik, ordusunu alarak önce Kudüs’e varmış, ardından memleketi olan Yemen’e dönmüş. Semul, melikin mektubunu bir sandıkçeye koyup mühürlemiş. Ta ki emanet sahibini bulunca açılsın. Zamanlar akmış, doğanlar ölmüş. Hazrec kabilesinden olan Semul, Kutlu Peygamber’e erişememiş. Gel zaman, git zaman, Semul’ün yedi veya on iki göbek sonraki torunu Zeyd bu evde otururken adı güzel Muhammed doğmuş. Ol Ahir Zaman Nebisinin kutlu doğumundan yirmi yıl sonra da Zeyd’in bir oğlu olmuş. Adını Hâlid koymuşlar. Bu Hâlid, arkadaşı Reva ha’nm telkiniyle Müslümanlığa meyledip ‘Eşhedü en lâİlâhe illa’llah ve eşhedü enne Mühammeden abduhû ve rasûluhû’ diyerek imana gelmiş ve ikinci Akabe Biatı’nda Nebi’nin ümmeti olmayı kabul ederek onu cam pahasına korumak üzere and içenler arasına katılmış. Hâlid yirmi iki yaşındayken evlenmiş ve bir oğlu doğunca, çok tövbe edenlerden ve hasta lık gelirse sabır gösterenlerden olsun diye ona büyük büyük dedesi Semul’e imkân tanıyan Melik Tübba Düru’nun lakabı Eyyûb’u ad diye koymuş. Ol sebepten Yesribliler Hâlid’e Ebû Eyyûb demişler. Zanaatı çulhalık olan ve bez dokuyarak geçinen Hâlid, nâmı diğer Ebû Eyyûb elEnsarî, meğer adından dolayı bilge SemuTün hikmetini taşırmış.

Ve onun zamanında olmuş hep olanlar.” (Hikâyei Ebû Eyyûb, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Bölümü, nr. 4032, yazılışı: H.1300/M.1882, v.l5ab. Kısmen sadeleştirilmiştir.) 13 İBRANî HİLKAT YILI, 6098 (12 6YLÜL 622 ?) “Önce müşriklerden ayrılmak, sonra Müslümanlara katılmak…” Herkesten istediği işte buydu. Görü nüşte birincisi vatandan ayrılmak, İkincisi ise gurbette yaşamak demek ti ama o tam tersini söylüyor, “İslâm her yerde bizim vatanımız olacak!” diyordu. On üç yıllık sabrın meyvesi ni, yıllarca süren baskı ve eziyetlerin sonunu bekliyorduk. Ona inananlar Habeşistan’dan bu yana durmadan bir yerlere göçmüşler, herkes kendi hicretini yaşamıştı. Bu sefer bir arada olacağımız için heyecanlıy dık. Yesrib bunun için bize kucak açmıştı. Ve Mekke’den çıkıp Yesrib’e giderken kötü lüklerden iyiliğe, çirkin huy ve alışkanlıklardan insaniyete; yalpalayan şahsiyetlerimizden dosdoğru olmaya göç ettiğimizi düşünüyorduk. “Gerçek bir muhacir” diyordu, “vatanından ziyade Allah’ın yasakladıklarından ayrılabilendir.

”Yeni dinin mensuplan, bunu bilmenin hazzı ve ihlâsıyla göçmen oluyor ama önce İslâm’ın yasaklarından göç ediyorlardı. Göç, Muharrem ve Safer aylarında iyiden iyiye yoğunlaşmıştı. 0 evden, bu evden, müminler buruk kalplerle çıkıp çıkıp gitmişler, geride savrulmuş acılar bırakmışlardı. Gidenler kalanlar için, kalanlar gidenler için ağlıyordu. Umutlar hep Yesrib yollanna dökülmüştü. “Yesrib” diyordu, “insanlığın sancılanna çare bulmak üzere, yaratılışta kardeş, dünyada eşit ve eş olduğunu bilenlerin şehri olacak; kendi nefisleri için istediklerini başkaları için de isteyenlerin, kan davasına kapılmış düşmanlar iken can ciğer dostluk kurabilenlerin, ayrı şehirlerde hiç tanışmadan yaşarken birbirlerine vâris olacak derecede kardeş olanların, hak ve hakikati, iyiyi ve güzeli yaymada ölümü göze alanların, birbirlerine yalnızca Allah için yaklaşan, kaynaşan ve öylece birleşenlerin, iyilikte yarışanlar ve örnek hayatlar sürenlerin şehri olacak.” Dediklerine inanıyor, bunu bir dava adamından ziyade, Allah’tan vahiy alan bir peygamber olarak savunuyordu. Evet, o peygamberdi ve benim dostum, arkadaşımdı. Peygamber olarak yüksek vahiylerin sözcüsü; arkadaş ve kul olarak da herkesten daha mütevazı bir yaratılışın temsilcisiydi. Kuşça yüreğinin her ayrılıkta nasıl titrediğini, Mekke’den giden her mümin için âdeta serçe kanatlarıyla çırpındığını görebiliyordum. Sevr Mağarası’nda geçirdiğimiz üç gün boyunca, gözünde yaşlarla dönüp dönüp geride bıraktığı şehrine bakışı ve Yesrib’i bir umudun adı olarak tekrarlayıp durması yüreğimi burkmuştu. Biliyordum, içi kavruluyordu, ama yine 16 de geleceğe dair güvenli sözler etmeye, müjde dolu cümleler kurmaya devam ediyordu. Bunları duymanın beni teselli edeceğini düşünüyordu zahir. Mağaradaki son gecenin seherinde, hatıralarımızı bıraktığımız şehrin puslu görüntüsüne dalarak kendi kendimize konuşurken, birbirimizden gizlemeye çalıştığımız gözyaşları arasmda, birden benim de işiteceğim şekilde mırıldanmaya başladı: *Vallahi ey Mekke, sen benim için yeryüzünün en güzel şehrisin. Eğer beni senden ayırmasalardı ben asla gidenlerden olmazdım.

Bir gün sana tekrar döneceğim, bekle beni!” Sevdiğim şehre son bir kez baktım. Evler üzerine kasvet gökmüşçesine belli belirsizdi. Orada görmeye çalıştığım şey aslında çocukluğum, gençliğim ve belki de bütün hayatimdi. Son birkaç yılım gözlerimin önünden geçiverdi. Müşriklerin eziyetleri ve zor şartlar, benim gibi İslâm’ı kabul eden herkesi Mekke’den çıkmaya zorluyordu. İnananların tartaklanmadıkları, işkenceye maruz kalmadıkları, aşağılanıp alay edilmedikleri bir gün bile yoktu. Maddi ve manevi baskılara dayanmak gitgide imkânsızlaşıyordu. Günler, aylar ve yıllar herkesin gözünde yaş, kalbinde hüzün oluyor, durmadan akıyor, akıyordu. Güvenli ve tarafsız bir beldede toplanmamızı bu yüzden istemişti. Yoksa Mekke’yi bırakıp gitmek ve hatıralarımızı unutmak, istediğimiz son şeydi. Hiç kimse bu karan kolayca alabilmiş değildi. “Gitme”nin, varacağımız yerde “bu luşmak”tan önemli ve hayatî olduğuna inanmasak belki yine gitmezdik. Doğduğumuz toprak bizi kendine bağlıyordu. Gidişimiz için ilk adınım, vanşımızdaki son adımdan daha değerli olması bu yüzdendi. Son adım hayal bile olsa, ilk adımı fedakârlıkla atanlar, kurtulanlardan olmaya başlamıştı.

Gel gelelim her kurtuluştan ve her kurtulandan sonra Mekke’de kargaşa artmış, işler gitgide sarpa sarmıştı. Önceleri bizi git17 memiz için zorlayanlar, artık giderken eziyete başvuruyorlar; mallarımıza, mülklerimize musallat oluyorlar; hatta göndermemek için baskı uyguluyorlardı. Şehirden gidenlerin, yok, yok, evvelce gönderdiklerinin bile geri getirilmesini murat edinmeye başladılar. Gelsinler ve şirkte kendilerine itaat etsinler istiyorlardı. İşte bu yüzden, her gidenden sonra geride kalanların can güvenliği biraz daha azalmış; durumları biraz daha sıkıntılı hâle gelmişti. Gizli gizli gidişler başladı. Ka çarcasma gidişler… ilk adımı bir umutla atanlar, son adımlarında korkudan kurtulacaklarına dair şüphelerle gitmeye başladılar. Bir tek cesur ve yiğit Ömer, Mekke’nin dünyaya armağan ettiği o kahraman, ilk adımını atmak için Kâbe’ye varmış, yayım ve kılıcını omzunda sallayarak, “Ey Allah’tan başka ilâh edinenler!” demişti, “Bu şehirden gizlice kaçacağımı mı sanıyordunuz; hayır, bunu yapmayacağım. Bilin ki şimdi yola çıktım, işte Yesrib’e gidiyorum. Aranızda çocuklarım yetim, eşlerini dul bırakmak isteyen varsa gelsin peşimden!” Ömer’in gidişinden sonra inananlar için hayat daha da zorlaştı. Kutlu Nebi’nin her adımı kontrol ediliyordu artık. Damadı Osman ile kızı Rukiyye de gidince, neredeyse nefes almasına bile karışılır oldu. 0 sabrediyor, herkese sabrı tavsiye ediyordu. Hiçbir şiddete şiddet ile karşılık vermiyordu. Bütün yaptığı cemaat direnişinden ibaretti.

Buna rağmen müşriklerin planlan daha da korkunç olmaya başladı. Birkaçı hariç bütün inananlan ve arkadaşlan gitmişken onu kolayca ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bunun için yedi kabileden yedi genç seçip fırsat kolladıklanm duyduk. Bu yedi adam aynı anda kılıç üşürecek, böylece Haşimoğullan kan davası gütmek yerine birkaç deve bedeli tutanndaki diyete razı olacak, iş kapanıp gidecekti. Çember daralıyor, müşriklerin kötü planlan anbean şiddetleniyordu. 18 Her zaman metanetli biri olmuşumdur, ama bunca baskıya dayanmanın yükü, artık beni de kara kara düşündürüyordu. Mekke’de saflar ayrışmış, akrabalar düşman olmuş, babalar oğullarından veya kızlar analarından kaçar duruma gelmişti. Şirkin nefesini ensemizde hissetmediğimiz bir an yoktu. Her dakika yeni bir kötülük icat ediyor, her saat yeni bir plan kuruyorlardı. Ve bir akşam, biz de bir plan kurduk. Geride kalan üç azâde arkadaş… Ben, Ali ve o. Hayatımı değiştiren o birkaç saatte kendi hakikatime erdim diyebilirim, iki ay evvel çoluk çocuğumla Yesrib’e gitmeye niyet edip de kendisinden izin istediğimde, “Sabret aziz dostum,” demişti, “azıcık sabret, Allah belki sana bir yol arkadaşı ihsan eder, hele sabret!” Ben hep Ali’yi ona yoldaş olarak düşünmüştüm, ama o akşam plan yaparken ikinin İkincisi olacağımı söylediğinde, önce çok sevindim, ama sonra dehşetli bir korkuya kapıldım. Ya onu gerektiği şekilde koruyamazsam, ya bir kusur edersem?!. Bu korku, geride korumasız bırakacağım ailem ve çocuklarımı düşünmemi bile gölgelemişti. Ve onun bırakıp gideceği Ümmügülsüm ile Fâtıma’nın korkusunu da.

Ama karar verilmişti; sıcakların şiddetine bakmayacak, pazartesi günü yola çıkacaktık. Yesrib’in tam aksi istikametindeki Sevr Mağarası’nda geçirdiğimiz müteakip üç günde ki bana üç yüz yıl kadar uzun gelmişti planımız tıkır tıkır işledi. Mekkeliler bizi hep Yesrib yolunda arayacaklardı, oysa kaldığımız mağara tam tersi istikametteydi. Yiğitler yiğidi Ali, müşrikleri yanıltmak için Kutlu Nebi’niıı yatağına yatmıştı. Oğlum Abdullah’a üç gün boyunca gizlice gelip Mekke’de neler olup bittiğini bize bildirmesini tembih ettik. Onun izlerini silmek için de sadakatli çobanım Amir bin Füheyre, koyunlan Sevr Dağı’mn eteklerine sürecekti. Üstelik böylece bize süt ve azık da ulaştırmış olacaklardı. 19 Dedim ya, kutlu yoldaşım o gece benimle yolculuk edeceğini söylediğinde çok heyecanlandım. Oysa daha aynı gecenin ikindisinde, müşriklerin yedi genç adam ile evini kuşattıkları haberini almış ve çok korkmuştum. Buluştuğumuzda onu da tedirgin görmem bu yüzdendi. Muhtemelen evini kuşatanları fark etmiş, camna kastedeceklerini kestirmiş ve kendi canı için değil, Allah’ın insanlara tebliği yanm kalacağı için, ümmeti için üzülmüştü. O geceden sonra her şey çok hızlı gelişti. Sabah olur olmaz Ali’ye kendisindeki emanetleri bir bir teslim etti. Bunların bir kısmı canına kasteden düşmanlarının emanetleriydi üstelik. O “Emin” idi.

O kadar ki düşmanlan bile ona emanet ettikleri şeyi bir daha dert etmezlerdi. Emanet teslimi bitince Ali’ye yeşil hırkasını giyindirip yatağına yatmasını söylemiş ve dediğine göre, eline bir avuç toprak alıp kapıda pusu kuran yedi kişinin üzerine serperek aralarından süzülüp gelmiş. Her biri bakar körler gibi öylece kalakalmışlar. Ağzından çıkan her şeye inanırdım, buna da inandım elbette. O söylüyorsa öyle olmuştur. Oğlum Abdullah’ın getirdiği haber de onu doğruluyordu zaten. Dediğine göre, ertesi sabah müşrikler, üstleri başları toprağa bulanmış yedi genç adam görünce alay bile etmişler: “Hayrola, burada ne bekliyorsunuz?” “Muhammed’i elbette!” “Üzerinizdeki şu topraklara bakılırsa siz bütün gece hiç kıpırdamamışsınız tosunlar? Sakın Muhammed gitmiş olmasın? Ha!.” Yedi genç adam, başlarına geleni ancak o vakit anlamışlar. Derhâl eve koşup yatağa saldırmışlar ama iş işten geçmiş. Yatakta Ali varmış. Yiğitler yiğidi Ali. Onu hapsedip sorguya çekmişler ama nafile. Ali’dir bu, ser verir, sır vermez. Avlarını elden kaçırmak, müşriklere elbette çok ağır gelmiş ve Ebû Cehil hemen bir tellal çığırtmış: “Duyduk duymadık demeyin!. Her kim Muhammed’i bulursa yüz deve ile ödüllendirilecektir! ödül Dârunnedve’nin teminatındadır.

” Sevr Mağarası’nda ilk sabahımızdı. Mekke’de puta tapınan ne kadar katil, hırsız, hayırsız ve uğursuz var ise ödülü almak için silahlanıp atlanarak peşimize düşmüşler. “Bereket versin,” demişti oğlum Abdullah, “hemen hepsi sizi Yesrib istikametinde, Dımaşk yoluna paralel güzergâhlarda arıyorlar. Şimdi yola koyulursanız, tam zamanıdır.” Kutlu yoldaşım, Abdullah’ın dediğini yapmadı. “Bekleyelim, sadık dostum, bekleyelim.” dedi, sonra da müşriklerden ikisinin, şu çok akıllı Ümeyye ile Mekke’nin azgın zengini Ebû Cehil’in adım anarak, “Bu ikisi farklı düşünecek, bizim şaşırtmacamızı mutlaka akıl edeceklerdir.” diye ilave etti. Bu kararın doğruluğunu, o iki zeki adamın akıllarının bir örümcek ağına takılıp kaldığını görünce anladım. Mağarada ikinci günümüzdü. İkindi sonrasında dışarıdan sesler duyuldu. Kutlu Nebi dizime başım koymuş, dalar gibi olmuştu. Uyandırmaya kıyamadım. Gelenleri seslerinden tanımaya çalışarak kulağımı azıcık dışarıya vereyim derken uyanıverdi. Birlikte usulca ilerleyip dışanya baktık.

Bir önünde, bir arkasında duruyor, tıpkı yolda yaptığım gibi onu her yakadan korumaya çalışıyordum. Bir an durakaldım. Hayretler içindeydim. Fısıltıyla sordum: “HabîbîL Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?” “örümcekten mi bahsediyorsun?” “Ve dahi güvercin yuvasından ve dahi içindeki üç yumurtadan! Sabah Füheyre’nin oğlu süt getirdiğinde olmayan yuvadan, olmayan yumurtalardan.” “Üzülme demiştim ya sana, Rabb’im ‘011’ deyince her şey oluyor, görüyorsun, ben dahi görüyorum. Hatta Rabb’im bana ötesini de gösteriyor, Cebrail’in şurda duran kanadını.” “Yaklaşıyorlar habîbî, sekiz kişiler, başa çıkamazsam diye korkuyorum.” “Korkma! Allah bizimle beraberdir!” “Kendim için korkmuyorum habîbî…” “Bak!,. Yuvaya güvercin de geldi.” “Siz, ne olur, şöyle geride durun, ben hepsine…” “Sss!. Oturalım ve Allah adı anarak bekleyelim!.” Gelenler geldiler. Ebû Cehil ile Ümeyye başı çekiyor, iz süren adamın talimatlarıyla ilerliyorlardı. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Tırmanılacak son kaya parçası da ayakları altında kaldığında artık neredeyse karşı karşıya duruyorduk.

Nefesimi tuttum. Allah’ı kalbimde hiç bu kadar güçlü hissetmemiştim. Korkmam gerekiyordu ama artık korkmuyordum. Yalnızca olacakları bekliyordum. îşte hepsi oradaydılar. Elleri kılıçlı tam sekiz kişi. Mağaranın içi karanlık olmasa onlar da beni görebilirlerdi, onu görebilirlerdi. Bu adamlarla çarpışarak ölmek istiyordum, ölmek, öldükten sonra yeniden, yeniden dirilip vuruşarak yeniden, yeniden ölmek. Ama kutlu yoldaşım için yaşamak zorundaydım, onu korumak için yaşamak. İçimde hangi duygunun galip geldiğini bilmeden öylece bekledim. Nihayet Ümeyye öfkeyle iz süren kâife bağırdı: “Ahmak herif! Sen ne biçim kılavuzsun? îz sürüyorum diye buraya kadar tırmandırdın bizi. Yukarıda mağara var dediğin bu muydu yani?” “Dur hele Ümeyye, mağaraya da bakalım!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir