Kapı yavaş yavaş, ihtiyatla açıldı. Biraz aralık durdu. Sonra çıplak ayakların hafif şıpırtısı işitildi. İstanbullu yeni uyanmışƨ. Yaƴğı yerden içeri gireni göremiyordu. Ama kim olduğunu biliyordu. Mahsustan büyük sesiyle sordu:. — Kim o? Cevap veren olmadı. — Kim o? — Aduş… — Aduş… — Hey… — Kız “Hey” ne demek? Aduş? — Efendim. — Sabah şerifler hayır olsun Aduş Hanım… — Olsun efendim. — Gel bakalım… İstanbullu, yanında duran iskemlenin üzerine akşamdan bıraktığı bir tek çay şekerini eline aldı: — Buyrun Aduş Hanım… Aduş, şekeri derhal ağz — Dün bir abla daha getirdilerdi. Adı neymiş? — Bilmem. İşte o ağladı da, anam da beraber ağladı. Nerde Mahpus? — Yok, gezmeye gitti… Aduş, kediyi karyolanın altında, dolabın arkasında aradı. — Aduş. — Efendim. Hanım ne yapıyor? — Hanım da ağladı. Bizim evde herkes ağlıyor. — Sen..? — Ben de ağladım. — Baban? — Babam ağlamaz. Babam erkek… — Maho? -Mahmut dokuz yaşındaydı- Maho ağlamıyor mu? — Ağlıyor. Ayakları üşüyor da… Maho erkek değil ki!.. Çocuk… — İstanbullu, kış gelmeden evvel Aduş’a kundura ve entari temin etmeye karar vermişƟ. Çocuğun çıplak ayaklarına bakarak sordu: — Nerde senin takunyaların? Aduş takunyayı bilmiyordu. İstanbullu sözü değiştirdi: — Nalınların nerde? — Koptu. — Kopmuş… Hele rezil… Yere basma bakalım… Çık şu sıranın üzerine… Betona basılır mı? Hasta olursun. Çık şuraya. — Ben hasta olmam… Aduş, “Ohh… ” diye hafif bir ses çıkararak minnacık ellerini yanağına götürdü. Anası olan çocuk hastalanmaz. Anası karnını doyuruverir. — Aç mısın? — Hacı Abdullah dayın nerde? — Görmedim. Bu esnada Aduş’a seslendiler. Kız gülerek dolabın arkasına kaçtı, başını uzatıp fısıldadı: — Ayşe Ana gelmiş… — Neden saklanıyorsun? — Beni içeri kapatır… — Korkma ben söylerim kapatmaz. — Sana “kapatmam” diyor, ama aşağı götürünce kapaƨyor. İstanbullu, Aduş’un saçlarını kesƟrmek için anasıyla tam bir ay mücadele etmişƟ. Saçı kesƟrdiler ama boynundaki kaƨr boncuklarını, sarı ve nikel kuruşlardan yapılma gerdanlığı çıkartamadılar. Aduş deliler gibi ağladı, kendini yerlere çaldı. Küçücük -dört yaşında— esmer, zayıf bir kızdı. İstanbullu buraya ilk geldiği zaman gözlüklerinden korkmuş, aylarca kucağına çıkamamışƨ. Sonra sonra, birbirlerine işte böyle alışƨlar. Aduş Türkçeyi ve çiŌetelli oynamasını pek kolay öğrendi. Dost oldukları gün, on dört ay evvel, İstanbullu onu duvarın önünde durdurtup ölçmüştü. Aduş, şimdilik her sene üç parmak büyüyordu. Hem boyu, hem aklı bu kadar büyüyor. Para veren mahpuslara teşekkür eder ve Alman ordusu gelse, parasını elinden alamaz. Parayı mutlaka anasına verecekƟr. Karılar koğuşunun kapısına gider, yere yüzükoyun yatar. Bazen “Like” bazen “Ana” diye seslenir. İçerden başka birisi anasının yerine cevap verse Aduş bir ihƟyar kocakarı gibi yaƴğı yerden “Hayır… Hayır… ” manasına başını sallar. Anasının sesini alınca paraları peşi peşine kapının alƨndan içeri sürer. Şimdilik, hamal olan babasına da, bir kavga esnasında komşu karısının kaba eƟni ısırıp ölümüne sebep olduğundan iki seneye mahkum anasına da, babasıyla beraber dışarda kalan altı, yedi, dokuz yaşındaki üç kardeşine de Aduş yardım etmektedir. — Aduş… Kız, dert yapışasıca… Kız… Ayşe Ana soluyarak odaya girdi. — Beyim kız burada yok mu? — Kızı bırak… Sen neredesin Müslüman? Hastalığın nasıl oldu? — Sorma… Halime bak… Karı gardiyanı Ayşe Ana, çok uzun boylu, çok şişman bir kadındı. Gençliğinde dünya güzeli olduğunu, “Rum diyarı”nda Ayşe’den beyaz karı bulunmadığını eskiler söylüyordu. Günahı vebali boyununa biraz da oynak olduğunu, yüreğinin merhameƟnden yalvaranları boş çevirmeye kıyamadığı anlaşılıyordu. Bu yüzden kocası Davulcu Mehmet dayı sopa koymaz sırƨnda paralarmış… “Lakin bazı karıya haramla sopa tevatür yarar. Bu Ayşe rezili, hovarda yeniledikçe güzelleşirdi bey, sopa yedikçe parlardı. O zamanın devrinde oğlu olanlar bunu tanırdı. ” Son zamanlarda, iki seneden beri, sağ elmacık kemiğinin üzerinde bir Halep çıbanı çıkarmış, giƫkçe azarak nihayet alt gözkapağını aşağıya doğru çekip yüzüne biraz korkunç ve çok çok hazin bir hal vermişƟ. Bu yarayı iyi etmek için -daha doğrusu böylece azdırabilmek için— Ayşe Ana suraƨna sürmedik çalmadık boya, su, çamur, ilaç, toz bırakmamışƨ. On günden beri hasta yaƨyordu. Müdürden bir haŌa izin aldığı halde, evde ancak dört gün kalmış tekrar vazifesi başına dönmüştü. İstanbullu ‘ya, görüşemedikleri birkaç gün içinde büsbütün çökmüş gibi geldi. Yüzündeki çıban el ayası kadar açılmış, gözünü aşağı doğru -inmeli bir aza gibi— çekmişti. — Yarayı gene azdırmışsın Ayşe Ana. Galiba ekşi yedin. — Yedim. — Bir de utanmadan yedim diyor. Sana kaç kere söyledim. Ekşi yersen yaran çalışır. — Ne yapalım? içerlerim yanıyor benim evlâdım… Benim içerlerim yanıyor… — Kız, iç yanarsa hemen ekşi mi yenecek? Biraz sabretmez misin? — Adam sen de Murat Bey’im… Acından ötmüş demesinler de çok yemiş de çatlamış desinler… — Hastasın. Evde niye oturmadın?. — Evde… Benim evim mi var? Yoluna boz duman çökesice benim oğlum… Alnının çaƨndan vurulasıca benim oğlum… Bu benim oğlum, inşallah, ekmeği ekmekçide, parayı sarrafta göre… — Gene sana ne yaptı? — Ne yapacak? Gecenin bir vakƟnde sarhoş olmuş, başucuma canavar gibi dikildi. Para isƟyor benden… — Veriverseydin… — Hani para?.. Sen ne söylüyorsun yavrum… Metelik divan sinisi… “Üç lira başgardiyana borcum vardı verdim, ” dedim. “İki lira Hanım’a borcum vardı. Verdim, ” dedim. “İki lira bir de seksen kuruş İstanbullu Murat Bey’e borcum vardı, verdim” dedim. — Kız, bana borcun mu vardı ki bunu böyle söyledin? — Hasta halimde aklıma sen geldin… Sen benim oğlumu bilir misin? Benim oğlum, encamında dilenir… Ancak bir tarlası olup satmalı ki derdine deva bula… “Demek paran yok mu cadı?” dedi. “Yok, ” dedim. “Sen de kendini karı mı sayıyorsun. Ulan sen bir süpürge süpürmeyi bilmezsin. Bu yüzden babam senin kolunu kırmadı mı? Bacağını kırmadı mı? Başında üç kurşun yarası yok mu senin… ” diye bağırdı. “Gördün mü oğlum… Kötü can olsa, babanın gününde çıkar giderdi. Demek ananın cani iyi canmış, ” diye gülüverdim. Gülmeyi canım istemiyor ya… Belayı defedeyim diyerek… Vay bir öŅelendi. “Bir bacağını da ben kırmazsam… ” diye şart eƫ. Sopayı çekƟ Ayşe Ana, oğlu kapıda duruyormuş gibi o tarafa döndü. Sen benim kafama neden vuruyorsun, kurşuna gidesice… Sen benim, tavuklar gibi, kafama neden vuruyorsun? On ağaç söğüdüm vardı. Eriklerim vardı. Söğüt ağaçlarımı, erik ağaçlarımı kesƟ, yakƨ. Dış kapıyı da kırdı kırdı yaktı. Dış kapılar kırılır mı şahım?
Kemal Tahir – Karılar Koğuşu
PDF Kitap İndir |