Kemal Tahir – Kurt Kanunu

İttihatçıların ünlü fedailerinden Abdülkerim Bey soluğunu tutuverdi. «Ne var? Nedir o?.» Bir polis koşuyor… Meçini kalçasına bastırmış… Vapura koşuyor. Abdülkerim Bey sendeledi, omuzu üstünden kapıya baktı. Bir yere tutunmak ister gibi debelenerek dirseğiyle emektar parabellum’unun katığını buldu. Yana kayıp dışardan görünmemeğe çalışarak rıhtımı gözetledi. Polis, kalabalığı yarmaya uğraşıyordu. Yavaşlamıştı. «Savuşmalı… Yakaladılar mı söyletir Ekrem… Söyletir hemen… Ekrem, İstanbul polis müdürü… Askerden geçme… Süt ki… Zehir!» Merdivene yaklaşıyor herif. «Ötekiler nerede peki? Yok başka kimse… Yalnız mı bu?. Bir kişi mi göndermişler, Ziya Hurşit’i tutmaya?.


Laz İsmail’den, Gürcü Yusuf’tan haberleri mi yok? Olmaz öyle şey!.» Elini sigara paketine götürdü. «Kaptana haber yetiştiriyor, gemiyi kaldırmaması için…» Gözlerini kırpıştırarak, çaresizlikle tepindi. Bir an, içerdeki Rum çocuğunu Ziya Hurşit’e koşturmayı duşundu, «Vursun polisi… Dayasın kaptanın sırtına tabancayı… Alsın gitsin vapuru… Napacaksa yapsın, yarsın çıksın…» Seslenecekti, tuttu kendini irkilip… «Hay Allah! Olmaz ağızdan haber yollamak. Şüphelenir oğlan, şüphelendi mi temizlemek gerekir!» Polis, vapuru geçip hızlı hızlı uzaklaşınca, sanki bu, akıl almaz bir şeymiş gibi gözlerini şaşkın şaşkın kırpıştırdı. Tere batmıştı. Ürperdi. Esintisiz havanın fırın sıcaklığına rağmen teri buz gibiydi. Yutkundu. Gırtlağı kurumuştu. Gülmeye çalıştı. Suratını buruşturabildi. Farkına varmadan korkusu öfkeye dönüyordu. Saata baktı. «Neden kalkmaz bu batasıca? Ne bekler?» Kibriti hışımla çakıp sigara yaktı. Denize çarpan haziran güneşi gözlerini kamaştırıyordu. Daha on dakka vardı, Gülcemal’in kalkmasına… Budalalık etmişti buraya gelmekle… Küpeşteye birikenlerin arasında Ziya Hurşit’i seçmeye çalıştı. Gemi kalkana kadar kamaralarından çıkmamalarını tembihlemişti oysa… Hava enikonu tütüyor, görmeyi güçleştiriyordu. Canı kahve istedi.

Rum oğlana seslenecek yerde, saatına baktı. «Sekiz dakika var… » Bir çan çaldı. Merdivenden telâşla inmeye başladı geçirmeciler… İttihatçıların namlı komitacısı Abdülkerim Bey, sersemletici düdük sesinin ötesinde, Cumhurreisini öldürmek için iki adamıyla İzmir’e giden eski Lâzıstan mebusu Ziya Hurşit’i gördü. Katı hasır şapkasını, her zamanki gibi, sağ kaşına yıkmış, birine meydan okurcasına çenesini yumruğuna dayamıştı. «Hiç söz dinlemez bu herif… Dinlemez…» Sövdü. Duymasından, ya da görüp sırıtarak şapkasını sallamasından çekinerek yanladı. «Söz dinlese, böyle işlere de girmez ya…» Korkmazlığını çok beğendiği halde, başından beri sevememişti bu Lazoğlu’nu… Saygılıydı her zaman kendisine karşı, hiç kimseyi adam yerine koymazken… Yadırgadığı, ikram edilen sigarayı bile, sanki bileği gücüne, haraç gibi almasıydı. Almanya’da okumuştu. Biraz da Fransızca biliyordu. Öyleyken üstünde yontulmamış köylü kabalığı vardı. Mebusken muhalefetin önemli konuşmacılarından olduğu halde, dinleyenler, okuma yazma bilmeyen biriymiş gibi, şaşkınlık duyarlardı. Oysa şık giyinir, ellerini her zaman temiz tutar, tırnaklarına özenirdi. Para kazanmayı hiç sevmiyordu ama hesapsız harcamaya bayılıyordu. Terse düşüp bu kadar tehlikeli işlere girmesi, belki de bundandı. Bütün gerçek kumarcılar gibi, oyunlardan başka her şeye karşı kesinlikle dalgındı.

Yüzüne, açıkça imrenerek haphazır bakan dünya güzellerini farketmez, politikanın en kanlı ipinde cambazlığa çıktığı halde, iktidar koltuklarından birine oturmayı aklından geçirmezdi. İyi silahşor, gözüpek kabadayı olması bile kumar masalarında enayi yerine konulmak, horlanmak korkusundan geliyor gibiydi. «Asıl enayilik bu… Hem de…» Merdiven boşalmıştı. Gemiciler çekmek için iplere yapıştıkları zaman bir kadın telâşla inmeye başladı. Lacivert ipekten çarşafının eteklerini serbestçe toplamış… Bacakları harika… Bacakları… Kalçalar… Kıvraklık… Aralanıyor peçesi… «Hadi oğlum rüzgâr! Biraz daha… Biraz dedim…» Kadın rıhtıma atladı incecik bir yay esnekliğiyle… Yiyecek gibi bakan erkekleri kıvrılıp bükülerek yardı, «Dehşet… Adam öldürür… Nasıl kalça sallamak bu böyle?» Bir an tanıyacak gibi oldu. Telâşlandı. Çıkaramadı. «Memleketli… Vallah bîllah yukardan… Yollu hem de… Böyle kalça döndüremez ev piliçleri…» Gözleri bıçak gibi keskin, yarı beline kadar uzanıp köşeyi dönene kadar baktı, «Tanınmaktan korkmasa, katırdı mendil sallamak için… Kırığını geçirmeye geldi sultanım.» Gülcemal burnunu epey açmıştı. Kıçtaki halat burularak geriliyordu. Koptu kopacak… Soluğunu tuttu. Pervane durgun denizi dövüyor Biraz gevşeyen halatı babadan kurtardılar. İlmekli ucu suya şiddetle vurup batınca Abdülkerim Bey soluğunu bıraktı. «Tamam… Ok çıktı yaydan… Atıldı köprüler, gemiler yandı. Oğlum Abdülkerim, ya devlet başa, ya kuzgun leşe…» Farkına varmadan elini hızla salladı: «Yok leşe… Yok leşe… Ne demek leş? İt dişi domuz derisi… Lâzoğlu yerse bu kez Sarı Paşa’yı, dünyayı attık torbaya… Beceremez de yüzüne gözüne bulaştırırsa… Cezasını çeker.

Yemin etti cııv… Sıkacak son kurşunu kafasına…» Sigarayı ağzına götürürken elleri titriyordu. Çekti üst üste, dumanı hırsla püskürttü. «Canlı düşerse ellerine, söylemez. Ele vermez arkadaşlarını. Yiğittir sapına kadar… Ağır ateşte pişirseler döner kebabı gibi, hayır, söylemez!» Gözlerini güvenle kısarak uzaklaşan gemiye baktı. «İyi akıl etti kitaba el bastırmayı bizim avanak Baytar… Sağlam olsun istersen, bir düğümden iki düğüm iyi… İki düğümden üç düğüm.» Gülmesi tutmuştu. Ziya Hurşit Kur’ana el basarken… Çünkü herifin, Allaha da, şeytana da inanmadığını biliyordu. «Olsun! Biz de inanmayız ama, arkadaşları da ele vermeyiz, Allaha şükür!.» Gülcemal uzaklaşmış, rıhtımda kimse kalmamıştı. İnsanlar işlerine güçlerine gitmişlerdi dünyadan habersiz… Dört beş gün sonra, kıyamet kopacağını nereden bilsinler? Birine işittirmekten korkuyor gibi kısa kısa güldü. Küçük Efendi şaşıracaktı en çok… Hiç bir şey sezdirmediğine yüzde yüz emindi. «Şu kadar sezseydi gerilirdi önümüze dağ gibi… (Olmaz) deseydi, hayır, girişemezdik bu işe… Gülcemal, Sarayburnu’nu dolanmak üzereydi. «Gülcemal karı adı… Kim takmış acaba bunu buna? Kodamanlardan biri elbet! Kızının adıysa, eh olağan! Ama, kapatmasının adıysa, kıyak! Aşkolsun!» Gemi kaybolunca her şey başarıyla olup bitmiş gibi ferahladı. Çamlıca’ya, Üsküdar’ın ahşap yığınına, Selimiye kışlasına, Haydarpaşa garına, Mühürdara, Adalara kadar bomboş uzanan durgun denize, dünyanın en büyük, en uzun ömürlü iki imparatorluğuna merkezlik eden Topkapı Sarayı’nın yeşilliğine, bunun ortasında dinç yaşlılığının haklı gururuyle kabarmış Ayasofya’ya, bir zaman, daldı.

» Lâzoğlu’nun eli titremezse, bunların bellibaşlı sahiplerinden biri olacaktı. Genç yaşından beri, jandarma subayı olarak çok tehlikeli işlere girip çıkmıştı ama, başa güreşmek fırsatını hiç ele geçirememişti. Şimdi ilk defa, gerçek değerini gösterecekti. Plan basitti, kestirmeden amaca gidiyordu. En yaman yönü, kendisini en ufak tehlikenin bile dışında tutmasıydı. Aylardan beri, en küçük parçaları, yorulmaz bir sabırla hazırlamış; İttihat Terakki’nin ünlü Millî Eğitim Bakanı Şükrü Beyi, bunun aracılığıyle bütün Terakkiperver partiyi, sezdirmeden buraya kadar getirmişti. Ziya Hurşit delisini kurup işte bugün, hayırlısıyla, düşmana saldırtan kendisiydi. Kurşun hedefi bulamazsa, suikasttan başka bir şey konuşmayan Ziya Hurşit tehlikesi ortadan kalkmış olacak, paralı arkadaşlar kabadayı bir kumarcının aralıksız haraç istemelerinden kurtulacaktı. «Herif işi başarırsa… Ki, yüzde yüz eminim, çünkü baskın basanındır. Bugüne kadar, iyi hazırlanmış hiç bir suikastın başarısızlığı görülmemiştir. Aslında suikastçılar, içerden haber vermekle ele geçer. Nasıl yedi, Avusturya-Macaristan Veliahdını, Prençip denilen on dokuz yaşındaki oğlan? Bizim Ziya Hurşit yüz Prençip eder, Lâz İsmail’le Gürcü Yusuf da cabası. Tamamdır bu iş Abdülkerim oğlum… Gitti gider Sarı Paşa bu kez… Allah babanın top arabasına binse kurtulamaz. Ciğeri, bakır onluk etmez benim paramla…» Yan odada bir gürültü duyup şimşek gibi döndü. Elini beline atmıştı.

«Hüsss! Bitiririm!» Rum oğlanı şaşkın bakıyordu. Elini yavaşça indirdi: — Nerde kaldı senin çorbacı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. tc’nin kuruluşu ile ilgili yazılmış en gerçekçi belgesel romanların başında gelir. kesinlikle arşivlenmelidir.