Şimdiye kadar hiç bir yerde yayınlanmamış bilgiler ve belgelerle hazırlayıp okuyucularıma sunabildiğim gerçek Milli Mücadele Tarihi, beşinci kitapla tamamlanmıştı (1. Erzurum Kongresi, 2. Sivas Kongresi, 3. Üçüncü Meşrutiyet: 1920, 4- Cumhuriyet’e Doğru: 1921 – 1922, 5- Türkiye Cumhuriyeti: 1923). Bu beş kitabın hazırlanmasından yayınına kadar olan tüm işlerde karşılaştığım zorluklar, yeni bir çalışma dönemine girmemi engelleyebilecek kadar güçlü idiler. Fakat gerçeğin özlemini çeken değerbilir okuyucular, bir kısım dostlar ve basında çıkan bazı yazılar beni yeni bir göreve çağırdılar. Mesela haftalık PANORAMA Aktüalite Dergisi’nin 14 Aralık 1971 tarihli sayısında şöyle deniyordu: “Goloğlu’nun çalışması, ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başından Cumhuriyet’in ilanına dek 1919-1923 yılIarı arasındaki dönemin özenli, tutarlı ve belgeli öyküsünü ortaya koyuyor. Böylece de gerçekten büyük bir boşluğu dolduruyor… Gönül ister ki, Mahmut Goloğlu bu çalışmasını 1923’ten sonraki yıllar için de sürdürsün, aynı yöntemle incelemesini günümüze dek getirsin.” Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap eleştirmeni de 2 Aralık 1971 tarihli yazısında “Mahmut Goloğlu Ulusal Kurtuluş Savaşı tarihimizin Erzurum Kongresi’nden başlayarak Cumhuriyet’in ilanına kadar süren gelişmesini kapsayan Milli Mücadele Tarihi dizisini tamamlamış oluyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın siyasal tarihini böylece tamamladıktan sonra Goloğlu’nun, bundan sonraki çalışmalarını, Cumhuriyet Tarihi üzerinde yoğunlaştırarak yeni bir diziyle sürdürmesi beklenir. Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ni de, Ulusal Kurtuluş Tarihi gibi, belirgin karakteristikler taşıyan evreler içinde incelemek mümkündür. Milli Mücadele Tarihi dizisi ile belge tarihçiliğinin seçkin bir örneğini vermiş olan Goloğlu, Kuvvai Milliye ruhunu saptırmadan ve ülküleştirmeden, gerçek anlamı ile ortaya koymuştur. Goloğlu, bugüne değin belirli ön yargılarla yorumlanmış yakın tarih olgularına nesnel ve belgesel bir yorum perspektifinden bakan bir incelemenin, bu yöntemle Cumhuriyet tarihimize de eğilmesi, tutarlı bir tarih araştırmasının temellendirilmesi açısından yararlı olacaktır” diyordu. Bütün bunların ve diğer güncel unsurların her türlü etkisinden sıyrılıp tüm varlığımla içine girdiğim konuların sürekliliği ve çekiciliği ile yeni bir çalışma dönemine girmiş, ve yine tam bir tarafsız araştırmacı olarak Türkiye Cumhuriyeti Tarihi dizisini hazırlamaya başlamış bulunuyorum. İşte bu kitap, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi dizisinin birincisidir. Ne var ki, bu kitap, aynı zamanda 1918-1923 yıllarını içine alan ilk beş ciltlik Milli Mücadele Tarihi’nin de devamı niteliğindedir ve onun 1924-1930 dönemini kapsamına alan altıncı kitabıdır. Bu kitabın büyük bir özelliği daha vardır ki, o da incelediği dönemin Atatürk Devrimleri dönemini de kapsıyor oluşudur. Ve elli yıldan beri söylenilegelen, fakat sınırları ve nitelikleri açıkça bilinemediği için elli yıl sonra kurumlar ve kurullarla araştırma çabalarına girişilen Atatürk İlkeleri’nin neler olduğunu öğrenmek isteyenler de en önemli ipuçlarını bu kitapta bulacaklardır. Ve bu kitap, Atatürk İlkeleri’ne tüm içtenliği ile sıkı sıkıya bağlı bir araştırmacının, Cumhuriyet’in ellinci yıldönümüne, gücü oranında, armağanıdır. 29 Ekim 1923 gün ve 364 sayılı kanunla ilan edilen Cumhuriyet, toplumca benimsenmiş ve hemen arkasından da Cumhuriyet düzenini tamamlayıcı çalışmalara başlanmıştı. Fakat İstanbul’daki durum bir geriye dönüş kuşkusu doğurmuş, İstanbul’daki duruma ve olaylara el koymak ve özellikle basının tutumu ile ilgilenmek üzere bir İstiklal Mahkemesi kurulması kararlaştırılmıştı. İlgili özel kanun gereğince yapılan seçimle de, İstanbul’da çalışacak olan İstiklal Mahkemesi’nin Başkanlığına Osmaniye Mebusu İhsan (Eryavuz), Savcılığına Manisa Mebusu Vâsıf (Çınar), üyeliklerine de Konya Mebusu Refik (Koraltan), Kütahya Mebusu Cevdet (Izrap), Hakkâri Mebusu Asaf beyler getirilmişlerdi. (Zabıt Ceridesi: 8 Kasım 1923) Buna rağmen, İstanbul basınındaki kışkırtıcı yayınlar durmamıştı. Mebus maaşlarının arttırılması özellikle sert eleştirilere sebep oluyordu. Maaşlarına zam istemeyen mebuslar övülüyor, isteyenler yeriliyordu. Kozan Mebusu Ali Saip (Ursavaş) Bey de mebus maaşlarının arttırılmasını isteyenlerdendi, aleyhte yazan gazetecilere çok kızıyordu. Bu yüzden, Giresun Mebusu Hakkı Tarık (Us) Bey’in yanında rastladığı Vakit gazetesi habercisine tokat atmış, Hakkı Tarık Bey de Ali Saip Bey’i tokatlamış, Ali Saip Bey de düello müsaadesi için kanun teklifinde bulunmuştu. (Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim: 3/100) Bazı gazeteler de, öldüğü bilinen Enver Paşa’nın Türkistan’da yaşamakta olduğunu yayıyorlardı. Enver Paşa, Dünya Türk ve İslam Birliği’ni kurma hevesinde idi ve padişah ailesine damattı. Gerçekten sağ olması halinde memlekete gelebilirse, elbette ki halife ile beraber olacaktı. Bu yoldaki düşünceler ve ihtimaller, Ankara’da duyulmakta olan geriye dönüş kuşkusunu daha da arttırmış ve genişletmişti. (M. Goloğlu, Cumhuriyet’e Doğru: 261) Öte yandan, Halife ve Halifelikle ilgili yeni haberler de yayılmaya başlamıştı. Halifeliğin kaldırılacağı, Halifenin istifa ettiği söylentileri vardı. Hatta bu söylentiler, ulusal sınırları aşıp tüm İslam dünyasına da yayılmıştı. İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey (Düşünsel), 15 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde Halife Abdülmecid’e bir ‘Açık Mektup’ yayınlamıştı. Lütfi Fikri Bey bu yazısında Halife’nin istifası hakkındaki söylentiler üzerinde duruyor, Halifeliğin öneminden ötürü böyle bir şeyin yapılmaması gerektiğini anlatıyor ve “Akla gelmez ki, istifa etmemek, Efendimiz’in saygı değer kişiliği için bir tehlike olsun. Bununla beraber eğer, olması mümkün görülmeyen böyle bir tehlike de bulunsa, Efendimiz, bu tehlikeyi göze almalısınız. Durum ve zaman öyle getirdi ki, bugün bir kararla Türk ve İslam tarihine şu ya da bu akımı vereceksiniz” diyordu. (Lütfi Fikri Bey, Dersim Mebusu Feridun Fikri Bey’in kardeşi idi. İttihat ve Terakki Fırkası’na girmişti. Hatta bu yüzden kaymakamlık görevinde bulunduğu Tortum ilçesinin lağv edildiği söylenir. (Tarih Yolunda Erzurum Dergisi: Kasım 1962) Hindistan’daki İsmailiye mezhebinin (Şiilerin ‘On İki İmam’ından biri olan İmam Caferi Sadık’ın büyük oğlu İsmail’i son imam tanıyanların) lideri olan Ağa Han ile Hintli Emir Ali de Başbakan İsmet Paşa’ya, birlikte imzaladıkları bir mektup göndermişlerdi. Bu mektup da, henüz Başbakan’ın eline geçmeden 5 Aralık 1923 tarihli Tanin ve İkdam, 6 Aralık 1923 tarihli Tevhid–i Efkâr gazetelerinde yayımlanmıştı. Mektupta, Papalığa benzetilmek istenen halifeliğin dünya çapındaki ve tüm Müslümanlar üzerindeki önemi ve etkisi belirtiliyor ve “Türkiye’nin gerçek dostları olarak biz, halifeliğin ve Halife’nin Müslüman memleketlerin güven ve saygısına layık bir yere yerleştirilmesini ve böylece Türkiye’ye de güç ve onur kazandırılmasını saygı ile Büyük Millet Meclisi’nden ve onun ileriyi gören yöneticilerinden rica ederiz” deniyordu. (Mehmet Emin Bozarslan, Hilâfet ve Ümmetçilik Sorunu: 118, 128) Bu durum ve davranışlar üzerine, İstanbul’a giden İstiklal Mahkemesi olaya el koymuş ve Savcı Vâsıf Bey, 9 Aralık 1923’te, Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey ile İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet, Tanin gazetesi sahibi ve sorumlu müdürü Hüseyin Cahit (Yalçın), Tevhid–i Efkâr gazetesi sahibi Velit (Ebüzziya) ve Sorumlu Müdür Muhiddin beyleri gözaltına almış, 15 Aralık 1923 tarihindeki ilk duruşmada da sanıkların Vatana İhanet Kanunu gereğince yargılanmalarını İstemişti. (A. E. Yalman, Gördüklerim: 3/94) Ne var ki, bu sırada Kuva-yı Milliyeciler de birbirlerine karşı kuşku içine düşmüşlerdi. Büyük kuşku Eski Başbakan Rauf (Orbay) Bey’e karşı duyuluyordu, kuşkulananlar, Rauf Bey’in bazı büyük komutanları ve bazı gazetecileri çevresinde toplayarak ve Cumhuriyet’i benimsemeyerek, bir muhalif parti kuracağı ve halifelik yolundan sultanlığa yani padişahlığa yöneleceğinin korkusu içindeydiler. Oysa ki Rauf Bey ile arkadaşları, sık sık düzen değişikliği yapıldığından ve Cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğinden yakınıyor, bir gün halifeliğin de kaldırılarak Cumhuriyet yolundan diktatörlüğe gidileceğinden kuşkulanıyorlardı. Bu nedenle konu Halk Partisi Grubu’na getirilmiş, Rauf Bey’den İstanbul’daki tutum ve davranışlarının ve demeçlerinin gerçek anlamı sorulmuştu. Görüşmeler başlayınca, Başbakan ve Halk Partisi Genel Başkan Vekili İsmet Paşa’nın, hazırlıklı bir ekibin başında, Rauf Bey’in karşısına çıktığı görülmüş ve sonra iki Halk Partili lider kıyasıya çekişmişti. “Duygularım, Cumhuriyet idaresinden başka hiçbir idareden yana değildir” diyen Rauf Bey, Cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğini söylemiş ve “Hatırlarsınız ki, Türkiye Hükümeti’nin şeklinin ne olduğu yolundaki sorulara karşı Büyük Başkanımız bu kürsüden ilan etmişlerdi ki ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ şeklidir. Hangi idareye benziyor, diye sordular. Bize benziyor, çünkü biz bize benzeriz, dediler. Bu benim vicdanımı doyuran en yüksek bir açıklama idi ve buna karşı olmak da çok zordu. Sanmam ki, içte ve dışta böyle bir kimse bulunsun. Bu doyurucu ve büyük sözlerden sonra, o idare şekli bir hükümet bunalımı yüzünden yönetimi imkânsız bir şekil diye gösterilip ‘Cumhuriyet’ kelimesi kondu. Yani bizim bu kadar güvendiğimiz, halkın da güvendiği eski idare şeklinin sakat olduğu, bir hükümet bunalımı ile anlaşıldı ve yerine yeni bir idare şekli geldi. Acaba bu da eksik görülürse, bunu tamamlayacak yeni bir şekil var mıdır, diye düşünenler kararsızlık ve kuşku içindedirler” demişti.
Mahmut Goloğlu – Türkiye Cumhuriyeti Tarihi #1 – Devrimler ve Tepkileri
PDF Kitap İndir |