Suraiya Faroqhi – Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam

Bu kitabı, Almanya’daki okurları düşünerek hazırladım. Bu nedenle çevrilmesi için teklif aldığım zaman hem sevindim, hem de telaşlandım. Sevindim, çünkü çok severek yazdığım bu kitabın Almanya dışında da okur kazanacak olması beni onurlandırdı. Üstelik Osmanlı tarihiyle ilgili bir kitabın, konuya ilgi duyan ve kitabı değerlendirecek kadar ilgili sorunlardan anlayan bir okur kitlesine ulaşması, hiç şüphesiz ki onun Türkçe yayımlanmasına da bağlıdır. Başka bir deyişle, Türkçe olarak çıkmasıyla kitap asıl “yer”ine dönmüş olur ve bu dönüş bana, uzun bir yolculuktan sonra evine dönmüş bir yolcunun sevincini tattırmıştır. Öte yandan bu kitabın kimi okurlara pek yabancı gelebileceği olasılığı beni düşündürdü, hatta ciddi kaygılara düşürdü. Zira bu kitapta sıkça Avrupa tarihine gönderme yapılıyor. Bu göndermelerin bir bölümü İstanbul’daki yayın yönetmenleri tarafından çıkarılmış olabilir. Fakat esas olarak bu göndermeler belirli bir yaklaşımın ürünü olarak kitabın planında yer aldığından, şu veya bu cümleyi çıkarmakla çözülecek bir sorun oluşturmuyorlar. Bu durumda bu kitabın Türkiye’deki okurları, arada sırada yine Avrupa tarihiyle ilgili cümleciklere, hatta paragraflara rastlayacaklardır. Ayrıca durumu yeniden değerlendirdiğim zaman bu göndermelerin kimi zaman pek de o kadar sakıncalı olmadığına kanaat getirdim. Zira artık bugünkü tarih bilimi Osmanlı uygarlığını aynı kıtayı, hatta aynı dünyayı paylaştığı diğer uygarlıklardan ayrı, dışa tümüyle kapalı bir uygarlık olarak düşünmüyor. Divan şairleri, ulema, vakanüvisler ve yazılı uygarlığa aşina olmuş başkaları da Cahiliye çağının Arap şairlerini, ortaçağ Arap dünyasında oluşturulan fıkıh ve hadis ilmini, İran’da yaratılan mesnevileri, Memlûk ve Timur dönemi tarihlerini dolaylı veya dolaysız olarak tanımış ve kendi yapıtlarını, bildikleri örneklere göre ayarlamışlardı. Resim sanatına gelince Timur dönemi minyatür sanatı Osmanlı sarayına çalışan nakkaşlara vazgeçilmez bir örnek olmuştur. Sonuç olarak bu “eskileri tanıma” faslı, herhangi bir yapıt yaratmanın önkoşuludur.


İlgili yazar, şair veya vakanüvis ne kadar yaratıcı olursa olsun, seçilen dalda belirli sayıda örnek bilinmeden, henüz hiçbir yapıt meydana getirilememiştir. Dünyanın diğer kesimlerinde de sıkça rastladığımız gibi Osmanlılar da yapıt yaratmaları için gerekli ve önemli olan kimi esin kaynaklarını kendi dünyalarının dışında bulmuşlardır. Hatta siyasi plandaki düşmanlıklar böyle bir esin arayışını her zaman engellemiştir. Bir örnek verelim: Daha önceki paragrafta Timur’un çevresinde yaratılan sanatların Osmanlı dünyasındaki etkisi üzerinde kısaca durulmuştu. Oysa hepimizin bildiği gibi Timur, Sivas halkının büyük bir bölümünü kılıçtan geçiren ve zamanının Osmanlı sultanı olan Yıldırım Bayezid’i Ankara yakınında ağır bir yenilgiye uğratan kişidir. Siyasi düzeyde Timur istilasından kalmış birçok olumsuz hatıraların 16. yüzyılda da var olduğu şüphesizdir. Oysa bu dönemin önemli yazar ve tarihçisi Mustafa Âli, Timur ve Timur soyundan gelen hükümdarların teşvik ettikleri saray uygarlığına duyduğu hayranlığı hiçbir zaman gizlememiştir. 19. yüzyıla geçince benzeri durumlara rastlanabilir: Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki ilişkiler her zaman dostça olmadığı bilinir. Bununla birlikte, bu dönemde yaşayan Osmanlı aydınlarının dış dünya uygarlıklarıyla temasları, önemli bir ölçüde Fransız dilinin aracılığıyla olmuştur. “Elsineyi selase”yi bilmek ve İslam dünyasının neresinde olursa olsun bu dillerde yazılmış yapıtları özümlemek Osmanlı saray uygarlığını benimsemek isteyen kişinin zamanını işgal etmiştir. Ancak Osmanlı dünyasında yapıt yaratan kişilerin önemlice bir bölümü, İstanbul gibi çok çeşitli yerlerden gelmiş insanları barındıran bir kentte yaşamış ve orada klasik İslam kültürünün kapsamına girmeyen olgularla da karşılaşmışlardır. Bu sefer 18. yüzyıldan bir örnek verelim: İstanbul’da kesilen koyunlar, bugünkü Bulgaristan veya Makedonya’dan gelen celepler tarafından Edirnekapı’ya getirilmiştir.

Kara surlarının dışındaki bahçelerde ise Arnavutluk veya Makedonya’dan gelen bahçıvanlar iş görmüş ve bakkalların hiç de küçümsenmeyecek bir bölümü, İstanbul’a Yunanistan’daki, bugünkü adı Lamia olan İzdin veya Zeytun kasabasından gelmişlerdir. 17. yüzyıla geri gidince deniz leventlerinin önemlice bir bölümünün çeşitli yerlerden devşirildikleri veya yeni Müslüman ya da Hıristiyan oldukları anlaşılmaktadır; zaten liman kentlerinde her yasaktan sonra yine açılan meyhaneler, bu tür kişilere hizmet vermektedir. Daha da geri gidecek olursak savaşların sonucu olarak 15. ve 16. yüzyıl Bursa’sında, nüfusun sayıca önemli bir bölümünü, Sırbistan, Macaristan, Ukrayna ve tek tük de olsa Hindistan’dan getirilmiş köle ve azatlılar oluşturmaktadır. Bu insanlar dokumacı, tüccar yardımcısı veya ev hizmetçisi gibi mesleklerde çalıştıklarından yerli nüfus ile iç içedirler. Sonuç olarak gününü Selanik veya İzmir gibi büyük liman kentlerinde, Bursa veya Halep gibi ticaret merkezlerinde, fakat özellikle birçok halktan insan barındıran imparatorluk başkentinde geçiren kişi, “elsineyi selase”ye dayanan uygarlığın yanı sıra bu uygarlıktan oldukça farklı ve belki “Doğu Akdeniz uygarlığı” olarak adlandırabileceğimiz uygarlığın içinde yoğrulmuştur. Böylece sarayın çevresinde iş yapan ve yüksek eğitim görmüş insan grubunun dışına çıktığımız zaman —ve günlük yaşam üzerinde yoğunlaşan bir çalışmada, bunu yapmak zorundayız— uygarlık açısından oldukça karmaşık olan çevrelere girmekteyiz. Üstelik bu girişimimiz, “karşılaştırmalı tarih” diyebileceğimiz ve Osmanlı tarihçileri tarafından henüz pek denenmemiş bilim ufuklarını açmaktadır. Örneğin İstanbul, yeryüzünde nüfus ve uygarlık açısından büyük bir çeşitlilik gösteren tek imparatorluk merkezi olmamıştır. Tam tersine eski çağlarda Akdeniz dünyasının başkentleri olan Roma ve İskenderiye, yeniçağda ise Hindistan’daki Moğol hükümdarlarının merkezleri olan Delhi ve Agra, “19. yüzyılın başkenti” diye bilinen Paris, veya bugünkü New York ile aynı kategorilere girmektedir. Böylesi çeşitli katmanlardan oluşan bu kenti anlamamız için, Osmanlı tarihini bilmemiz yeterli değildir. Ali Ufkî gibi bir 17.

yüzyıl musikişinas ve aydınının dünyası, bir yandan Osmanlı kaynaklarından, diğer yandan ise zamanının Batı ve Orta Avrupa’sında geçerli olan düşünce akımlarından beslenmiştir. Bu incelemede sözü edilecek ve kimi zaman oldukça mütevazı bir hayat sürdüren daha başka pek çok insan, “sınırlardan geçme deneyimi”ni Ali Ufkî ile paylaşmışlardır. Bu kitapta böyle insanların macerası ön plana çıkarıldığına göre, zaman zaman Avrupa tarihine yapılan göndermeler, tümüyle zamansız olmayabilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir