Ron Barber villasının sahanlığında bir an durdu. Her sabah, polis merkezinin birinci katındaki bürosuna gitmeden önce, bir süre Rio de la Plata’yı seyretmekten büyük zevk alırdı. Ron, temiz havayı ciğerlerine çekerken Uruguaylı şoförü de mavi Buick’ten çıkıp arka kapıyı açmıştı. Amerikalı son bir kez daha derin bir soluk çekti, güneş gözlüklerini düzeltti, belindeki Colt Cobra’yı yokladı ve arabaya doğru yürüdü. Araba Buick olmasına rağmen, bir doksanlık boyuyla sığması güç oluyordu. Saatine bir göz attı, tam sekizdi. Elçiliğin siyasi danışmanı Dennis O’Hare gecikmişti. Arabası tamirde olduğu için birkaç gündür Ron Barber ile işe gidiyordu. Ron Barber arkadaşının gelip gelmediğini kontrol etmek için arka camdan baktı. İçinde dört Uruguaylı polisin bulunduğu külüstür Dodge arkasındaydı. Görevleri onu korumaktı. Ron Barber bir süredir haftada bir kez “Movimiento deLiberacion National”* imzalı ölüm tehdidi alır olmuştu. Demekki CIA ajanı olduğunu, Montevideo’daki ABD Büyükelçiliği’nde görevli arkadaşlarının dışında bilen daha başkaları da vardı! Tupamaro adıyla anılan ve Montevideo’da (*) Uluaal Özgürlük Hareketi 5 istedikleri her şeyi yapabilen kır gerillaları, en büyük düşmanlarının polis merkezinde danışman olarak çalışan bu gringo olduğuna inanıyorlardı. Gerçekten de, havasız ve yedi metre yükseklikte tavanı olan pis bir odada danışmanlık görevini sürdüren Ron Barber’ın aslında CIA’nın Uruguay şefi olduğunu bilmeyen yoktu. Tupamaroları temizleme görevi ona verilmişti. Che Guevara veMao’ya inanan asilerin amacı, Uruguay’daki demokratik rejimi devirmekti. Ülkenin iki büyük partisi, Blanco ile Colorado asilere karşı birleşmişler ve Tupamarolardan kurtulmak için CIA’nın yardımını istemişlerdi… Ron Barber esnedi. Gece karısıyla birlikte Paraguay Elçiliği’nde verilen bir davete gitmiş ve iyi uyuyamamıştı. Sonra nedendir bilinmez, sabahın dördünde karısıyla sevişmişti. Sekiz yıllık evli olmasına rağmen, karısı Maureen’i hâlâ deliler gibi seviyordu. Kaldırımda ayak sesleri duyuldu. Dennis O’Hare elindeki siyah çantayı sallayarak koşuyordu. Aceleyle şefinin yanına yerleşti, el sıkıştılar… Genç adam yuvarlak yüzlü, çilli, mavi gözlü bir tipti. — Size telefon etmeye çalıştım, ama… Ron omuz silkti. — Ben artık telefona elimi bile sürmüyorum. Telefon denen nesne, Uruguay’ın geri kalmış en yüz kızartıcı şebekelerinden biriydi. Araba yavaşça hareket etti. Ron içgüdüsel bir hareketle arkasına dönüp Dodge’un izleyip 6 izlemediğini kontrol etti. Araba anormal sesler çıkararak peşlerine düşmüştü. Montevideo tam bir eski araba müzesiydi. Otuz yıllık enflasyondan sonra, arabalar altın fiyatına satılır olmuştu. Araba sahipleri altlarındaki araçları parçalanıp dağılmalarına dek elden çıkarmıyorlardı. Sokaklarda her an elli yıllık Ford T modeli görmek mümkündü. Ron, evlilik yıldönümlerinde karısına 1925 modeli bir Cadillac hediye etmişti. Arabaya ödediği parayla ABD’de son model yepyeni bir Cadillac rahatça alabilirdi. Şoför geriye dönerek: — Nereden gidiyoruz? diye sordu. — Rambla’dan. Şoför, rıhtıma dek uzanan Rambla’ya çıkmak için dar toprak bir yola saptı. Amerikan Elçiliği Rambla’dan biraz içerlek bir yerde, Playa Ramirez’in karşısında beton bir binaydı. Savunması için her şey düşünülmüş ve örnek olarak Saygon’daki bina alınmıştı. Önlerindeki eski kamyoneti sollaymca, ilerde otuza yakın aracın benzincide kuyruk olduk- | lannı farkettiler. — Ne oluyor böyle? diye sordu O’Hare. — Benzine yarın % 100 zam var, dedi Ron. Millet bugünden deposunu dolduruyor. Bir zamanlar Güney Amerika’nın İsviçre’si sayılan Uruguay, işte bu hallere düşmüştü ve bunun da nedeni iç politikadaki zayıflıktı. Pezo, bir süredir dalgalanmaya bırakılmış ve dolar karşısında değer kaybedişinin bir türlü önüne geçilememişti. Her altı ayda bir, işçi ücretlerine yapılan % 30 zam hiçbir işe 7 yaramıyordu. Memurlar açlıktan” ölmemek için emekliye ayrılmak istemez olmuşlardı. Uruguaylılar sakin, kibar ve zararsız kişilerdi. Eğer kısa zamanda Tupamaroların kafası ezilmezse, ülke tam bir anarşiye gömülecekti. Tupamarolar tepelenirse, bu kez de ülke iyice yoksulluğa kayacaktı. Yani, iki ucu boklu bir değnek! Ron’un görevi ise, Tupamaroları yok etmekti. Ron, altı aydır yakalamaya çalıştığı adamla ilgili bir rapor okuyordu. Raporda, palavra olduğu yüzde yüz kesin yeni bir izden söz ediliyordu. Ron’un Tupamaroların şefi hakkında bildiği tek şey, adamın takma adıydı: LÎBERTAD. Bunun kim olduğunu bilen tek kişiye rastlamamıştı şimdiye dek. Birden, arabanın ani freniyle sıçradı, savrularak bir virajı aldılar. Lastikleri kabak olan arkadaki Dodge ise, neredeyse virajdan fırlıyordu. Ron elindeki dosyayı kapadı. Libertad’ı ele geçirmek, Tupamaroların çanına ot tıkamak demekti. Ama, gel de bul adamı! Buick ani bir frenle duruverdi. Şoför bir küfür savurdu. Yaya geçitinden altı, yedi rahibe geçiyordu. Ron başını bile kaldırmadı. Onun dinle ilgisi yoktu. En arkadaki rahibe birden gruptan ayrıldı ve Buick’e doğru yaklaştı. O’Hare bunun çok güzel bir genç kız olduğu farketti. İçinden “bu üniformanın altında gizlenmek zorunda kalması ne acı!” diye geçirdi. Aynı anda, iki Amerikalı acı bir fren sesiyle arkaya döndüler. Otuzlu yıllardan kalma üstü açık bir araba, koruma polislerinin 8 Dodge’unun tam önünde durmuştu. Şoförü aşağı atlamış ve manivelayla arabasını çalıştırmaya çabalıyordu. Buick tam hareket etmek üzereyken genç rahibe yaklaşıp eliyle arka camı tıklattı. Gülümsüyordu. Ron bir anlık tereddütten sonra camı indirerek şoföre: — Bir dakika! dedi. Yabancı ülkelerde görevli CIA ajanlarının uyması gereken en önemli kurallardan biri de, yöre halkıyla iyi ilişkiler kurmaktı. Güzel rahibe arabanın içine doğru eğilerek çok hoş bir sesle: — Beni General Rivera Caddesi’ndeki manastıra bırakabilir misiniz? diye sordu. Ron Barber gülümseyerek özür diledi: — Üzgünüm, bu resmi bir araba, küçükhanım. Rahibe hiç oralı olmadı. Söyleneni anlamamış gibi yerinden kıpırdamadı bile. O’Hare birden kızın donuk gözlerini farketti. Esrar çekmiş gibi bir hali vardı rahibenin. Aynı anda, kızın elinde 38’lik bir Smith Wesson belirdi. Silahın horozu kalkıktı. Genç rahibe namluyu Ron Barber’ın şakağına dayayarak sert bir sesle ve İngilizce olarak: — Kıpırdamayın ve bağırmayın! dedi. Yoksa gebertirim sizi. Ron Barber gözlerine inanamadı. Elini belindeki silahına atmak istediyse de namlunun şakağına biraz daha gömülmesiyle vazgeçti. Polislerin arabası hâlâ bozuk aracın arkasındaydı ve şoförün kaldırdığı kaput kendilerini görmelerini engelliyordu. Diğer 9 rahibeler ortadan yok olmuşlardı. Bir kâbus, inanılmaz bir kâbustu bu! Şoför direksiyonu bırakarak kendini ayaklarının dibinde bulunan makineli tüfeği almak için yere attı. Silahı kavradığı anda ön kapı açıldı ve kısa kollu gömlek giymiş genç bir adam silahını uzatarak tetiğe bastı. Korkunç bir patlama oldu. Ensesinden vurulan şoför hemen oracığa yığıldı. Genç adam şoförün cesetini dışarı çekip direksiyona geçti ve silahını Amerikalılara doğrultarak: — Ses çıkarmak yok! diye fısıldadı. Aynı anda, genç rahibe arka kapıyı açıp Ron Barber’ın yanına yerleşti, direksiyondaki arkadaşının omzuna vurarak: — Vamos, Ramon! dedi. Buick lastiklerini öttürerek yerinden fırladı. Saldırı bir dakika bile sürmemişti. Korku ve şaşkınlıktan felç olmuş gibi hareketsiz duran O’Hare birden kaçırıldıklarının bilincine vardı. Montevideo’nun göbeğinde güpegündüz kaçır ılıyorlardı. Başını arkaya çevirdi ve güzel rahibenin silahıyla burun buruna geldi. * * Polis arabasının şoförü Jose, yanından geçip uzaklaşan rahibelere baktı. Bu arada önündeki taka çalışmış ve şoförü kaputu kapamıştı. Jose, uzaklaşan Buick ile yerde yatan şoförünü aynı anda far ketti. — Vay namussuzlar! Gaza basıp cesetin yanında durdu. Adamın ağzından sızan kanlar asfalta yayılıyordu. Yanındaki arkadaşına dönerek: ıo — Manuel, atla aşağıya ve cesetin yanında kal! dedi. Uruguay’da cesetler tek başına bırakılmazdı. Jose, şefi Ricardo Toledo’ya ne diyeceğini düşünerek gaza bastı. Buick beş yüz metre öndeydi ve her an Rambla’yı kesen yüzlerce ara sokaktan birine sapabilirdi. Kısacası, onu yakalama şansı binde birdi. * * * Montevideo’nun kuzeyine çıkan Artegas Caddesi’nde yol alan Buick’te bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Genç rahibenin elindeki tabanca bir an olsun Ron’un şakağından ayrılmamıştı. Ron Barber öfkeden kuduruyordu. — Bu yaptığınız aptalca bir şey, diyebildi. Fazla uzağa gidemezsiniz. Genç kız cevap vermedi. Bu arada, caddeye çıkan bir otobüs nedeniyle Buick yavaşladı ve durdu. O’Hare kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Ron’un iri gövdesi, rahibeyle arasında bir duvar oluşturuyordu. Ani bir hareketle kapı kolunu çevirdi ve Buick hareket ettiği anda kapıyı açıp kendisini dışarı attı. Önce omzunda, sonra ensesinde bir ağrı duydu. Birkaç takla attıktan sonra dört ayak üzerinde doğruldu. Düşme sırasında sol ayakkabısını kaybetmişti. Buick beş metre ötede durdu. Genç Amerikalı avazı çıktığı kadar İngilizce olarak bağırdı, ama trafiğin gürültüsünde sesi kaybolup gitti. Buick geri geri gelerek hizasında durdu. O’Hare kaçmak için harekete geçtiğinde ıı müthiş bir patlamayla birlikte sağ tarafında bir yanma hissetti. Hemen ardından sırtına bir darbe yemiş gibi oldu ve göğsünün parçalandığını sandı. Bağırmak için ağzım açmış, ama boğazından ses çıkmamıştı. Caddenin ortasına yığılırken öleceğini anlamıştı. Kendinden geçmek üzereyken, uzaklaşan Buick’in sesini duydu. * Ron Barber sapsarı kesilmişti. Genç rahibe Dennis O’Hare’yi kuş avlar gibi acımasızca sırtından vurmuştu. Silah sesleri hâlâ kulaklarındaydı. Arabanın ani hızlanmasıyla Ron koltuğa gömüldü. Yanındaki genç rahibe ona doğru döndü ve son derece sakin bir sesle: — Sakın onun gibi yapayım deme, yoksa senin de sonun aynı olur, dedi. Yaşına rağmen, yaptığı işten hemen hiç heyecan duymamış gibiydi. Ron Barber ellerini dizlerine kavuşturdu. Genç Amerikalının ceseti gözlerinin önünden gitmiyordu. Sesini kontrol etmeye çalışarak: — Onu öldürdünüz, dedi. Üstünde silah bile yoktu. Rahibe umursamaz bir tavırla omuz silkti. — Kendi kaşındı. Polis merkezinde işkence yapıp öldürdüğünüz yoldaşlarımıza karşılık sayın onu! Sesi buz gibiydi ve en ufak bir heyecan yoktu. Ron durumunun hiç de parlak olmadığını düşündü. Dudaklarını ısırarak izledikleri yolu aklında tutmaya çalıştı. Gözlerinin önüne karısı geldi, ama bunu 12 hemen aklından çıkarmaya çalıştı. Artegas Caddesi’ne paralel bir yokuşa sapan Buick yavaşlamıştı. Önlerinde, kapıları açık bir garaj belirdi. Araba içeri girince kapılar kapandı ve zifiri bir karanlığa gömüldüler. Bu tür garajların sayısı Montevideo’da hayli kabarıktı. Genellikle bir taksi şoförüyle ortak çalışan fahişeler, müşterilerini bu gibi garajlarda ağırlarlardı. Ya arabada, ya da hemen yere seriliveren bir yatak üstünde. Otel odalarından daha emin ve çok daha ucuz oluyordu böylesi. Bir keresinde Ron Barber da denemişti bunu. Casino de Carrasco’dan çıkarken karşılaştığı nefis dilber onu böyle bir yere getirmişti. Karısı Maureen o sıralar ABD’deydi henüz. Tattığı zevki hâlâ hatırlıyordu. Bu sırada yanan çıplak bir ampul Ron’u hatıralarından kopardı. 38’liğin namlusu bu kez karaciğerine gömülmüştü. — Çık dışarı! dedi rahibe. * ** Dennis O’Hare’nin yanına diz çökmüş olan yaşlı doktor yaralının nabzını tuttu. Tansiyonu 6’ya düşmüştü. Her soluk alışında yarasından kan fışkırıyordu. Kurşun sırtından girmiş, ciğerini parçalayarak göğsünden çıkmıştı. Amerikalının yüzü bembeyazdı. Jose ile diğer koruma polisleri O’Hare’nin etrafına kümelenmişlerdi. Jose, Buick’i gözden kaybettikten sonra bir kahveden telefon edip durumu merkeze bildirmişti. Bir ambulans sesi duyuldu. Jose yaralının üstüne eğilerek doktora döndü. 13 — Durumu nasıl? -— Yaptığım iğneyle tansiyonu biraz yükselecek, sonrasından emin değilim. Kurşunun hangi damarları parçaladığına bağlı bu. Neyseki, Ferreira Hastanesi beş dakikalık mesafedeydi. Jose öfke içinde arabasına doğru ilerledi. Kalabalık bir grubun yanından geçerken bir kadının şöyle dediğini duydu: —- Amerikalı casusların şefini kaçırmışlar… 14 II. BÖLÜM Dennis O’Hare, kollarına bağlanan serum şişelerinin altında kaybolmuştu. Gözleri kapalı, yüzü solgundu. Hareketsiz bedeni, yaralıyı ziyaretçilerden ayıran oksijen çadırına sırtüstü uzatılmıştı. ABD Elçisi Winston Mc Guire, Malko’nun kulağına eğildi. — Henüz göğüs kafesini açmaya cesaret edemediler, ama sanırım onu kurtarabilecekler. Mermi ciğerini parçalamış. Malko suratını buruşturdu. Ölüm tehlikesinde bulunan her genç oldum olası onu canını sıkardı. Ayrıca Viyana’dan yaptığı yirmi altı saatlik hava yolculuğunun yorgunluğu da omuzlarına çökmeye başlamıştı. Genç Amerikalının bulunduğu koridor polislerle doluydu. — ilginç bir şey söyleyebildi mi? Elçi başını salladı. — Sadece birkaç sözcük. Çok genç ve ÇOK güzel bir rahibeden söz etti. Tekrar görse, tanıyabilirmiş. Kendisine ateş eden o rahibeymiş. Bana kalırsa, bal gibi bir kılık değiştirme. Ciddi yüzlü, bıyıklı esmer biri yaklaştı yanlarına. Elçi hemen tanıştırdı. — Bu, Tupamarolarla mücadele eden servisin şefi Senyor Ricardo Toledo. Bu da, Prens Malko Linge. Uruguaylı Malko’nun sıfatına şaşırmış gibiydi. Elçi hemen ekledi: 15 — Prens Malko buraya Washington’in ricası üzerine geldi. Kendisi hükümetimizin çok önem verdiği “danışman”lardan biridir. Ron Barber’ı bulmak için elinden geleni yapacak… Uruguaylı polis Malko’ya kuşkuyla baktı, sonra gözünün üstüne düşen kırlaşmış perçemini kaldırarak: — Onu çok yakında bulacağız, dedi. Bu bir an meselesi artık. Tupamaroların CIA şefini kaçırmalarının üzerinden üç gün geçmişti… Asilerin kentteki bazı gazetelere gönderdikleri haberler dışında, bilinen hiçbir şey yoktu. Ron Barber’ın geleceği, bu kendinden emin görünen sinirli şef ile kara gözlüklü ve sivri ayakkabılı adamlarına kalmışsa, Amerikalı şimdiden hapı yutmuş sayılırdı. Elçi, Uruguaylıdan özür dilercesine gülümseyerek Malko’yu bir köşeye çekti. — Bu işe hemen el koymalısınız, diye fısıldadı. Hükümet Ron Barber’ın canlı olarak kurtarılmasını istiyor. — Acaba hâlâ hayatta mı dersiniz? — Sanırım. Bir yabancıyı öldürmeye cesaret edeceklerini sanmıyorum. Malko elinde olmadan esnedi. Liezen’de hafta sonu tatilini geçirirken CIA’nın mesajını almak onu hayli şaşırtmıştı. Sonra, şatonun şeref avlusuna ABD Ordusu’na ait bir helikopter inmiş ve onu alıp havalanmıştı. Uruguay’a geleceğini ise, ancak Amerika’ya indikten sonra, yani birkaç saat önce öğrenmişti. CIA, Ron Barber gibi önemli bir 16 ajandan kolay vazgeçeceğe hiç benzemiyordu. Ajan kurtarılacaktı. Hem de ne pahasına olursa olsun! Eh! Bu işi becerebilmek için Tupamarolarla başa çıkabilecek tek kişi de Malko idi. Çünkü,’hem iyi bir ajan hem de becerikli bir diplomattı. — Size bir haber ulaştı mı? diye sordu elçiye. — Hayır. Tupamarolarla henüz bir ilişki kuramadık. Bizden fidye de istemediler. Barber’ı niye kaçırdılar, anlamıyorum. Polisin de bildiği bir şey yok. Malko, orada bulunanların suratlarına dikkat etti. Kaçırılma olayı herkesi şaşkına çevirmişti: Uruguaylıları da, Amerikalıları da. Koridor haber bekleyen gazetecilerle doluydu. Ricardo Toledo’nun emriyle polisler küfrederek sille tokat gazetecilere giriştiler. Yol açıldıktan sonra polis şefi Malko ile elçiye döndü. — Gidebiliriz. — Şu gazetecilerle görüşmek isterdim, dedi Malko. İzin verin de içeri girsinler. Ricardo Toledo, sanki anasına küfretmiş gibi Malko’ya baktı. Bir an tereddüt etti, sonra adamlarına emir verdi. Şaşkına dönen gazeteciler süt dökmüş kedi gibi Malko’nun karşısında toplandılar. Avusturyalı samimi bir gülüşle İspanyolca olarak: — Ben Prens Linge’im, dedi. Montevideo’ ya yeni geldim. Amerikan Hükümeti benden Ron Barber’ı canlı olarak bulmamı istedi. Beni ona ulaştıracak kişiye bir milyon pezo ödül vereceğim. Victoria Plaza’da kalıyorum. Bar17 ber’ı canlı olarak iade ettikleri taktirde onu kaçıranlara karşı hiçbir girişimde bulunmayacağım. Hepsi bu kadar. Sustu. Bir an sessizlik oldu. Gazeteciler tek bir kelime sormadan dağıldılar. Ricardo Toledo elçiye yaklaşarak kulağına bir şeyler fısıldadı. Amerikalı diplomat hemen Malko’ nun yanına geldi. — Bu ödülden söz etmemeliydiniz. Gazeteler bunu basamaz. Hükümet Tupamarolara ödün vermek istemiyor. Üstelik, şu andan itibaren siz de her an kaçırılabilirsiniz. Polis sizi korumak zorunda kalacak. Malko gülümsedi. — Polis Ron Barber’ı nasıl korudu, gördünüz… Gazetelere sansür uygulasalar bile, ödülün iki saat sonra tüm Montevideo’ya yayılmış olacağından eminim. Eğer Tupamarolar söylendiği gibi güçlüyse mesele yok… Ben onlara gidemeyeceğime göre, elbette ki onlar bana gelecek… Elçinin gözleri faltaşı gibi açıldı. — Yani, başınızı derde mi sokacaksınız? — Bana bunun için para ödeniyor. Bu sırada Ricardo Toledo Avusturyalının yanına geldi. — Senyor, sizin güvenliğinizden ben sorumluyum. Böylece… — ilginize teşekkür ederim, ama birkaç dakika sonra özel muhafızlarım burada olacak. İçiniz rahat edebilir. Polis şefi bir an kuşkuyla Malko’ya baktı, sonra el sıkışıp ayrıldı. Malko otele gitmeden önce Bayan Barber’ı 18 ziyarete karar verdi. * * * Chris Jones dudak bükerek Rio de la Plata’ya bir göz attı. — Burası, Teksaslı bir zenginin yüzme havuzu kadar bir yermiş! dedi. Elçilik Cadillac’ımn koltuğunda kestirmekte olan Milton Brabeck uykulu uykulu bir gözünü açtı. — Şu an uyumak için ölmeye bile razıyım, diye homurdandı. — Böyle konuşma, bir duyan olur, diye karşı çıktı Chris. Dileğini yerine getirmek isteyen bir yığın dostun var, biliyorsun… Milton’un hiçbir şey umurunda değildi. Şu an köpeğin kemik düşlemesi gibi yataktan başka bir şey düşündüğü yoktu. Washington’ dan buraya on dokuz saat uçmuşlardı. Her ikisi de yetişkin bir kuş beynine sahip olmalarına rağmen, ufak çapta bir uçakgemisinin ateş gücünü rahatlıkla oluşturabilirlerdi.
Gerard De Villiers – 38 Montevideo Melegi
PDF Kitap İndir |