Osman Oztuna – Uc Haseki Sultan

Đlk Türk topu, Venedik kadırgasının tam tepesinde patladı. Bir anda iki taraftan korkunç bir top ateşi açıldı. Venedik kadırgasının direkleri kırılmış, kasarası göçmüştü; teslim bayrağını çektiği zaman Türkler çoktan rampa etmiş, leventler kadırgaya atlamışlardı. Türk korsan reisi, Turgut Paşa’nın adamlarından, ihtiyar bir denizciydi. Ganimet tesbitine başlandı. Beşte biri Đstanbul’a Hazine’ye gönderilecekti. Kanun böyleydi. Venedikli hanımlar, titreşiyorlardı. Reis, önce Baffa’nın kızını görmek istedi. Getirdiler. Görür görmez gözleri kamaştı. Çocuklukla genç kızlık arasındaki Sinyorina Baffa, boynu dik, gözleri açık semaya doğrulmuş, kalkık burnu daha da havalanmış duruyordu. Esaret zilletine düştüğünü hiç farketmemiş gibiydi. Reis, Đtalyanca sordu: — Korfu valisi Baffa’nın kızı sen misin? Genç kız tek kelimeyle cevap verdi: — Si! Bir an iri deniz yosunu rengindeki gözleri, reisin gözleriyle karşılaştı. O anda Türk korsanı, niyetini değiştirdi.


Kızı, Baffa’ya ve Venedik’e karşı siyâsî bir koz olarak kullanmak niyetiyle bu işi yapmıştı. En azından çok yüklü bir fidye alacağına emindi. Ama şu anda kararını vermişti: Öyle yapmayacaktı. Bu kızı, Harem-i Hümâyûn’a gönderecekti. Zira ancak cihan pâdişâhına lâyık bir inciydi. Kızı kamarasına gönderdi ve düşünmeye başladı: Cihan Pâdişâhı!. Đyi ama, böyle anılan Kanunî Sultan Süleyman, 68 yaşındaydı. Gençliğinde bile kadına fazla düşkün değildi; Hurrem Haseki-Sultan’la yetinirdi. Hurrem’in ölümünden sonra bir iki cariye ile iktifa etmişti. Aklı fikri harb ve devlet işlerinde olan bir şevketlû idi. Şu yaşında, bu emsalsiz kızın yüzüne bile bakmayacağı muhakkaktı. Ona ya hareminde bir hizmetkârlık verecek veya gözde bir kuluna nikâhlayacaktı… Safiye Sultan/11 Sinyorina Baffa, nihayet bir vezir hanımı olabilecekti. Az şey değildi, ama ihtiyar korsanın gönlü buna razı olmadı. Şimdiden bu kızı sevmiş, gururunu beğenmiş, babaca bir endişeyle istikbâlini düşünmeye başlamıştı. Başka tarzda bir alâka gösterecek yaşı geçmişti.

Kızın bakışlarında, daha parlak bir geleceğe namzed bulunduğunu okumuş gibiydi. Türk korsanının aklına veliahd geldi. Ulu Şehzade Selim… Kanunî ile Hurrem’in oğlu. Pâdişâhın hayatta kalan tek şehzadesi. Kütahya’da sancak beyi idi. 39 yaşındaydı. Yarın öbür gün Cihan tahtı denilen Osmanoğulları’nın saltanatına vâris olabilirdi. En uygunu Şehzade Murad Fakat, Baffa’ların kızı, henüz çocuktu. Saray terbiyesi görmeden, Türkçe öğrenmeden onu şehzadeye takdim etmezlerdi. Bu da birkaç yıl alırdı O zaman Selim Han kırkını geçerdi. Zaten kadına düşkün olmak gibi bir şöhreti yoktu. Baffa, onun hareminde, alelade bir odalık olarak kalabilirdi. Đhtiyar Türk korsan reisinin zihninde ânî bir şimşek çaktı: Kızı, Veliahd-Şehzâde Selim’in büyük oğlu Şehzade Murad’a sunacaktı. Murad Han, 17 yaşında bir nevcivandı. Manisa’da vali idi.

Sancak beyi sıfatıyla, Saruhan Tahtı’nda oturuyordu. Babası Selim Han’dan sonra saltanat sırası onundu. Henüz hiç bir çocuğu yoktu. Üstelik Türk korsanlarına karşı sevgisiyle tanınmış, onlara çok yardım etmişti. Ancak bu suretle küçük Baffa değer bulabilir, gerçek bir haseki-sultan olabilirdi. Türk korsan teknesi, reisinin bu kararının keyfiyle, güneye doğru süzüldü. Otranto Boğazı’na girerek Adriya Denizi’nden çıktı. Felâketten henüz haberi olmayan Baf12/Osmanlı Hareminde Üç Haseki-SULTAN fa’nın vali bulunduğu Korfu açıklarından geçti. Yunan Denizi’ne girdi. Güneydoğuya dümen kırdı. Đşte Mora’nın mor renkli batı kıyıları… Türk korsan teknesi, Mora ile Girit arasından geçerek Ege Denizi’ne girdi. Dümen, kuzey-doğuya kırılmıştı. Sakız ve Midilli adaları arasından Đzmir Körfezi göründü. Ve işte Đzmir limanı… Sanki masal dünyasındaydı Sinyorina Baffa, ilk defa olarak başına gelenleri kavrayabildi. Deniz yolculuğu içinde zihnini toplayamamıştı.

Kendisini hâlâ babasına gidiyor, gibi hayâl ediyordu. Kamarasından pek çıkmamıştı. Bu arada Hıristiyan hanımlara çok alışık olan Türk levendleri kendisine kibarca muamele ediyor, birkaç Đtalyanca cümle söyleyerek acısını unutturmaya bile çalışıyorlardı. Baffa, bir daha ailesini asla göremeyeceğini, Đzmir’e ayak bastığı an anladı. Hemen hemen Venedik kadar kalabalık ve canlı bir limandı Đzmir… Her milletten tacirler, gemiciler, rıhtımı doldurmuşlardı. Ama kavuklar, sarıklar ekseriyetteydi. Bu da, başka bir âleme, Türk dünyasına geçiş demekti. Tahtırevana bindirildiği zaman, Baffa hâlâ şaşkındı. Kaderin kendisi için çizdiği çizgiyi lâyıkıyle tasavvur edemiyordu. Manisa’ya Şehzade Murad’ın sarayına gideceğini duymuştu. Nerede Venedik’teki Baffa sarayı, Korfu’da-ki vali konağı, nerede Manisa Saray-ı Hümâyûnu?. Đzmir-Manisa yolunda, çevresinde atlanmış levendler, tahtırevan içinde ilerlerken, bitip tükenmek bilmez deve kervanlarını seyrederek bir müddet oyalandı. Sanki bir masal dünyasındaydı. Đki gün sonra Manisa göründü. Burası Đzmir’e bile benzemiyordu.

Avrupalı kılığında kimse görünmüyordu. Sadece kavuklu, sarıklı Türkler, feraceli hanımlar, narin minareler, kurşun kubbeler, bağlar ve bahçeler, renk Safiye Sultan/13 renk çiçekler ve tâ uzakta., pâdişâh sarayı. Vaktiyle pâdişâhların da oturduğu bu sarayda, şimdi 17 yaşında bir Os-manoğlu, Şehzade Sultan Murad Han hüküm sürüyordu. Manisa Sarayı Baffa, geleceğinin bilinmezliği duygusuyla titredi. Tahtırevandan indi. Eşliğindeki levendlerin neş’eli yüzlerinin ifadesinin ciddiyete dönüştüğünü, adımların itina ile atıldığını, kimsenin konuşmadığını, hayretle müşahede etti. Herkes, Osmanoğulları’nın eşiğine yaklaşmanın verdiği saygı duygusu içindeydi. Söğüt’ten çıkıp bugün Đndonezya ile Fas, Moskova ile Siyah Afrika arasında uzanan görülmemiş azametteki bir cihan devletinin mimarları olan Osmanoğulları’nın şevketi, bu sessiz haşmet içinde, daha vekarlı bir görünüş kazanıyordu… Sinyorina Baffa, sarayın mermer merdivenlerini çıktı. Harem dairesine alındı. Đtina ile soyulup hamama gönderildi. Türk usulü pabuç, şalvar, cepken giydirildi. Bundan sonra, Harem’in en yüksek dereceli kadın görevlisi olan Râziye Hatun’un karşısına çıkarıldı… Râziye Hatun, sabah gelen bir korsan reisinin Şehzâ-de’nin huzuruna çıktığını duymuştu. Reis, Şehzade Hazretlerinden iltifat görmüş, Venedik’ten soylu bir kız getirdiği için kendisine teşekkür edilmişti. Hareme gelen cariyeyi şehzadenin görmesi âdet değildi.

Korsan reisi de kızın güzelliğinden bahsetmemiş, bunun takdirini Sultan Murad’a bırakmış, sadece Korfu valisi ünlü Baffa’nın kızı olduğunu söylemişti. Bunlar, hareme aid en küçük bir sırrın kendisinden saklanması mümkün olmayan Râziye Hatun’a hemen yetiştirilmişti. Râziye, henüz genç sayılabilecek yaşta bir kadındı. Şehzade Murad’ın annesi Nûrbânû’nun yetiştirmesiydi 14/Osmanlı Hareminde Üç Haseki-SULTAN ve onun emriyle, oğlunun harem dairesinin düzenlenmesiyle görevlendirilmiş, âzâd edilmiş bir câriye idi. Nûrbâ-nû bu sırada oğlunun yanında Manisa’da değil, kocası Ulu Şehzade Selim’in yanında Kütahya’da idi. 32 yaşlarında genç bir kadındı. Uzaktan oğlu ile meşgul oluyordu. Onun için, şimdi Manisa Sarayı hareminin en büyük âmiri, bu Râziye Hatun’du. «Alın götürün, önce Türkçe öğrensin!» Râziye, karşısına çıkartılan ve kendisi için a’lelâde bir câriye olan Baffa’yı görünce, yüzünü buruşturdu. Zira çocukluktan çıkmış, adetâ genç kız olmuştu, vücudu gelişmişti. Saraya bu yaşta kız sokulmazdı. Ancak küçük çocuk yaşlarındaki kızlar alınır, terbiye edilir, harem hizmetlerinden biri için yetiştirilir, çok güzelleri ve istidadlıları yıllar sonra şehzade veya padişaha odalık olarak verilirdi. Gerçi kız çok güzeldi. Fakat bu husus Râziye’yi hiç ilgilendirmiyordu. Ama Şehzade Hazretleri’ne hediyeydi, hareme gönderilmişti, bu baş belâsını yetiştirip terbiye etmek de kendi görevi idi… Râziye’nin emriyle, kanun olduğu üzere, Sinyorina, ihtiyar ve tecrübeli kadınlar tarafından, ince bir muayeneye tâbi tutuldu.

Mükemmel bakire olup olmadığından, ağzının kokup kokmadığından, dişlerinin sayısı ve intizamından vücutça en küçük bir kusuru bulunup bulunmadığına kadar incelendi. Netice müsbetti. Râziye, bu sözlü raporu alınca, kızı tekrar çağırdı. Yine yüzünü buruşturdu. Zira bu kızın edeb ve erkândan haberi yoktu. Kendisini eteklemek şöyle dursun, suratına küstah küstah bakıyordu. Anlaşılan Râziye’yi hayli uğraştıracaktı Emir verdi: — Alın, acemi cariyelerin dairesine götürün. Tahsile başlasın. Bön bön bakar; önce Türkçe öğrensin!. Safiye Sultan/15 «Bundan sonra adın Safiye olacaktır» Baffa, acemi cariyeler dairesine götürüldü. Aman Allahım!. Burada ne kadar kız vardı… Renk renk kızlar… Sarışınlar, kumrallar, esmerler, kızıl saçlılar… Sekiz dokuz yaşında küçücük ve yirmisine yaklaşmış genç kızlar… Baffa’nın ilk dikkatini çeken şey, dairedeki sessizlik oldu. Đtalya’da olsa, bu kadar kız bir arada dünyayı ayağa kaldırırlardı. Burada ise fısıltıyla bile konuşulmuyordu. Demek Türkler, sessizliği seven bir milletti… Baffa’nın zümrüd gözleri buğulandı.

Bu kızların hepsi güzeldi. Tek çirkini yoktu. Her birinin de ayrı bir tarafında fevkaladelik vardı. Gerçi kendisinin hepsinden üstün güzel olduğuna şüphe etmiyordu, ama bu kalabalık içinde kaynaması, işten değildi. Mutlaka bu sarayın sahibinin, Cihan Pâdişâhı Süleyman Han’ın torunu Şehzade Murad’ın dikkatini çekmesi lâzımdı Bunun için de güzellik derecesinde zekâya ihtiyaç bulunduğunu hemen anladı. Bu kızlar, dehşetli bir disiplin içindeydiler. Bu disiplinle, zekâlarının kıvraklığı dumura uğramıştı. Halbuki kendisi öyle değildi ve olmayacaktı. Zekâsına güveniyordu. Tabiat bakımından şen, şuh, neşeli, kedere ve ümitsizliğe kapılmaz mizaçta idi. Artık Đtalya’yı, Venedik’i, Korfu’yu unutması lâzımdı. Oraları bir daha kendisine asla göstermezlerdi. Orada nihayet bir Đtalyan soylusu ile evlenecekti. Burada Şehzade Murad’la evlenmesi, hayallere sığdırılamaz mertebelere çıkması, Cihan Devleti’nin birinci kadını olması ihtimali vardı… Bu ihtimalle gözleri kamaştı. Muhteris ve ihtişama düşkündü.

Şimdiden kendisine sırmalı atlas cebkenler, incili pabuçlar giydirmişlerdi. Đtalya’da böylesine giyim, prenseslere mahsustu. Burada demek acemi cariyeler, alelade saray hizmetkârları bile bu seviyedeydi. Önce 16/Osmanlı Hareminde Üç Haseki-SULTAN Türkçe’yi öğrenmesi, Türk sarayının âdetlerini kavraması gerekiyordu. Osmanlı sarayında etiketin çok karmaşık olduğunu daha Venedik’te duymuştu. Hiç bir yerde açık vermemesi icab ediyordu. Ertesi gün kendisine Kelime-i Şehâdet tekrarlatıldı. Müslüman olduğu bildirildi. Râziye Hatun: — Bundan sonra adın Safiye olacak, dedi. Bu suretle Venedik soylusu Baffa’ların kızı «Safiye» adıyla, Türk cihan hakanlığının ikinci vârisi olan Şehzade Murâd’ın harem dairesinin bir köşesine ilişmiş oldu. «Cihan Tahtımın müstakbel vârisi Şehzade Murad, 4 Temmuz 1546 günü, Manisa’nın Bozdağ yaylasında doğmuştu. 17 yıl önce… O yıllarda babası Sultan Selim, şimdi kendisinin bulunduğu makamda idi. Manisa’da Saruhan Tahtı’nda… Yazları yaylaya çıkar, avlanır, şiir okur ve yazar, musikî dinlerdi. Đşte Şehzade Murad, babası ile annesinin yaz dolayısıyla yaylada otağ kurdukları böyle bir anda, Nûr-Bânû’dan doğmuştu. 1558’de Kanunî Sultan Süleyman Han, velîahdi Selim Han’ı Manisa’dan almış, Karaman Tahtı’nda oturması için Konya’ya yollamıştı.

Oğlu Murada da Akşehir sancak beyliğini vermişti. Şehzade Murad, Nasreddin Hoca türbesinin karşısındaki sarayında, bu suretle 12 yaşında devlet idaresi stajına başladı. Yeni bulûğa ermişti. Cihan Hakanı Sultan Süleyman, hayatta kalan tek oğlunun büyük oğlu Murad’ı görmek istemiş, Đstanbul’a çağırmış, tahsilini, terbiyesini, mizacını, zekâsını, yılların verdiği engin tecrübeyle incelemişti. Demek «Cihan Tahtı» denen Osmanlı saltanatının gelecekte vârisi, çocuk yaşındaki bu delikanlı idi… Şehzade Murad, bir müddet Topkapı Sarayı’nda şevketlû dedesinin yanı başında yaSafıye Sultan/17 şadı. O da o genç yaşında, dedesinin dünyaya nasıl düzen verdiğini yakından ve merakla gördü. Onbeşbuçuk yaşına gelince, 1562 Mart’ında, Manisa sancak beyliğine yollandı Đşte o zamandan beri, Manisa’da yaşıyordu. Babası Ulu Şehzade Selim Han ise, bu sırada Kütahya’da, Germiyan Tahtı’nda oturuyordu… Şehzade Murad, kumral, şahin burunlu, orta boylu, silâhşor, süvari, neş’eli, merhametli, mûsikî ve şiir sever bir delikanlı idi. Atalarının pek de rağbet etmediği Halveti tarikatına girdiğine göre, tasavvuf zevki de vardı. Fevkalâde bir tahsil görmüştü. Tahsilinin babasınınkinden bile fazla, büyükbabası ayarında olduğu söyleniyordu. Genç şehzadeye her şey öğretilmişti: Arapça, Farsça, Çağatay lehçesi, Đslâm hukuku ve diğer Đslâmî ilimler, mûsikî, tarih… Osmanlı tarihini, üç dildeki Doğu şiirini, Đslâmî ilimleri çok iyi biliyor, okumayı seviyor, tahsiline hâlâ devam ediyordu. Devrin en değerli bilginleri Manisa Sarayı’na gidip geliyor, şehzadeyi yetiştiriyorlardı. Bir kısmı Đstanbul’dan gönderilmişlerdi. Manisa Sarayı’nda oturup şehzadeyi okutuyorlardı.

Şehzade, ilme ve edebiyata çılgınca meraklı idi. Arada yaylaya çıkar, avlanırdı. Safiye, bütün bunları öğrendi ve… yutar gibi ezberledi. Artık Türkçe konuşabiliyordu. Okuyup yazmaya da başladı. Đtalyanca’yı çok iyi okuyup yazıyordu ama, önceleri Türk yazısı karşısında bocaladı, sonra kıvrak zekâsıyla hemen kaptı. Saray düzenini ve protokolünü hayli öğrendi. Zaten haremdeki diğer kızlara hiç benzemiyordu. Bir defa onlardan farklı olarak yüksek bir soylu aileden geliyordu. Sonra diğerleri gibi çocukken saraya girmemişti. Kızları inceledi. Çoğu menşeini, ailesini bilmiyordu, unutmuşlardı. Đşte şu sarışının bir Slav, şu esmerin bir Latin olduğu anlaşılıyordu, ama nereden geldiklerini artık hatırlamıyorlardı. Safiye ise, menşeini hiç unutmayacak bir yaşta saraya getirilmişti… 18/Osmanlı Hareminde Üç Haseki-SULTAN Râziye, iki yıl geçmeden Türkçeyi ve saray terbiyesini bu derecede bir zekâ ile öğrenen «Safiye» adını verdiği kızın gelişmesini hayretle takip ediyordu. Onu pek sevmiyordu.

Zira küstah tabiatlı idi. Diğer kızlar gibi kendisine saygı göstermiyor, sadece emirlerini yerine getiriyordu. Buna, çoktan dikkat etmişti. Terbiyesi kıt, fakat zeki bir kızdı bu. Kanuna aykırı olarak 13 gibi ilerlemiş bir yaşta saraya alınmıştı. Edeb eksikliği herhalde buradan geliyordu. Râziye Hatun, böyle düşünüyordu. Râziye ‘nin hesapları Şehzade Murad, 19 yaşına gelmişti. Artık kendisine doğru dürüst bir eş seçmek gerekiyordu. Bu eşi, Râziye, şehzadeye sunmalıydı ki, göze girebilsin. Şehzade Hazretîeri’nin dikkatini biraz ilim ve edebiyattan, şiir ve mûsikîden, at ve silâhtan ayırıp hareme çevirebilse, bütün menfaat ve ikbal kapıları Râziye için de açılabilirdi. Ama dikkatli olmalıydı. Kadın hususunda toy olan şehzadeyi mutlaka memnun etmeliydi. Şimdiye kadar götürdüğü bir iki cariyeye şehzade hiç ehemmiyet vermemiş, onları beğendiğine dair kendisine en küçük îmâ ve işarette bulunmamış, hiç bir atıyye ihsan etmemişti. Şehzade Murad, birer gece geçirdiği bu cariyelerin adetâ dilsiz olduklarını sanmıştı.

Gerçi bir Osmanoğlu’na sual sorulmadan hitab etmek, kimsenin haddi değildi. Ama duygusuzluğa çok yaklaşan bu derecede bir sükûnet de Şehzade Hazretleri’nin canını sıkmıştı. Gerçi hepsi güzel kızlardı. Fakat hiçbiri gönlüne bir şey söylememiş, bir mısra bile ilham etmemişlerdi…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir