Türk kavimlerinden Göktürkler’i konu alan Ergenekon Destânı, Büyük Türk Destânı’nın bir parçasıdır. VI. yüzyıl ortalarında Türkler’i yeniden birleştiren Göktürkler’in menşeini açıklamak isteyen bu destânın özeti şöyledir: Türk illerinde Göktürkler’e baş eğmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler, birleşerek Göktürkler’in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını ve sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruşuldu. Sonunda Göktürkler, üstün geldi. Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri, av yerinde toplanıp konuştular. “Göktürkler’e hile yapmazsak sonunda işimiz yaman olur” dediler. Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Göktürkler, “Bunların vuruşma gücü bitti, kaçıyorlar!” deyip, arkalarına düştüler. Düşman, Göktürkler’i görünce, birden döndü. Gafil avlanan Göktürkler, yenik düştü. Hepsi teker teker öldürüldü. Çadırları alındı. Bir tek ev kurtulamadı. Büyüklerinin hepsi kılıçtan geçirildi. Küçükleri kul yapıldı. Göktürkler’in başında, İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada, bir tanesi dışında, hepsi öldü. “Kayı” adını taşıyan bu oğul, o yıl evlenmişti. İl Han’ın, “Dokuz Oğuz” adında bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz Oğuz, düşmana esir düşmüşlerdi. Fakat on gün geçmeden bir gece, ikisi de, kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Esirlikten kurtuldular. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen birçok deve, at, öküz ve koyun buldular. “Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman dediler; gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım!” Sürülerini alıp, dağa doğru göçtüler. Geldikleri yoldan başka geçilecek yeri olmayan bir ülkeye vardılar. Bu yol öyle sarptı ki, bir deve veya at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa param parça olurdu. Göktürkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, Yaradana şükürler ettiler. Yeni ülkelerinin hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye, “Ergenekon” adını koydular. İki Göktürk prensinin, zamanla Ergenekon’da çocukları çoğaldı. Kayı Han’ın çok çocuğu oldu. Dokuz Oğuz Han’ın daha az çocuğu doğdu. Çok yıllar bu iki hanın çocukları Ergenekon’da kaldılar ve çoğaldıkça çoğaldılar. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar fazlalaştı ki, Ergenekon’a sığışamaz oldular. Çare bulmak için, kurultay toplandı. Dediler ki: “Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım!” Kurultay bu kararı alınca Göktürkler, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar, fakat bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: “Bu dağda demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi!” Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü, altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurdular. Yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun ve kömürü ateşleyip, körüklemeye başladılar. Allah’ın gücü ve inâyeti ile ateş kızdı. Kızdıkça demir eridi, akıverdi. Dağ delindi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatinde Göktürkler, Ergenekon’dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler’de bayram günü oldu. Her yıl o gün gelince, büyük törenler yapıldı. Bir parça demir alınıp ateşte kızdırıldı. Bu demiri önce Göktürk Hâkanı kıskaçla tutup örse koyup, çekiçle döverdi. Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp şenlikler başlardı. Ergenekon’dan çıkınca, Göktürkler’in ulu hâkanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi. Göktürkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi. Bütün iller, Türklerin Ergenekon’dan çıktığını öğrenip baş eğdiler. Büyük Türk Hâkanı Börteçine’ye saygı sunup ululadılar. Kore’den Karadeniz’e kadar bütün ülkeler, yeniden Türk buyruğuna girdi. Dört yüz yıl Ergenekon’da bekleyen Türkler, eskisi gibi, dünyanın en büyük milleti oldular. KÜR ŞAD İHTİLÂLİ Teoman Yabgu’nun Kuzey Asya’da Büyük Türk Hakanlığı’nı kurduğu yıldan, Milât’tan önce 220 yılından 854 yıl geçmişti. Milâd’ın 634. yılında Büyük Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girmişti. Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı’nın başında Göktürk hanedanı bulunuyordu. Türkler’in en büyük ve an’anevî düşmanı, Çin İmparatorluğu idi. Göktürk hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk Kağanı, Çinliler, bir Çin prensesi olan eşi İçing Hatun eliyle zehirletmişlerdi. 621’de zehirlenerek ölen Çuluk Kağan’ın yerine kardeşi Kara Kağan geçti ve İçing Hatun’la, yani dul yengesiyle evlendi. Kara Kağan, zayıf bir şahsiyetti. Çinli eşinin entrikalarıyla büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. Üst üste gelen soğuklar ve kıtlık yılları da Türk illerinde büyük zararlar meydana getirdi. Bu durumdan faydalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir ordu gönderdiler. Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle beraber Çinliler’e esir oldu. 4 yıl Çin’de yaşadı. Kederinden öldü. Çinliler, Kara Kağan’ın yerine Doğu Göktürk prenslerinden Sirba Kağan’ı Türk imparatoru ilân ettiler. Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. Hayatı 9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin’e tâbi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca Çin’in ve bütün Asya’nın efendisi olan Türkler, bu utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat gözlüyor, kendilerine bir lider arıyorlardı. Bu lider, ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kahraman, Çuluk Kağan’ın küçük oğlu, İçing Hatun’un üvey oğlu ve Kara Kağan’ın yeğeni, genç bir Türk imparatorluk prensiydi. Adı Kür Şad’dı. 40 kişilik bir ihtilâl komitesi kuruldu ve Kür Şad’ı, çeşitli meziyetlerinden ötürü komitenin başbuğu seçti. Çinliler’i Türk yurdundan kovmak ve Çin’de esir yaşayan Türkler’i kurtarmayı amaç edinen bu ihtilâl komitesi başarı kazanırsa, Kür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti. Zira ihtilâlin tamamen millî bir gaye ile yapıldığından, hiçbir Türk’ün gönlüne şüphe düşmemesi lâzımdı. Kür Şad’ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce komite üyelerinden birkaçı, Kür Şad’ın müstakbel hakan olarak ilân edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine, ihtilâl başarıya ulaşırsa, Kür Şad’ın ağabeyinin oğlu, yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı. Bu sıralarda Çin’de 18. imparatorluk hanedanı olan Tanglar’dan 2. imparator Li Şih-min hüküm sürüyordu. Li Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık devletiydi. Kuzey Çin’de boyunduruk altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Türk ihtilâl komitesinin planı şöyleydi: İmparator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri gelenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk toprakları ile değiştirilecekti. İhtilâl başarıya ulaşır ulaşmaz, yani Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler ayaklanacaklar, rastladıkları Çinli’yi öldürüp istiklâl kazanacaklardı. Çin İmparatoru’nun her gece kılık değiştirerek başkenti Çingan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafından haber alınmıştı. Bir sokak baskınıyla İmparator’un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilâlin duyulacağından ve Türkler’in kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp İmparator’u silâh kuvvetiyle ele geçirmek kararını verdi. Arkadaşlarının, Çinliler’le kıyas kabul etmez derecede iyi silâh kullanmalarına güveniyordu. Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin imparatorluk sarayını bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türk’ün keskin nişancılığı ve vuruş mahareti karşısında can verdi. Türk okları ve kılıçları, yıldırımlar gibi yağıyor ve değdiği yerden sütunlar hâlinde kan boşanıyordu. Ancak Çin İmparatoru’nun hassa kuvvetleri, yerden mantar bitercesine çoğalıyor, bir ölü muhafızın yerini on kişi alıyordu. Öyle bir an geldi ki, Kür Şad, İmparator’un ele geçirilmesine imkân olmadığını anladı. Sarayı terk etmek emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçmaya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak icap ediyordu. Sarayı basan Türkler, sokaklarda göze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sarayın has ahırını basıp at ele geçirmekti. Öyle yapıldı. İmparatorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arkadaşı, seyisleri öldürdüler. Buldukları atlara atladılar. Bütün muhafız duvarlarını parçalayarak saraydan çıkıp gittiler. Şehir surlarının bir kapısını zorlayıp Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bütün bir Çin ordusu geliyordu. Vey ırmağı kıyısına gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma hâlini aldı. Irmağa varan Kür Şad ve 39 yoldaşı, suyu geçemeden Çinliler tarafından durduruldular. Birkaç yüz Çin askeri, Türk oklarıyla vurulup düştü. Fakat 40 Türk’te artık değil dövüşecek, yay çekip kılıç savuracak takat kalmamıştı. Göz yaşartıcı, pek haşmetli bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınları karanlığın perdesini yırtmaya başladığı anlarda Kür Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar. Her dakika bir Türk, Vey ırmağının sarı toprakları üzerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak fırsatı bulan ve vücudunda düşman silâhı değmemiş yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sallayan kimse göremedi. Arkadaşlarının hepsi ölmüştü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarını, Teoman’ı, Oğuz Han’ı, Bumin ve İstemi Kağanlar’ı hatırına getirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefâlı göğüslerine doğru düştü. * İhtilâl başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmedi. Bütün Türk illerinde, hiçbir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkân olmayan bir istiklâl rüzgârı esti. 639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde 40 Türk’ün hayalden dahi geçirilemeyen baskını, Çinliler’i kalplerinin derinliklerine kadar titretti. Türkler, Kür Şad’ın kardeşleri ve yeğenleri, pek şanlı Göktürk hanedanından yeni başbuğlar buldular. İstiklâl ülküsü, yeniden taşmak, bütün Çin’i basmak, yine Asya’nın efendisi olmak derecesinde coştu. ORHUN ABİDELERİ Çar Petro’nun İsveç kralı Demirbaş Şarl’ı yendiği 8 Temmuz 1709 Poltava savaşında, Johann von Strahlenberg (Yohan fon Ştrâlenberg) adında Alman asıllı bir İsveç subayı, Ruslar’a esir düştü. Sibirya’ya sürüldü ve orada serbestçe dolaşmasına izin verildi. 13 yıl Sibirya’da gezen bu subay, 1722’de İsveç’e döndü. 1730’da gezilerini anlatan ünlü Almanca eserini yayınladı. Bu kitapta, şimdiki Moğolistan’da, Orhun ırmağı çevresinde bulduğu birtakım meçhul işaretler kazılmış taşlardan bahsediyor, hattâ bu taşlardan kopya ettiği bazı işaretleri de yayınlıyordu. Kitap, XVIII. yüzyıl Avrupa’sında ilgiyle okundu. Fakat gezginin naklettiği işaretlere kimse bir mânâ veremedi. Aynı yüzyılın sonlarında Rus gezgini Palas ve 1882’de Spassky de Orhun çevresini ziyaret edip bu taşları gördüler. Hattâ sonuncu bilgin, 22 adet yazılı taşın kopyasını yayınladı. 1825’te Fransız Doğu bilgini Abel Remusat, bu yazılı taşların bulunduğu çevrenin “Türkler’in eski ülkesi” olduğunu ileri sürdü ve kitabelerin Türkler’e ait olabileceğini söyledi. XIX. yüzyılın sonlarında Fin bilgini Heikel, bütün yazılı taşların kopyasını dikkatle aldı ve bütün Avrupa akademi ve üniversitelerine dağıttı. Birçok bilgin, bu meçhul işaretler üzerinde çalıştılar. Fakat hiçbiri bir sonuç alamadı. Nihayet Danimarka Akademisi Başkanı Thomsen, 1893’te Orhun yazıtlarının kaleme alındığı alfabeyi çözdü. Önce “Türk, Tengri (yani Tanrı) ve Kül Tigin” kelimelerini okumaya muvaffak oldu. Diğer kelimeleri, bu kelimelerle mukayese ederek okudu. Çünkü andığımız üç kelime, kitabelerde pek çok defa geçiyordu. Kitabelerin Türkçe olduğu anlaşıldı. Türkçe metinler, Avrupa dillerine çevirileriyle birlikte yayınlandı ve o tarihten beri yüzlerce türkolog, bu abidelerin üzerinde çalıştı. İlim tarihinin harikulâde keşiflerinden birine konu olan kitabeler, Baykal Gölü’nün güneyinde, şimdiki Moğolistan topraklarında, Göktürkler’in merkezi Ötüken yakınlarındaydı. “Göktürk Alfabesi” denen millî Türk alfabesiyle yazılmıştı. Bu alfabeyi yapanların, Türkçe’nin ses bilgisini çok iyi bilen insanlar oldukları anlaşılıyor. Bu Orhun abidelerinden, XIII. yüzyıl başlarında Moğollar’ın tarihini yazan İranlı büyük tarihçi Cüveynî de bahsetmişti. Çünkü abideler, Cengiz’in başkenti Karakurum’a hayli yakındı. Orhun abideleri, 3 tanedir. 3 abidenin en temiz ve sağlam olanı Kül Tigin abidesi olup 3,75 metre yükseklikte, yani iki insan boyundan uzundur. Yukarıdan aşağıya doğru kalınlaşan bu abidenin tepede genişliği 1,22 metre, tabanda 1,32 metredir. Az ötesindeki Bilge Kağan abidesinin de ölçüleri aynıdır. Abidelerin yakınlarında birçok heykel, bilhassa Kül Tigin’in bir heykeli vardır. Türkler’in heykeltıraşlıkta çok ileri olduklarını gösteren bu eserlerin bir kısmı, son yıllarda Çek arkeologları tarafından bulunmuştur. Göktürkler çağından kalma 3 abideden başka daha yüzlerce kitabe elimizdedir. Ancak bunlardan hiçbiri Orhun abideleri derecesinde önemli değildir. Zaten Orhun veya Göktürk abidelerinin önemi, Türk edebiyatında başka hiçbir eserle ölçülemeyecek derecede büyüktür. Bu hususiyet, abidenin yazarı Göktürk prenslerinden Yulug Tigin’i, Türk ediplerinin en büyüğü saymamıza kâfidir. Kitabelerde kullanılan dil, hayran olunmak bir yana, hayret edilecek derecede mükemmeldir. XX. yüzyılın büyük Türk yazarlarının kullandıkları Türkçe derecesinde işlek bir nesir dili görülür. Bu dil, her cümlesinde şiir kokar. Cümleler kısa, kesik, fevkalâde mânâ yüklüdür. Herhangi bir kelime çıkarılıp eklendiği takdirde, cümlelerin dengesi derhal bozulur. VIII. yüzyılda bulunduğumuz düşünülürse, anlatılan fikirler hayrete değer. Koyu bir milliyetçilik, kitabelerin ruhuna işlemiştir. Şüphesiz nesir dili gibi bu fikirler de yüzyıllardan süzülmüş bir gelişmenin sonucudur. İfade, son derece realisttir. Yüzyıllarca işlenmeksizin bir dilin böyle bir mükemmellik kazanmasına ve böyle bir fikir seviyesine erişmesine imkân yoktur. Orhun abidelerinden ilki, 730 yılında Büyük Türk Hâkanı Bilge Kağan’ın başbakanı Bilge Tonyukuk tarafından, ikincisi 732 yılında Bilge Kağan tarafından, düşmanla savaşırken kahramanca ölen kardeşi Kül Tigin adına, üçüncüsü de 735 yılında Bilge Kağan adına dikilmiştir. Abidelerin yazarı, Bilge Kağan ile Kül Tigin’in amca oğlu olduğu sanılan Yuluğ Tigin’dir. Bu eserlerde Bilge Kağan, yüzyıllar ötesine şöyle seslenmektedir: Ey milletim, ey hânedânım! Sözlerimi dikkatle dinleyin! “İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletler şimdi bana tâbidir. Bugünkü gibi kargaşa olmaksızın Türk Hâkanı Ötüken’de oturursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben, Ötüken’de oturarak yurdumu yönettim. Çinliler’in altınına, gümüşüne, ipeğine, tatlı sözüne, değerli hediyesine kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türk’ün can verdiğini, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım. Tanrı yardım etti, Türk Hâkanı oldum. Dağılmış milletimi bir araya topladım. Fakir milletimi zengin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım. Atalarım Bumin Kağan’a, İstemi Kağan’a lâyık bir oğul olmaya çalıştım. “Atalarım Türk yurdunu öyle sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle yönettiler ki, Türk milleti bahtiyar oldu, onların ölümlerine candan ağladı. Atalarıma tâbi olan bütün yabancı milletler, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların çağında yaşadıkları mesut hayatı unutmadılar. Atalarım o kadar ünlü hâkanlardı. Sonradan bilgisiz ve kötü hâkanlar ulu Türk tahtına oturdular. Onların kötü idaresi ve Çinliler’in hilesi yüzünden Türk milleti, zengin ülkelerini kaybetti. Türk hâkanlarının cihânı tutan ünleri geçmişe karıştı. “Bu yüzden, Çinliler’e beylik eden Türk kişizâdeleri köle, Türk kızları câriye oldu. Türk beyleri, şanlı isimlerini bıraktı. Çince isimler kullanmaya başladı. Doğu Türkleri, Çin hâkanına tâbi olup 50 yıl onun acıklı ve utandırıcı idaresinde yaşadı. “Fakat Gök Tanrı, Türk’ün bu hâline acıdı. Türk milleti yok olmasın, eskisi gibi cihânın en yüce milleti olsun diye, babam İlteriş Kağan’la anam Elbilge Hâtun’u Türkler’e hâkan kıldı. Tanrı güç verdi, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Düşmanlar, kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp gitti. Hâkan babam, doğudan batıya at koşturup Türk milletini tekrar topladı, birleştirdi, Türk devletini diriltti. “Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe, bil ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey Türk milleti! Kendine dön! Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine lâyık ol! “Ey milletim! Bil ki ben, zengin ve parlak bir millete hâkan olamadım. Zayıf ve zavallı bir milletin başına geçip tahta oturdum. Kardeşim Kül Tigin ve yeğenlerim olan iki prensle and içtik; babamın, amcamın hayatlarını verdikleri millet uğruna biz de bütün gücümüzle çalıştık. ‘Başına geçtiğim Türk milletinin birliği ve yüceliği için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yâr oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk milletini bütün milletlerden üstün kıldım!”
Yilmaz Oztuna – Cumhuriyet Donemi Oncesinde Turkler
PDF Kitap İndir |