Wilbur Smith – Avci’nin Kaderi

9 Ağustos 1906, Birleşik Krallık ve Britanya Dominyonları [Eskiden Britanya İmparatorluğunla ya da Commonwealth’e bağlı ülkeleri belirten terim.] Kralı ve Hindistan İmparatoru VII. Edward’ın tahta çıkışının dördüncü yıl dönümüydü. Tesadüfen, aynı zamanda majestelerinin sadık hizmetkârlarından Kraliyet Afrika Piyadeleri ya da daha popüler adıyla KAR Birliği’nin 1. Alay, 3. Tabur, C Bölüğü’nden Teğmen Leon Courtney’in de on dokuzuncu yaş günüydü. Leon doğum gününü, imparatorluğun mücevheri olan İngiliz Doğu Afrika’sının sarp Great Rif Vadisi yamaçlarında Nandi asilerini kovalayarak geçirmekteydi. Nandi’ler otoriteye başkaldıran savaşçı bir ulustu. Yüce büyücü doktorları, büyük bir siyah yılanın kabile topraklarını ateş ve dumanla sarsacağı, kabileye felaket ve ölüm getireceği kehanetinde bulunduğundan bu yana, on yıldır ara ara ayaklanıyorlardı. İngiliz Koloni Yönetimi, Hint Okyanusu kıyısındaki Mombasa Limanı’ndan, yaklaşık bin kilometre içeride kalan Victoria Gölü kıyılarına ulaşmak üzere demiryolu hattı döşemeye başlayınca, Nandi’ler o feci kehanetin gerçekleşmekte olduğunu gördüler ve için için yanan isyan yeniden alevlendi. Demiryolunun ucu Nairobi’ye ulaşıp, Rift Vadisi ve Nandi kabile topraklarından geçerek. Victoria Gölü’ne doğru inmeye başlayınca isyanın coşkusu daha da arttı. KAR Birliği’nin komutanı olan Albay Penrod Ballantyne koloni valisinden kabilenin yeniden ayaklandığı ve demiryolunun geçeceği hattaki tenha ileri karakollara saldırılarda bulundukları haberini alınca öfkeyle, “Eh, sanırım bunlara yine iyi bir kötek atmanın zamanı geldi,” yorumunu yaptı. Sonra da Nairobi’de bulunan 3. Tabur’una kışlasından çıkıp bu görevi yerine getirmeleri emrini verdi.


Bu emir gelmeseydi, Leon Courtney o gün başka bir işle meşgul olacaktı. Kısa süre önce koloninin yeni başkenti Nairobi’den birkaç kilometre ötedeki Ngong Tepelerinde bulunan kahve shamba’larında kocası öfkeli bir aslan tarafından öldürülmüş olan genç bir hanım tanıyordu. Korkusuz bir binici ve olağanüstü bir forvet olan Leon, genç hanımın eşinin polo takımında bir numarada oynaması için davet edilmişti. Elbette genç bir subay olarak pony [Dünyanın en küçük ve en cesur atları olarak bilinen bir at türü.] yetiştirecek gücü yoktu, ama kulübün daha varlıklı üyelerinden bazıları ona seve seve sponsorluk ediyorlardı. Hanımın müteveffa eşinin takımının bir üyesi olarak Leon’un belli ayrıcalıkları vardı ya da kendisi öyle olduğuna inanıyordu. Aradan uygun bir süre geçip, dul hanım mateminin en keskin acılarını atlatınca, atına atlayıp saygılarını ve başsağlığı dileklerini sunmak üzere shamba’ya gitti. Genç hanımın kendisini iyice toparlamış olduğunu keşfedince de memnun oldu. Matem kıyafeti içinde bile onu tanıdığı diğer hanımlardan çok daha cazip bulmuştu. Verity O’Hearne, yani dul genç hanım, başını kaldırıp da üzerinde en iyi üniforması, başında alayın aslanı ve fildişi arması, bulunan yana yatmış şapkası ve pırıl pırıl çizmeleriyle boylu boslu delikanlıyı görünce şaşırmış; gencin yakışıklı hatlarına, masum ve hevesle bakan içten gözlerine bakınca da önce anaçlıkla karıştırdığı kadınsı bir duyguya kapılmıştı. Leon’a çiftlik evinin geniş, gölgeli verandasında çayla üzerine marmelat sürülmüş sandviçler ikram etti. Başlangıçta Leon, onun karşısında beceriksiz ve utangaçtı, ama genç kadın sıcakkanlı davranışları ve Leon’u mest eden yumuşak İrlanda aksanıyla konuşarak konuğunu ustalıkla rahatlattı. Bir saat, insanı irkilten bir hızla geçmişti. Leon gitmek üzere kalkınca Verity de ön merdivene kadar ona eşlik etti ve vedalaşmak üzere elini uzattı. “Yolunuz düşerse lütfen yine uğrayın Teğmen Courtney.

Bazen yalnızlık ağır bir yük oluyor.” Sesi yumuşak ve tatlıydı, minik eli ise ipek gibi pürüzsüz. Taburun en genç subayı olarak Leon’un görevleri oldukça fazla ve yorucuydu, bu nedenle davete karşılık verme fırsatım ancak iki hafta sonra bulabildi. Çay ve sandviç servisi bittikten sonra Verity, Leon’u içeri davet edip kocasının av tüfeklerini gösterdi, bunları satmak istiyordu. “Kocam fazla bir gelir bırakmadı, o yüzden maalesef bunlara bir alıcı bulmak zorundayım. Subay olduğunuz için değerleri hakkında bir fikir verebileceğinizi umuyorum.” “Mümkün olan her şekilde size yardımcı olmaktan zevk duyarım Bayan O’Hearne.” “Çok naziksiniz. Dostum olduğunuzu ve size tamamen güvenebileceğimi hissediyorum.” Leon verecek cevap bulamadı. Onun yerine, mahzun mahzun artık kölesi olduğu iri mavi gözlere baktı. Verity, “Size Leon diyebilir miyim?” diye sordu ve daha o cevap veremeden hıçkırıklarla sarsılmaya başladı. “Ah, Leon! Öyle perişan ve yalnızım ki,” dedikten sonra da kollarına yığıldı. Leon, genç kadını göğsüne bastırdı. Onu rahatlatmanın tek yolu buymuş gibiydi.

Bebek gibi narindi ve o güzel başını omzuna yaslayarak Leon’un kucaklamasına hevesle karşılık veriyordu. Leon, olanları sonradan tekrar gözünün önünde canlandırmaya çalıştı ama her şey mest edici bir sisten ibaretti. Genç kadının odasına nasıl gittiklerini hatırlayamıyordu. Pirinç karyola kocamandı, kuştüyü şilteye uzandıkları anda genç dul, ona cenneti göstermiş ve Leon’u tümden değiştirmişti. Şimdi aylar sonra Leon, Rift Vadisi’nin ışıltılı sıcağında, yerel kabilelerden derlenmiş yedi askari’den oluşan müfrezesinin başındaydı. Süngü takmış olarak Niombi’deki bölge karargâhı binalarını çevreleyen bereketli muz plantasyonunda ilerlerken, kendisini bekleyen görevlerini Verity O’Hearne’nin kucağını düşündüğü kadar düşünmüyordu. Sol tarafındaki Çavuş Manyoro dilini şaklattı. Leon da Verity’nin yatak odasından gerçeğe döndü ve bu hafif uyarıyla donup kaldı. Düşüncelere dalmış ve görevini ihmal etmişti. Bedenindeki tüm sinirler Pemba Kanalı’nın derin mavi sularında ağır bir kılıçbalığını çeken misina gibi gerilmişti. Sağ elini kaldırarak dur emri verdi ve iki yanında dizili askari’ler durdu. Gözucuyla çavuşuna baktı. Manyoro, Masai kabilesinden bir moran’yâı. Kabilenin saygın bir üyesiydi, boyu bir seksenin üstünde olmasına rağmen bir boğa güreşçisinin zarif ve ince hatlarına sahipti. Üstünde haki üniforma, başındaysa püsküllü, sorguçlu fes vardı.

Tam bir Afrikalı savaşçıydı. Leon’un ona baktığını hissedince çenesini kaldırdı. Leon bu hareketi takip edince akbabaları gördü. Sadece boma’nın, yani Niombi’deki resmi yönetim binasının çatısından çok yüksekte, kanat kanada dönüp duran iki tane akbaba vardı. Leon alçak sesle, “Dert ve pislik,” diye fısıldadı. Bir sorunla karşılaşmayı beklemiyordu: Ayaklanmanın yüz yirmi kilometre daha batıda olduğu bildirilmişti. Bu ileri karakol, Nandi kabile topraklarının bilinen sınırlarının dışında kalıyordu. Burası Masai Bölgesi’ydi. Leon’a sadece olur da isyan kabile sınırlarını aşarsa diye birkaç adamıyla bu hükümet boma’sını takviye etmesi emredilmişti. Şimdi de sınırların aşıldığı anlaşılıyordu. Niombi’deki bölge komiseri, Hugh Turvey’di. Leon, onu ve karısını geçen Noel arifesinde düzenlenen Göçmen Kulübü balosunda tanımıştı. Turvey, Leon’dan olsa olsa dört, beş yaş büyüktü ama İskoçya büyüklüğünde bir bölgeden sorumluydu. Şimdiden sıkı biri olarak ün yapmıştı, bir avuç asinin boma’sına sürpriz baskın yapmasına göz yumacak biri değildi. Fakat havada dönüp duran kuşlar bir uğursuzluk işareti ve ölüm habercisiydi.

Leon, eliyle askari’lerine “doldur” emri verdi ve uzun namlulu Lee- Enfield tüfeklerin .303 mermileri yüklenirken mekanizmaların çıtırtısı duyuldu. Bir el hareketi daha yaptı ve savaş pozisyonunda ilerlemeye başladılar. Leon, sadece iki kuş, diye düşündü. Bunlar sürüden kopanlar da olabilirdi. Başkaları da olmalıydı, tabii eğer… O sırada tam karşıdan geniş kanatların sesini duydu ve muz ağaçlarının ötesinden bir akbaba daha havalandı. Leon ürperdiğini hissetti. Eğer bu canavarlar yere konmuşsa, orada et var demekti, ölü et. Tekrar dur işareti verdi. Manyoro’yu parmağıyla dürtüp tek başına ilerledi, Manyoro da peşinden onu takip etti. Sessiz ve temkinli yaklaştığı halde diğer devasa leş yiyicileri ürkütmüştü. Onlar da tek tek veya gruplar halinde mavi gökyüzünde kanat çırparak dönüp duran arkadaşlarına katıldılar. Leon son muz ağacını da geçip geniş tören alanının kenarında durdu. İleride, boma’nın kireçle sıvanmış çamurdan tuğla duvarları parlıyordu. Ana binanın ön kapısı ardına kadar açıktı.

Verandaya ve tören alanının pişmiş kil yüzeyine parçalanmış mobilyalarla resmi hükümet evrakları saçılmıştı. Boma’nın altı üstüne gelmişti. Hugh Turvey’le karısı Helen, kolları iki yana açık olarak meydanda çırılçıplak yatıyorlardı. Beş yaşındaki kızlarının cesedi de az ötelerindeydi. Geniş ağızlı bir Nandi assegai’siyle göğsünden tek darbe almıştı. Minik bedenindeki kan o koca yaradan akıp gittiği için parlak gün ışığında teni tuz kadar beyaz görünüyordu. Her iki ebeveyni de çarmıha gerilmişti. El ve ayak bileklerine çakılan ucu sivri tahta kazıklarla kil yüzeye sabitlenmişlerdi. Leon üzüntüyle demek ki sonunda Nandi’ler misyonerlerden bir şey öğrenmiş, diye düşündü. Saldırganların hâlâ orada olabileceği düşüncesiyle dikkatle tören alanının etrafını gözden geçirdi. Gittiklerinden emin olunca döküntülerin arasında ilerlemeye devam etti. Cesetlere yaklaşınca Hugh’un vahşice hadım edildiğini ve Helen’in ise göğüslerinin kesilmiş olduğunu gördü. Akbabalar, vücutlarındaki yaraları büyütmüştü. Her ikisinin de çeneleri tahta çivilerle sonuna kadar açılmıştı. Leon yanlarına gelince durup cesetlere baktı.

Çavuşu yaklaşırken Kiswahili dilinde, “Neden ağızlarını böyle açmışlar?” diye sordu. Manyoro alçak sesle, “Onları boğmuşlar,” diye cevap verdi. Leon o zaman cesetlerin başlarının altındaki kilde kurumuş sıvı izleri olduğunu fark etti. Sonra da cesetlerin burun deliklerine kil topakları tıkıldığını gördü, son nefeslerini ağızdan almaya zorlanmış olmalılardı. “Boğmuşlar ha?” Leon şaşkın şaşkın başını sallıyordu. Sonra birden, keskin sidik kokusunu algıladı. “Hayır!” Manyoro, “Evet,” dedi. “Nandi’lerin düşmanlarına yaptıkları şeyler den biridir. Boğulana kadar açıkağızlarına işerler. Bu Nandi’ler erkek değil, babun maymunu.” Duyduğu tiksintiyi ve feodal düşmanlığı anlamamak imkânsızdı. Leon öfkesini belli etmemeye çalışarak, “Bunu yapanı bulmak isterdim,” diye söylendi. “Ben bulacağım. Uzakta değildirler.” Leon mide bulandıran vahşetten başını kaldırıp üç yüz metre yükseklikteki vadiye baktı.

Şapkasını kaldırıp Webley beylik tabancasını tutan elinin tersiyle kaşında biriken teri sildi. Gözle görünür bir çaba harcayarak duygularını kontrol altına alıp tekrar aşağı baktı. Manyoro’ya, “Önce bu insanları gömmemiz lazım,” dedi. “Kuşlara bırakıp gidemeyiz.” Binaları dikkatle araştırıp durum belirlemesi yaptılar; belli ki olaylar başlar başlamaz hükümet personeli kaçmıştı. Leon daha sonra, Manyoro ile üç askarı’yi muz plantasyonunu araştırmak ve boma’nın sınırlarını kontrol etmek için gönderdi. Adamları işlerinin başındayken kendisi Turvey’lerin yaşadığı bölüme gitti. Burası ofis binasının arkasında kalan küçük bir kulübeydi. Orası da altüst edilmişti ama bir mutfak dolabında yağmacıların gözünden kaçan pek çok çarşaf buldu. Bir kucak dolusu alıp dışarı taşıdı. Turvey’leri yere mıhlayan kazıkları, sonra da ağızlarındaki tahtaları çıkardı. Dişlerinden bazıları kırılmış ve dudakları ezilmişti. Leon boynundaki mendili matarasından döktüğü suyla ıslatıp yüzlerindeki kurumuş kanı ve idrarı temizledi. Cesetlerin kollarını iki yana getirmeye çalıştı ama ölüm sertliği yüzünden katılaşmışlardı. İkisini de çarşafa sardı.

Muz plantasyonundaki toprak kısa süre önce yağan yağmur yüzünden yumuşak ve nemliydi. Leon ve askari’lerin bir kısmı başka saldırılara karşı nöbet tutarken, dört askari siper kazma aletleriyle aileye sade bir mezar hazırladı. *** Yamacın tepesinde, gökyüzünün hemen altında ve aşağıdan bakacak birinin gözünden rahatlıkla kaçabilecek küçük bir çalı grubunun arkasında üç erkek, savaş mızraklarına dayanmış, tek ayaklarını dinlenmekte olan bir leylek rahatlığıyla havaya kaldırmış duruyorlardı. Önlerinde Rift Vadisi’nin yer yer çalılıklar, fundalıklar ve akasya ağaçlarıyla bölünen muazzam kahverengi otlakları uzanıyordu. Kurumuş görüntüsüne rağmen otlaklar hoş bir manzara oluşturuyordu ve uzun boynuzlu, hörgüçlü sığırlarını buralarda otlatan Masai’ler için burası çok değerliydi. Ancak son Nandi isyanından beri sürülerini çok daha güneydeki güvenli bölgeye sürmüşlerdi. Çünkü Nandi’ler sığır hırsızlığıyla ünlüydü. Vadinin bu kısmı düzlükte göz alabildiğine uzanan çeşitliliğiyle yabani yaşama terk edilmişti. Uzaklarda, yaklaşmakta olan düşman yüzünden kaçışan zebralar oluşturdukları toz bulutunun içinde gitgide grileşiyor kongoniler, antiloplar ve bufalolar altın rengi zeminde koyu renk lekeler oluşturuyorlardı. Zürafaların uzun boyunları, düz tepeli akasya ağaçlarının üstünden telgraf direği gibi uzanırken, antiloplar sıcak yüzünden, dans etmekte olan parlak, hayali lekeleri andırıyordu. Orada burada siyah volkanik kayaları andıran kütleler, daha küçük hayvanların arasında ağır ağır, sardunya sürülerinin arasından geçen okyanus aşın gemiler gibi süzülüyordu. Bunlar da sağlam, kalın derileriyle gergedanlar ve fillerdi. Çeşitliliği ve genişliğiyle hem tarih öncesi çağları andıran, hem de huşu uyandıran bir manzaraydı bu, ama tepedeki üç seyirci açısından sıradan bir görüntüydü. Onların ilgisi aşağıdaki küçük bina grubuna yönelmişti. Yamacın hemen dibinden sızan kaynak suyu, resmi boma yapılarını çevreleyen yeşillik boyunca akıp gidiyordu.

Üç adamın en yaşlısı, leopar kuyruklarından yapılmış bir etekle siyah ve altın rengi benekleri olan kürk bir şapka giymişti. Bu, Nandi kabilesinin yüce büyücü doktorunun simgesiydi. Adı Arap Samoei’ydi ve on yıldır halkının kutsal topraklarını bozan beyaz işgalcilere ve cehennem makinelerine karşı yürütülen isyanları yönetiyordu. Yanındaki adamların vücutları ve yüzleri savaş için boyanmıştı: Gözlerinin etrafına kırmızı aşıboyası halkalar çizilmiş, burunları boyunca birer çizgi çekilmiş ve yanakları aynı renk verev çizgilerle bezenmişti. Çıplak göğüslerine yanmış kireçle Afrika tavuğunun tüylerini andıran bir desen yapılmıştı. Etekleri ceylan derisinden, süslü başlıkları misk kedisiyle maymun kürkündendi. Arap Samoei, “Mzungu ile Masai köpekleri tuzağa düştüler,” dedi. “Daha fazlasını umuyordum ama yedi Masai ile bir mzungu öldürmek de hiç yoktan iyidir.” Yanındaki Nandi şefi elini gözüne siper ederek, “Ne yapıyorlar?” diye sordu. Samoei, “Onlara bıraktığımız beyaz pisliği gömmek için çukur kazıyorlar,” dedi. Üçüncü savaşçı, “Mızraklarımızı atmanın zamanı geldi mi?” diye sordu. Yüce büyücü doktor, “Zamanı geldi,” dedi. “Ama mzungu’yu bana bırakın. Hayalarını kendi palamla kesmek istiyorum. Onlardan güçlü bir ilaç yapacağım.

” Leopar derisi kemerindeki panga’nın kabzasını okşadı. Ağzı kısa ve ağır bir bıçak olan panga, Nandi’lerin en sevdiği yakın dövüş silahıydı. “Erkekliğini alırken onun, çakalların dişleri arasında çırpınan Afrika domuzu gibi bağırışını duymanızı istiyorum. Ne kadar çok bağırırsa ilaç da o kadar güçlü olur.” Dönüp kaya yamacının tepesine tırmandı ve arkada kalan cansız araziye baktı. Savaşçıları kısa otların arasına saflar halinde çömelmiş, sabırla bekliyorlardı. Samoei, sıkılı yumruğunu havaya kaldırdı ve bekleyen impi ayaklandı, avlarını ürkütmemek için hiç ses çıkarmamışlardı. Samoei, “Meyve olgunlaştı!” diye bağırdı. Savaşçıları hep bir ağızdan, “Biçmeye hazır!” diye ona katıldı. “Hadi inip hasadı kaldıralım!” *** Mezar hazırdı, armağanını almayı bekliyordu. Leon, Manyoro’ya başıyla işaret edince o da sessizce adamlarına emir verdi. İkisi kazılan çukura atladı, diğerleri de çarşafa sarılı çıkınları onlara uzattı. Şekilsiz iki cesedi mezarın dibine yan yana uzatıp, minik olanı da aralarına yatırdılar. Zavallı küçük grup ölümde sonsuza kadar birleşmişti. Leon kenarları yumuşak şapkasını başından çıkarıp mezarın yanında tek dizinin üstüne çöktü.

Manyoro da küçük müfrezeye silahlarını yamaca dayayıp aynı şeyi yapmalarını emretti. Leon dua etmeye başladı. Askari’ler sözleri anlamıyorlardı ama başka mezarların başında da çokça duymuş oldukları için önemini biliyorlardı. “Krallığının gücü ve ışıltısı sonsuza kadar sürsün, amin!” Leon duayı bitirip kalkmaya davrandı ama o daha, sıcak Afrika öğleden sonrasının bunaltıcı sessizliğinde tam doğrulamadan havayı kulakları sağır eden uluma ve haykırışlar doldurdu. Kemerindeki Webley tabancasına davranıp hızla etrafına bakındı. Sık muz ağaçlarının arasından terle parlayan vücutlar fırlamıştı. Hoplayıp zıplayarak, silahlarını savurarak dört bir yandan geliyorlardı. Mızrak uçlarından ve panga bıçaklarından güneş ışığı yansıyordu. Küçük asker grubuna yaklaşırken gürzleriyle ham deriden kalkanlarına vurarak tempo tutuyor, havalara sıçrıyorlardı. Leon, “Arkama!” diye böğürdü. “Arkamda pozisyon alın! Doldur! Doldur! Doldur!” Askari’ler eğitimli oldukları için anında tüfekler ateşe hazır vaziyette, süngüleri dışa dönük olarak Leon’un etrafında sıkı bir çember oluşturmuşlardı. Durumu hızla gözden geçiren Leon, boma’nın ana binasına en yakın taraf dışında grubunun tamamen çevrildiğini saptadı. Nandi’ler etraflarını sararken küçük bir boşluk bırakmış olmalılardı. Leon, “Ateşe başla!” diye bağırdı ve yedi tüfeğin sesi, haykırışların ve davul gibi çalınan kalkanların gürültüsü arasında adeta eriyip gitti. Sadece tek bir Nandi’nin, etek ve Colobus maymunu postundan başlık giymiş bir kabile şefinin devrildiğini gördü.

Ağır kurşun mermiyle başı arkaya devrilmiş ve kafatasının arkasından bulut halinde kanlı dokular fışkırmıştı. Leon onu kimin vurduğunu biliyordu: Manyoro tecrübeli bir atıcıydı ve Leon onun tek bir hedef seçip dikkatle nişan aldığını görmüştü. Şef yere yıkılınca saldırıda bir duraksama olsa da arkadaki leopar giysili büyücü doktordan gelen öfkeli çığlıkla saldırganlar tekrar atağa kalktılar. Leon bu büyücü doktorun isyanın meşhur önderi Arap Samoei olduğunu tahmin etti. Adama arka arkaya iki el ateş etti ama mesafe elli adımdan fazlaydı ve kısa namlulu Webley yakın mesafe silahıydı. İki merminin de bir etkisi olmamıştı. Leon tekrar, “Arkama!” diye bağırdı. “Yakın durun! Beni takip edin!” Adamlarını Nandi saflarındaki o küçük boşluktan doğruca ana binaya götürüyordu. Nandi’ler bir hamle daha yapıp yollarını kestiklerinde haki giysili küçük grup neredeyse hedefine ulaşıyordu. İki taraf da anında karmakarışık bir arbedeye tutuşmuştu. Leon, “Süngü hücumu!” diye haykırıp Webley’i karşısındaki buruşmuş surata sıktı. Adam düşer düşmez arkasından başkası belirmişti. Manyoro uzun gümüş süngüsünü bütün gücüyle adamın göğsüne sapladı ve cesedi kenara fırlatırken süngüsünü kurtardı. Leon da hemen arkasındaydı, aralarında üç kişiyi daha süngü ve tabancayla hakladıktan sonra kalabalığı yarıp verandanın basamaklarına ulaştılar. Artık müfrezeden ayakta kalan bir tek ikisi vardı.

Diğerlerinin tümü mızrakla vurulmuştu. Leon veranda basamaklarını üçer üçer tırmanıp açık kapıdan ana salona daldı. Manyoro kapıyı arkalarından kapattı. Her biri bir pencereye koşup peşlerinden gelen Nandi’lere ateş ettiler. Atışları o kadar isabetliydi ki saniyeler içinde basamaklar cesetlerle dolmuştu. Diğerleri de dehşetle geri çekilmiş, arkalarına dönüp plantasyonun içine dalmışlardı. Leon gidişlerini izlerken pencere kenarında durmuş silahını doldurmaktaydı. Diğer penceredeki Manyoro’ya, “Ne kadar cephanen kaldı çavuş?” diye bağırdı. Manyoro’nun tuniğinin kolunu bir Nandi panga’sı delmişti ama pek kanamadığı için yaraya aldırmıyordu. Tüfeğini açmış hazneye mermi doldurmaktaydı. “Bunlar son iki şarjörüm Bwana,” diye cevap verdi. “Ama dışarıda daha çok var.” Tören meydanına yığılmış askari’lerin fişekliklerini gösteriyordu, etraflarında da onların devirdiği yan çıplak Nandi’ler vardı. Leon, “Nandi’ler yeniden toparlanana kadar dışarı çıkıp hepsini alabiliriz,” dedi. Manyoro tüfeğin sürgüsünü indirdi ve silahı pencere pervazına koydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir