Wilbur Smith – Hukmedenler

Sis okyanusun yüzünü kaplamış, her türlü rengi ve sesi dilsizleştiriyordu. Sabah rüzgârının getirdiği ilk dalga kıyıya doğru ilerlerken sular kıvrıldı, hışırdadı. Trol gemisi kıyının üç mil açığında, sisin altında, akıntı hattının hemen kenarında durmaktaydı. Okyanus derinliklerinin plankton dolu suları kabarınca, sığ yerin koyu yeşil sularıyla tam bu çizgi üzerinde buluşuyordu. Lothar De La Rey dümenin başında öne doğru eğilmiş, sislerin ötelerine doğru bakıyordu. Şafak vaktindeki bu sessiz, gerilim dolu dakikaları pek severdi. Kanındaki elektriğin kıpırtısını hisset i. Avcılık tutkusu onu daha Önce de nice kereler kendine esir etmişti. Afyon ya da içki tutkusu kadar güçlü bir tutkuydu bu da. Zihni çok gerilere doğru uçtu, pembe bir şafak Magersfontein Tepeleri üzerine yayılırken nasıl siperin duvarına yaslanıp İskoç süvari birliklerinin karanlığın ötelerinden belirmesini beklediğini hatırladı. Ekose etekleri uçuşarak, kurdeleleri ellerindeki Mauser’lerin namlusuna dolanarak… Lothar o anıyla birlikte vücudundaki tüm tüylerin diken diken olduğunu hissetti. O günden bu yana yüzlerce şafak daha gelip geçmişti. O şafaklar Lothar’ı yeni bir ava hazırlanırken aydınlatmıştı hep. Koca yeleli Kalahari aslanına karşı, boynuzlu bufalolara karşı, buruşuk derili, pahalı dişli fillere karşı… bu sefer sıra balıkçılıktaydı. Balıkların boyu gerçi öbür avlardan küçüktü, ama bolluğu, yaşadığı ortam olan engin okyanus sularına taş çıkarıyordu.


Düşüncelerini yarıda kesen, güvertede yaklaşan çocuk oldu. Yalınayaktı. Bacakları uzun, güneş yanığı, bir hayli de güçlüydü. Boyu büyük insana yakındı hemen hemen. Bu yüzden dümen odasının kapısından geçerken başını eğmek, elindeki kahveyi dökmemek için dikkatli davranmak zorunda kalıyordu. «Şeker?» diye sordu Lothar. «Dört kaşık attım, baba,» diyerek sırıttı çocuk. Sis çocuğun uzun kirpikleri üzerinde çiy damlaları gibi yoğunlaşıyordu. Uykulu bir kedi gibi gözlerini kırpıştırıp onlardan kurtulmaya çalıştı. Sapsarı, dalgalı saçları güneşin de etkisiyle yer yer platin rengine dönüşmüştü. Çok gür olan kaslarıyla kirpikleriyse simsiyahtı; kehribar rengi gözlerini çerçeveliyor, daha bir belirginleştiriyordu. «Bugün bol balık olacak.» Lothar bunu yüksek sesle söylediği için bir uğursuzluk gelmesin diye, pantolonunun cebine soktuğu elinin parmaklarını çaprazlamıştı. Yakalamamız da şart, diye düşündü. Yaşayabilmek için çok balık tutmak zorundayız.

Beş yıl önce, avcı borusunun sesine bir kere daha kapılmış, nesi var nesi yoksa elden çıkarıp bir kez daha vahşi diyarlardaki kovalamacalara yönelmişti. Kendi elleriyle onca çabalarla kurduğu, kârlı durumdaki kara ve demiryolu inşaat şirketini satmış, ne kadar borç alabiliyorsa toplamış, bir kumara daha girişmişti. Benguela akıntısının serin yeşil sularında gizli o sınırsız servetlerin farkındaydı. İlk farkına varışı, Büyük Savaş’ın son yıllarında, nefret ettiği İngilizlere ve onların kuklası olan Güney Afrika orduları komutanı Jan Smuts’a karşı verdiği son mücadele sırasındaydı. Güney Atlantik kıyılarındaki yüksek kumulların gerisine kurduğu gizli ikmal deposundan, İngiliz ticaret gemilerinin başına bela olan Alman U-botlarına ikmal yapmıştı Lothar. Sonu gelmez, kavurucu günler boyunca orada denizaltıların gelmesini beklerken, okyanusun nasıl sınırsız hazinelerle kaynaştığını görmüştü. Kepçesini daldıran alsın diye hazır bekliyordu o hazineler. Sonra, o iğrenç Versailes Antlaşması’nı izleyen günlerde, bir yandan dağ geçitlerini patlatıp arasından gerideki ovalara yollar açarken, bir yandan da kendi planlarını yapmıştı. Para biriktirmiş, plan kurmuş, hep bugünlere hazırlanmıştı. Portekiz’de bulduğu sardalya trol gemileri ihmal edilmiş, çürümüş teknelerdi. Da Silva’yı da Portekiz’de bulmuştu Lothar. Yaşlı, tecrübeli bir deniz kurduydu Da Silva. Tarih öncesinden kalmışa benzeyen dört döküntü trol teknesini ikisi birlikte onarmış, donanımını tamamlamış, mümkün olan en az sayıda tayfa tutmuş, güneye, Afrika’nın batı kıyılarına doğru yola çıkmışlardı. Konserve fabrikasını ise California’da bulmuştu. Ton balıklarının daha bol olduğuna, yakalama masrafının da daha düşük olduğuna inanan bir firma kurmuştu fabrikayı oraya.

Lothar o fabrikayı maliyet fiyatının çok altında bir para karşılığı satın almış, olduğu gibi söktürüp Afrika’ya getirmişti. Eskiden balina istasyonu olan terk edilmiş yerin bitişiğine kurmuştu fabrikayı. Kumlar üzerine. Bu körfeze bu yüzden hâlâ Walvis Körfezi, yani Balina Körfezi deniliyordu zaten. İlk üç mevsim boyunca Lothar’la Da Silva bol bol yabanıl balık yakalamış, peş peşe ağlar doldurup fabrikaya taşımışlar, Lothar da içini kemiren borçların tümünü ödemeyi başarmıştı. Hemen hurda Portekiz gemilerinin yerine yenilerini ısmarlamıştı o zaman. Bu gemiler zaten ömürlerini doldurmuşlardı artık. Ama bu girişim de onu, işe başlarkenkinden bile daha büyük yeni bir borç yükü altına sokmuştu. O sırada balıklar da hiç nedensiz yok oluvermişlerdi. Koca sürüler artık buralardan geçmiyorlardı. Ufak tefek, seyrek balık grupları yakalanıyordu ancak. Lothar ve adamları denizlerin yüz mil açıklarına kadar uzanıp umutsuzca balık aramayı sürdürüyor, fabrikanın ekonomik sayılamayacak kadar uzaklarına, kıyı boyunca kuzeye ve güneye doğru uzanıyorlardı, ama aylar birbirini kovalarken talih onlara hiç acımıyordu. Her ay Lothar’ın asla ödeyemeyeceği yeni faiz birikimlerinin ihbarları geliyor, o da bu yüzden yeni borçlar bulabilmek için yalvarıp yakarmak zorunda kalıyordu. İki yıl hiç balıksız geçti. Sonra, tam Lothar yenildiğine inandığı sırada, okyanus akıntılarında esrarengiz bir değişmenin ya da bir garip rüzgârın etkisiyle balıklar geri döndü.

İşe yarar, yaban balıkları. Her şafakta koca sürüler halinde belirir oldular yeni baştan. Dilerim devam etsin, Tanrım, diye dua ediyordu Lothar için için. Gözleri sislerin ötelerindeydi. Yalvarırım, devam etsin, Tanrım. Üç ay daha… o kadarcık sürse yeterdi ona. Üç ayda tüm borçlarını öder, yeni baştan özgürlüğüne kavuşurdu. «Kalkıyor,» dedi çocuk. Lothar gözlerini kırpıştırdı, başını hafifçe sallayarak kendini anıların baskısından kurtardı. Sis yükselen tiyatro perdesi gibi açılıyordu. Ardından ortaya çıkan manzara da tam melodramatik bir sahne dekoru gibiydi. Havai fişek gibi şafak ışıklarını dolduran renkler, doğal olmayacak kadar canlı görünüyordu. Okyanusun yüzeyi turuncu, altın rengi ve yeşilin tonlarıyla parıldıyor, sisin duman gibi tutamları kan rengine, gül rengine dönüşüyor, sular sanki dünya dışı alevlerle tutuşuyordu. Sessizlik de bu sihirli gösteriyi daha zenginleştirmekteydi. Kristal kadar yoğun ve ışıltılı bir sessizlik, insana kendini sağırlaşmış gibi hissettirmekte, geri kalan dört duygusunu da esir alıp karşıdaki manzaraya yöneltmekteydi.

Güneş aradan uzamayı başardı. Pırıl pırıl altın bir ışık, sis tabakasını deldi, yüzeyin üzerinde oynaştı, akıntıyı aydınlattı. Kıyıya doğru uzanan sular bulutlu bir mavi renge dönüştü. Yağ gibi dümdüz ve sakindi. Gerçek okyanus akıntısının kabarıp indiği kısımla buluştuğu sınır çizgisi bıçak sırtı kadar keskindi. Onun ötesinde sular karanlık, koyu yeşil kadife gibiydi. Da Silva ön güverteden, «Daar spring hy!» diye seslendi, parmağıyla koyu renk kısımdaki bir yeri gösteriyordu. «İşte, zıplıyor!» Yatık güneş ışığı suya vurduğu anda bir tek balık sıçramıştı. İnsan elinden biraz daha uzun boyda, koyu gümüş renginde bir pırıltıydı. «Motoru çalıştır!» Lothar’ın sesi heyecandan boğuk çıkıyordu. Çocuk ortadaki kahve fincanını harita masasının üzerine fırlatınca fincanda kalan birkaç damla kahve etrafa saçıldı, çocuk merdivenlerden aşağıdaki makine dairesine doğru atıldı. Lothar kontağı açtı, çocuk aşağıda krank koluna doğru eğilirken o da vitese geçti. «İleri!» diye bağırdı Lothar. Çocuk gücünü topladı, dört silindire birden yüklendi. Yaşı daha tam on üç bile değildi, ama şimdiden neredeyse yetişkin bir erkek kadar güçlüydü.

Çalışırken sırtında kasların kabardığı görülüyordu. «Haydi!» Lothar valfları kapadı, motor liman çıkışından sonra soğumaya” henüz vakit bulamamış olduğundan, hemen kükreyerek çalıştı. Bordanın yan tarafındaki egzostan yağlı kara dumanlar çıktı, sonra motorun sesi normal temposuna oturdu. Çocuk merdivenlerden yukarı koşup güverteye fırladı, buruna, Da Silva’nın yanına koştu. Lothar burnu hafifçe döndürdü, akıntı çizgisine paralel olarak ilerlediler. Sis dağılınca öteki tekneler de görünür olmuştu. Onlar da sisin altında güneşin ilk ışıklarını sessizce beklemişlerdi. Şimdi hep birlikte, akıntı çizgisine paralel ilerlemekteydiler. Hevesliydi hepsi. Gerilerinde V biçiminde izler bırakıyorlardı. Burunlarının önünde köpükler ilk ışıkların altında pırıl pırıldı. Her birinin güverte parmaklığında tayfalar ileriyi görmek için eğiliyor, heyecanlı sesler motor gürültüsüne rağmen duyuluyordu. Çevresi camlı dümen odasından Lothar elli fit boyundaki teknenin dört bir yanını görebilmekteydi. Hazırlıkları son bir kere kontrol etti. Upuzun ağ, sancak tarafına serilmişti.

Mantarların dizili olduğu kenar ipi dikkatle katlanmış, sarmal biçiminde hazırlanmıştı. Ağın kuruyken ağırlığı yaklaşık yedi buçuk ton kadardı. Islanınca çok daha ağır çekeceği ortadaydı. Boyu beş yüz fitti. Suya atılınca, mantarlardan aşağı, yetmiş fit derine kadar bir tül perde gibi sallanırdı. Lothar’a beş bin İngiliz lirasından fazlaya patlamıştı bu ağ. Normal bir balıkçı bu kadar parayı yirmi yılda zor kazanırdı. Öteki üç teknede de aynı ağdan vardı. Her teknenin ardında da on sekiz fit boyundaki kayığı geliyordu. Lothar keskin bakışını çevrede bir kez dolaştırdıktan sonra atış vakti geldiğine karar verdi. Gözlerini karşıya çevirdiğinde de ikinci bir balığın sıçradığını gördü. Bu seferki o kadar yakındaydı ki, sırtındaki koyu renk desenler bile belli oluyordu. Gümüş üstüne yeşil çizgiler. Derken hayvan tekrar suya daldı, yüzey üzerinde gamze gibi minik bir iz oluşturdu. Bu bir sinyalmiş gibi bütün okyanus bir anda canlanıverdi.

Suların yüzünü, bulut inmiş gibi koyu bir renk kapladı. Ama bu bulut alt an geliyordu. Derinlerden yükseliyordu. Aşağıda bir ejder kıpırdıyormuş gibi yuvarlanıp duruyordu sular. «Balıklar!» diye bağırdı Da Silva. Buruşuk, kahverengi suratı, omzunun üzerinden dönüp Lothar’a baktı, kolları balık dolu okyanusu kucaklayacakmış gibi iki yana açıldı. Altlarında bir mil eninde, uçları sislere değen bir alanı kaplayan koskoca bir tek sürü vardı. Bunca yıllık avcılık hayatında Lothar bu kadar çok canlı kalabalığını bir arada gördüğünü hatırlamıyordu. Bunun yanında, Afrika öğle güneşini kaplayan çekirgeler de, toplam ağırlıklarıyla dallan kıran minik quelea kuşları da solda sıfır kalırdı. Teknelerdeki tayfalar bile sessizleştiler, sürü yüzeye çıkarken gözlerinde bir dehşet ifadesiyle baktılar. Milyonlarca minik pullu gövde, sudan fırlarken güneşin ışığını yansıtıyor, sonra altta hemcinslerinden oluşmuş sonsuzluğun içine düşüyorlardı. îlk ayılan Da Silva oldu. Dönüp kıç tarafa doğru koştu. Gençler kadar çevikti. Dümen odasının kapısından geçerken durakladı.

«Akşama hâlâ bir ağımız olur inşallah,» dedi. Acı bir uyarıydı bu. Sonra yaşlı adam kıç taraftan ipi çekip kayığa atladı, onu gören öteki teknelerdekilerin de aklı başına geldi, herkes iş başına koştu. «Manfred!» diye seslendi Lothar oğluna. Burunda büyülenmiş gibi duran çocuk başını salladı, babasının yanına koştu. «Dümeni al!» Bu yaşta bir çocuk için büyük sorumluluktu dümen. Ama Manfred becerisini daha önce de defalarca kanıtlamış olduğundan, Lothar kabinden çıkarken hiç kaygı duymuyorlardı. Buruna gitti, başını çevirmeksizin eliyle işaret verdi, Manfred o işarete göre dümeni kırdı, sürünün çevresinde geniş bir çember çizerek ilerlemeye koyuldu. «Ne çok balık!» diye fısıldadı Lothar. Gözleri mesafeyi, rüzgârı, akıntıyı hesaplamaya çalışıyor, Da Silva’nın uyarısı da yaptığı hesaplarda ağırlık taşıyordu. Trol teknesiyle ağ, bu balıklardan yüz elli tonunu kaldırabilirdi. Ustalıkla hareket ederlerse, belki iki yüz ton. Oysa karşısında milyonlarca ton balık vardı. Ağı beceriksiz biçimde, rasgele atarlarsa, içine on ya da yirmi bin ton balığın dolması işten değildi. Bunların ağırlığı ve hareketi ağı parça parça edebilir, hat a koparabilir, mantarlı ipten sökebilir.

belki takılı olduğu babaları yerinden çıkarabilirdi. Derinlere batar giderdi o zaman ağ. Daha da beteri, eğer babalar yerinden sökülmezse, bu ağırlık trol gemisini devirebilir, alabora edebilirdi. Lothar yalnız değerli ağını kaybetmekle kalmaz, tayfalarının ve oğlunun hayatını da kaybedebilirdi. Omzundan geriye isteksiz bir bakış attı. Manfred dümen odasının camından ona sırıttı. Yüzü heyecandan pırıl pırıldı. Koyu kehribar gözleri, bembeyaz dişleri ışıldarken annesinin bir kopyası gibiydi. Lothar başını tekrar işine çevirmeden önce yüreğinde acı bir sıkışma hissetti. Bu birkaç saniyelik dikkatsizlik neredeyse Lothar’m mahvına neden olacaktı. Tekne dosdoğru sürünün üzerine gidiyordu. Birkaç saniye daha gecikirse, oraya varacak, balıkları ürkütecekti. Sürü bir tek organizma gibi harekete geçerek okyanusun derinlerinde kaybolacaktı. Hemen koluyla dönüş işareti verdi, çocuk anında tepki gösterdi, sürünün kenarından ilerlediler. Yirmi metrelik uzaklık vardı arada.

Fırsat çıkmasını bekliyorlardı. Lothar şöyle bir göz atınca öteki kaptanların da ürküp geri durduğunu gördü. Onlar da dönüyorlardı sürünün çevresinde. Stwart Hendrick karşı tekneden Lothar’a ateş saçan gözlerle baktı. Dev siyah adamın kel kafası güneşte top gül esi gibi parıldıyordu. İkisi savaş arkadaşıydılar. Birlikte nice umutsuz serüvene atılmışlardı. O da tıpkı Lothar gibi, karadan denize dönüşü kolaylıkla başarmış, kısa zamanda usta bir balıkçı olmuştu. Bir zamanlar usta bir fildişi avcısı, insan avcısıyken, şimdi de balık avcısıydı. Lothar ona eliyle «tehlike, dikkat» işareti yaptı, Hendrick sessizce güldü, elini anladığını ifade edercesine salladı. Balık sürüsü hâlâ sıkışık düzendeydi. Lothar umutsuzluğa kapılıyordu. Bir saattir su yüzündeydi balıklar. Genellikle bu kadar kalmazlardı. Neredeyse dalacaklardı.

Teknelerin biri bile ağ atmamıştı. Hazine karşısındaki dilenciler gibi bekleşiyorlardı. Lothar içinde bir sabırsızlığın kabardığını duydu. Zaten gereğinden fazla beklemişti. Atalım, ne olacaksa olsun, diye düşündü. Manfred’e biraz yaklaşması için işaret etti. Güneşe karşı döndüklerinde gözlerini kıstı. O daha bir çılgınlığa kalkışamadan, Da Silva’nın ıslığını duydu. Dönüp baktığında Portekizliyi sandalının burnunda, elini kolunu deliler gibi sallarken gördü. Arkalarında kalan tarafta sürü baş veriyordu. Biçim değiştiriyordu. Bir uzantı çıkarmıştı. Sivilce gibi mi? Yoo, daha çok bir kafa gibi. Koca gövdeye boyunla bağlı bir kafa. Sürünün bir bölümü ayrılıyordu.

İşte onların da beklediği buydu. «Manfred!» diye bağırdı Lothar. Sağ kolunu havada değirmen gibi çevirdi. Çocuk dümeni kırdı, döndüler, hızla geriye atıldılar. Burunları sürünün boyun yerine cellat baltası gibi yaklaşıyordu. «Yavaşla!» Lothar kollarını kanat çırpar gibi oynattı, tekne hızını kesti. Sürünün boyun kısmına yavaşça yaklaştı. Su öyle duruydu ki, Lothar balıkları tek tek görebiliyordu. Aşağıda sürünün geri kalanı yeşil, aysberg gibi yoğundu. Lothar’la Manfred burnu canlı kitlenin arasına ağır ağır soktular. Motor çalışmıyordu. Sessizdiler. Yoksa balıklar ürküp dalardı. Dar boyun, burnun önünde yarıldı, baş kısmı gövdeden ayrıldı. Lothar ayrılan grubu, koyun çobanı gibi ustalıkla uzaklaştırdı, tekne kıvrıldı, döndü, Manfred babasının el işaretlerine dikkatle uydu.

«Hâlâ çok fazla balık!» diye mırıldandı Lothar kendi kendine. Gerçi sürünün pek küçük bir bölümünü ayırmışlardı, ama Lothar’ın tahminine göre orada hâlâ bin ton kadar balık vardı. Derinliği kesin olarak tahmin edemeyeceğine göre, çok daha fazla da olabilirdi. Bir rizikoydu. Büyük rizikoydu hem de. Da Silva’nın heyecanlı işaretler yaptığını gözünün ucuyla görebiliyordu. Uyarmaktaydı onu yaşlı adam. Balıkların çok fazla olmasından korkuyordu o da. Lothar sırıttı. Sarı gözleri kısıldı, topaz gibi parıldadı, Manfred’e ağ atma hızına geçmesini işaret etti, ihtiyara bilerek arkasını döndü. Hızları beş deniz miline varınca Manfred’e bir işaret daha yaptı, tekneyi olduğu yerde döndürdü, küçük sürüyü çizdiği dairenin ortasında kalmaya zorladı. Bir dönüş daha yaptılar. Lothar ellerini ağzına boru gibi kaldırdı. «Los!» diye haykırdı. «Atın aşağıya!» Siyah Herero tayfalar kayığı tutan ipin düğümünü yakalayıp sandalı sulara fırlattılar.

Tahta sandal, kenarlarına sımsıkı sarılmış Da Silva’yla birlikte arkalarında suya düştü. Yaşlı adam hâlâ itirazlarını sürdürüyordu. Kayık geride kaldı, dala çıka sürüklendi, ağır, kahverengi ağın ucunu da birlikte çekmeye başladı. Tekne çemberini çizerken kaba dokulu kahverengi ağ parmaklığın üzerinde tıslayarak aşıyor, mantarlı ip yılan gibi kıvrılıyor, sanki tekneyle kayık arasında bir göbekbağı oluşturuyordu. Sonunda çemberin tamamlanması yaklaştı, ağ sürünün çevresini sardı, Da Silva’nın kayığı teknenin önünde kaldı. Manfred koca ağın ağırlığına ve çekişine karşı dümeni ayarladı, tekneyi sallayıp duran kayıkla yan yana getirdi, rampa ederlerken motoru durdurdu. Ağ artık kapanmıştı. Da Silva halatın ucunu omzuna vurup tekneye uzattı. «Ağını kaybedeceksin,» diye bağırdı Lothar’a, «Bu sürüyü ağa almak için insanın deli olması gerekir. Ağını kapıp kaçacaklar. Tanrı şahidim olsun…» Ama Lothar’ın sert emirlerine uyan Herero tayfalar ağı toplamaya başlamışlardı bile. İkisi halatı Da Silva’nın omuzlarından alıp bağladılar, bir üçüncüsü, Lothar’ın kese kapama ipini vinçle sarmasına yardıma koştu. «Ağ da benim, balık da benim,» diye homurdandı Lothar. Sonra vinci gıcırdatarak çevirmeye koyuldu. «Sandalı çekin!» Ağ denizin altına yetmiş fit iniyordu.

İlk iş altını kapatmaktı. Lothar vincin başında, kollarının, omuzlarının kasları kabara kabara uğraşıyor, çevirip duruyordu. Alttaki çelik halkalardan geçen halat, dev bir tütün kesesinin ağzı gibi kapanmaktaydı. Dümen başında Manfred ileri geri küçük manevralarla kıç tarafı ağdan tutmayı başarırken, Da Silva da kayığı öteki tarafa çekip bağladı. Balıklar başlarına geleni anlayıp çileden çıkmadan, önlemini almak istiyordu. Lothar da ağı kapamış, bağlamaktaydı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir