Gün ışığı görmemişti, bugünkü biçimini aldığı iki yüz milyon yıldan beri. Gene de damıtılmış bir güneş ışını damlasına benziyordu. Yerkabuğunun altında, ta derinlerde, çekirdeğinden yükselen erimiş magmanın içinde, güneşin yüzeyi kadar yüksek bir ısıda oluşmuştu. O korkunç sıcakta tüm kirinden, pisliğinden arınmış, geriye sadece değişime uğramamış karbon atomları kalmış, bu atomlar da dağları ezebilecek bir basınç altında küçülmüş, küçülmüş, doğadaki hiçbir maddenin erişemeyeceği bir yoğunluğa erişmişti. Bu minicik sıvı karbon kabarcığı yeraltında, o ağır ağır akan erimiş lavla yukarı doğru çıkmış, çıkmış, yerkabuğunun zayıf noktalarından birine ulaşmış, ama yüzeye ulaşamadan, lavın akışı durmuştu. Bunu izleyen bin yıl boyunca lav soğumuş, biçim değiştirip mavimtırak bir kayaya dönüşmüş, bu kaya da, ağzı hemen hemen bir mil çapındaki bir huni ağzına benzeyen, kuyruğu ise yerin çok, çok derinine inen bir yuvarlak kuyuyu doldurmuştu. Lav soğurken o tertemiz, arındırılmış karbon kabarcığı da başkalaşım geçirmekteydi; katılaşmış, bir taze incir iriliğinde, tümüyle geometrik, sekiz yüzlü bir kristale dönüşmüştü. Ancak dünyanın çekirdeğindeki o cehennem sıcağında, öylesine pisliklerden arınmıştı ki, güneş ışınları kadar duru ve saydamdı. En ufak bir çatlığı, bir yarığı yoktu. Kusursuz bir şeydi işte, ışıkta elektrik mavisi gibi görünen, beyaz, bembeyaz bir soğumuş ateş. Ne var ki ateş hiçbir zaman canlanmamıştı, çünkü çağlar boyunca tam bir karanlığa gömülü kalmış, en ufak bir ışık bile görmemişti. Ama bu milyonlarca yıl boyunca gün ışığı hiç de uzağında değildi, ancak elli, altmış metre kadar ötesindeydi ki bu, ne kadar derinlerden geldiği düşünülecek olursa çok ince bir kabuk sayılırdı. Şimdi, tüm o milyonlarca yıldan sonra, gün ışığıyla arasındaki yerkabuğu kazılıyor, durmadan kaldırılıyor, açılıyordu; karınca sürüsü gibi oraya üşüşmüş, kazma sallayan insanlar tarafından. Ve üzerini örten toprak katmanı giderek inceliyor, inceliyordu. *** Binbaşı Morris ‘Zuga’ Ballantyne o derin, yuvarlak uçurumun kıyısında dikilmişti. Dayanılmaz sıcakta bile boğazına sardığı ipek atkıyı çıkarmıyordu. Atkının ucunu, gömleğinin göğsüne sokuşturmuştu. Yeni yıkanmış, ütülenmiş olmasına karşın gömlek, donuk, kırmızımtırak bir renk almıştı. Bu, Afrika toprağının boyasıydı, o çiğ ete benzeyen kırmızı toprağın, rüzgârdan toz bulutu olup savrulan, yağmur altında yapışkan, kana benzer bir çamura dönüşen o toprağın. Kırmızı, madenlerin, kazıların rengiydi. Köpeklerin tüylerini, yük hayvanlarını, insanların üstünü başını, saçını sakalını, tenini, çadırlarının bezini boyuyor, her yanı örtüyordu. Ancak Zuga’nın başına dikildiği o derin çukurda kırmızı, yumuşak bir sarıya dönüşmüştü. Deliğin çapı bir mile yakın, ağzı kusursuz bir daire biçimindeydi. Derinliği ise yer yer altmış metreyi buluyordu. Orada, aşağıda çalışanlar, yukarıdan minicik, böcek gibi belki de örümcek gibi görünüyorlardı, çünkü tam kazının üzerinde gümüşsü bir bulut gibi parlayan ağı, ancak örümcekler örebilirdi. Zuga şapkasını çıkardı, alnındaki teri silip yeniden giydi. Bu şapka onun sık, kıvırcık, bal rengi saçlarını kavurucu Afrika güneşinden koruyordu. Sakalı güneşten ağarmış, açık altın sarısı rengini almış, yer yer de kır düşmüştü. Teni iyice kararmış, taze pişmiş ekmek kabuğu gibi kavrulmuştu; sadece, yanağında, yıllar önce fil tüfeğinin açtığı yara, porselen beyazıydı. Uzak ufuklara bakarken güneşte gözlerini kısmaktan gözlerinin altı kırış kırış olmuş, burnundan, yanağına uzanan çizgiler de iyice derinleşmişti. Şimdi, altındaki derin uçurumu seyrediyor, onu buralara dek sürükleyen o çılgın umutları düşündükçe, gözlerinin yeşili koyulaşıyordu. Kaç yıl olmuştu? On mu? Hem bir gün kadar kısa hem de sonsuzluk gibi gelen bir zaman parçası… Colesberg Tepesi adını ilk, Table Dağının orada kumsala çıktığında duymuştu. “Colesberg Tepesinde elmas bulmuşlar, üzüm tanesi kadar iri, üzerinde yürünecek olursa adamın kunduralarını aşındıracak denli kalın, sert elmas.” Bir anda kafasında bir şimşek çakmış, yazgısının onu Colesberg Tepesine götüreceği, içine doğuvermişti. Biliyordu; İngiltere’de, kuzeye doğru atılacağı o çılgın serüveni desteklemek üzere para toplamaya uğraşmakla harcadığı iki yıl, buna yarayacaktı işte. Elinde tek bir araba kalmıştı, bir de yorgun düşmüş öküzler. Hemen yola koyulmuştu. Varını yoğunu arabaya yüklemiş bulunuyordu ki, bu da zaten pek az bir şeydi. O görkemli hayalinin peşinde koştuğu on iki yıl boyunca nesi var, nesi yoksa bitirmiş, tüketmişti. Zambezi Irmağının altındaki, o insan ayağı basmamış topraklarda yaptığı gezilerin öyküsünü anlatan kitabından sağladığı gelir, ta içerilerden getirdiği altın ve fildişinin karşılığı, sonradan aynı cennete çıktığı dört avdan sağladığı fildişinin geliriyle birliktehepsi, hepsi tükenmiş gitmişti işte. Binlerce İngiliz Lirası ve tam on iki yıllık düş kırıklığı, kırgınlık sonunda, o görkemli hayali sönmeye yüz tutmuş, geriye elinde sadece, mürekkebi sararmaya başlamış, kat yerlerinden parçalanmaya yüz tuttuğu için bir kâğıda yapıştırmak zorunluluğunu duyduğu bir yıpranmış parşömen parçası kalmıştı o kadar. Bu parşömen “Ballantyne İmtiyazı”ydı. Vahşi Afrika’nın, Fransa büyüklüğündeki bir bölgesinde bulunan her türlü madenin işletme hakkını bin yıl için ona veren, vahşi bir zenci Afrika kralından kopardığı bir imtiyaz. Bu geniş bölgede Zuga, kumtaşı kayalarından kırmızı yerli altın çıkarmıştı. Zengin bir bölgeydi ve tamamı onundu. Ama sermayeye gerek vardı, hem de çok, çok fazla sermaye gerekiyordu. Olgunluk çağının yarısını bu toprakları işletmek için gereken sermayeyi arama uğruna harcamıştı. Boşuna bir uğraştı bu, çünkü henüz bu hayalini, onunla paylaşacak tek bir kişi bile bulabilmiş değildi. Bu uğurda, son çare olarak halktan para toplamayı düşünmüş, gözalıcı broşürler bastırmış, gazetelere ilan vermişti ama ne yazık ki, aynı zamanda Güney Amerika demiryolu şirketleri de bir reklam kampanyasına giriştiğinden, oraya yatırım yapmak halka daha çekici gelmişti. Böylelikle, boşa gitmiş tüm harcamaları karşılandıktan ve Afrika’ya dönüş için yol parasını da ödedikten sonra, bir zamanki yüklü servetinden, Zuga’nın elinde kala kala birkaç yüz altın kalmıştı. Evet, serveti tükenmişti, ama sorumluluklar eskisi gibi, omuzlarındaydı. Zuga, dönüp arkasına baktı. Aletta saçları güneşte ipek gibi pırıl pırıl, arabada oturuyordu. Ama bakışları ciddileşmiş, dudaklarındaki o yumuşak, tatlı ifade silinmişti. Bir zamanların o kaygısız, neşeli, kelebek gibi daldan dala konmaya hazır, babasının sevgili yavrusu, son Londra modasından ve Cape sosyetesinin, çağrılı olduğu balosundan öte hiçbir düşüncesi olmayan uçarı kızı bu muydu? O zamanlar genç Binbaşı Zuga Ballantyne’in romantik görünüşüne, ününe kaptırmıştı kendisini. Afrika Kıtasının ta içlerine korkusuzca giren o ünlü fil avcısının, o çoksatar kitabın yazarının çekiciliğine kapılmış, tüm Capetown da Binbaşı onu seçtiği için Aletta’yı kıskanmıştı. Ama bu, yıllar yıllar önceydi, artık efsanenin parıltısı silinmişti. Aletta’nın nazik yapısı, Afrika’nın sertliğine dayanamamış, hastalanmış, art arda düşük yapmıştı. Evliliği de ya gebeliklerle, ya loğusa yatağında, ya hasta yatağında, ama hep, o taptığı altın sakallı erkeği bekleyerek geçmişti. Elmas madenlerine çıktığı bu yolculukta ise Zuga, karısını gene eskisi gibi, Capetown’da kayınpederinin evinde bırakmaya niyetleniyordu, iki oğluyla birlikte. Ama Aletta kendisinden hiç beklenmeyecek bir kararlılıkla, kocasıyla birlikte gitmekte direnmiş, ne söyledilerse fayda etmemişti. Belki de olup bitecekleri bir önseziyle kestirmişti kim bilir? “Çok yalnız kaldım, yeter artık,” diyor da başka bir şey demiyordu. O tarihlerde büyük oğul Ralph, babasıyla birlikte ata binip arabanın önünde gidecek, ara sıra uzaktan görünen geyik sürülerine ateş edecek kadar büyümüştü. Kardeşi Jordan ise kimi zaman öküzlerin önünden yürüyor, kimi zaman arabanın çevresinde kelebek kovalıyor, çoğunlukla da annesinin yanında oturup onun yüksek sesle okuduğu şiirleri, yeşil gözleri heyecanla pırıl pırıl parlayarak dinlerken gün ışığı, altın renkli saçlarını ayça gibi çevreliyordu. Tam sekiz hafta böyle yol aldılar. Geceleri açıkta yatarken gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızlar, onlara yolculuğun sonunda kavuşmayı umdukları elmasları anımsatıyordu. Zuga, iki oğlunu iki yanına alıyor, o etkili konuşmasıyla çocukları adeta büyülüyor, küçükler dikkat kesilip babalarını can kulağıyla dinliyorlardı. Onlara, heyecanlı fil avlarını, o eski, çok eski, yıkılmış siteleri, taşlara kazınmış putları, kuzeydeki topraklarda çıkarılan kırmızı yerli altınını anlatıyordu. Bir gün onları da o topraklara götürecekti. Aletta da ateşin karşısında, gecenin ayazından korunmak için şalına sımsıkı sarılmış, kocasını dinlerken kendini bu hayale kaptırıyordu, ister istemez, küçük bir kız gibi. Onun tüm söylediklerine inanıyordu gene. Oysaki çoktan düş kırıklığına uğramıştı. Gene de Zuga oğullarına, Şapkalarını nasıl tıka basa elmasla dolduracağını ballandıra ballandıra anlatırken öylesine güven vericiydi ki, söylediklerini ciddiye almamak olanaksız gibiydi. Böyle, kurumuş dere yataklarından, devedikeni kümelerinin arasından geçerek, kuş cıvıltılarını dinleyerek gittiler, gittiler, sonunda ufukta, Afrikalıların ‘kopje’ diye adlandırdıkları, o alçak tepeler belirdi. Bu tepelerden birine, Colesberg kopjesine yöneldiler. Burada ağaçlar daha büyük, daha yeşildi. Geniş, sığ bir ırmak akıyordu. Boer’lerin, Afrika Felemenk dilinde ‘kurşuni su’ anlamına gelen ‘Vaal’ diye adlandırdıkları bir ırmak. Bu ırmağın yatağından ve boyunca uzanan batak düzlüklerinden, yıllar yılı elmas arayıcıları elmas çıkarıp durmuşlardı. Ama bu iş çok çetin bir işti. Ve ilk akından sonra ancak en iyi niyetliler, en dayanıklılar kalmış, geri kalanlarsa pes etmiş, çekip gitmişlerdi. Hem su boyunda yaşamak daha rahat olduğu için hem de burada elmas arama imtiyazı daha kolaylıkla satın alınabildiği için arayıcılar, genellikle, güney kesimindeki daha kurak madenlere gitmekten çekinmişlerdi. Sonra günün birinde elmas arayıcılarından birinin Hotanto hizmetkârı iyice kafayı bularak, dikkatsizlikten çadırları tutuşturmuş; efendisi de onu gergedan derisinden yapılmış bir kırbaçla bir güzel dövdükten sonra, aklı başına gelince, kurak bölgeye gidip bir elmas buluncaya değin kazmasını emretmiş ve sonra da bu olayı unutmuş gitmiş; ama Hotanto, iki hafta sonra, elinde yarım düzine kadar pırıl pırıl, bembeyaz taşla çıkagelerek, taşları efendisinin avucuna bırakmış. Böylelikle Colesberg Tepesi keşfedilmiş. Elmas arayıcıları hemen oraya koşmuş, işaret kazıklarını çakmış, daha ilk günden, kırk kadar taş bulmuşlar, işte Zuga Ballantyne’in tek arabası gıcırdaya sarsıla Colesberg Tepesine doğru yol alırken bu olayın üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçmişti. Böylelikle Zuga, bir yıl kadar gecikmiş oluyordu. O varıncaya dek tepe, yarı yarıya kemirilip bitmiş, kalanına da elmas arayıcıları karınca gibi üşüşmüş, hâlâ kazıyor, kazıyorlardı. Karasıyla, esmeriyle, beyazıyla en az on bin kişi vardı. Kimi derme çatma çadırlarda, kimi de paslı tenekeden kurulmuş barakalarda yaşıyordu. Herkes barakasına bayrağını çektiğinden, ortalık bir karnaval havasına bürünmüş gibiydi. Zuga’nın arabası bu kalabalık arasından güçlükle ilerliyordu. Arabasını durdurup çadırını kurabileceği bir yer bulacağını ummuştu, ama tepenin çeyrek mil kadar uzağından başlayarak bir karış bile boş yer yoktu. Geriye, arabada dimdik oturan Aletta’ya bir göz attı. Karısı, hemen hemen çırılçıplak, ter içinde, durmadan söverek kazma sallayan adamları görmemek istercesine dosdoğru önüne, karşıya bakıyordu. Bu pislik, Zuga’yı bile şaşırtmış, tiksindirmişti. Zuga ki neler görmüş, neler geçirmiş, nelere alışmıştı! Ona bile ağır geliyordu işte! Çünkü uygar insanın artıkları özellikle iğrenç, tiksindirici olur. Ayak basacak yer yoktu; her karış toprak, şişe kırıklarıyla, boş konserve kutularıyla, kâğıt parçalarıyla, kedi köpek leşleriyle, tencere artıklarıyla, aptes bozmak için sert toprağı kazamayacak, en azından yaptığının üstünü bir yaprakla kapatamayacak derecede tembel kişilerin pislikleriyle ve on bin insanın akla hayale gelebilecek her türlü çöpüyle, atığıyla örtülmüştü. Zuga, Aletta ile göz göze gelmeye çalıştı ve bunu başardığında onu yüreklendirmek istercesine gülümsedi, ama karısı gülmedi. Gözyaşları kirpiklerinin ucunda birikmiş, her an akmaya hazır, bekliyordu. Fiyatlar da burada, kıyıdakine oranla en az yirmi kat yüksekti. Her şey ateş pahasıydı. Bu elmas madeni şu sıralarda herhalde dünyanın en pahalı yerleşim bölgesi olmalıydı. Zuga’nın beline sardığı kuşaktaki birkaç altını birdenbire pek hafifleyivermişti sanki. O gün öğlen çadırı kuracak bir yer bulabildiler. Sonra Aletta, ateşin başına çömelip kocasına ve çocuklarına çorba pişirmeye başladı. Zuga, karısının yanına gitti, onu omuzlarından tutarak kaldırdı. Kadıncağız, güçlükle, kocamış biri gibi kıpırdayabiliyordu. Bu uzun çetin yolculukta her yanı tutulduğu gibi, son gücünü de tüketmişe benziyordu. Kocasının yüzüne bakmıyordu bile. Sonunda gözyaşlarını koyverdi. Bu yaşlar, Zuga’yı ansızın çileden çıkardı. Sanki onu suçluyormuş gibi geldi. Karısını oracıkta bırakarak çekti gitti. İçki satılan barakaya yönelirken bir gürültüdür koptu; madenciler, içlerinden birini omuzlarına almış, bağıra çağıra barakaya geliyorlardı. Kalabalıktan birinin sorusuna,” Kara Thomas bir maymun buldu da,” diye karşılık verdiler. Zuga elmas arayıcılarının özel dilini sonradan öğrenecekti. ‘Maymun’ demek, elli veya en azından elli kıratlık elmas demekti. Yüz kıratlık bir taşa, tüm madencilerin hayalinde yaşayan bu gerçekleşemeyecek umuda da ‘poni’ diyorlardı. Şimdi herkes şanslı Kara Thomas’a yaklaşmaya, ona dokunmaya çabalıyordu; adamın uğuru kendilerine de bulaşacakmış gibi. Zuga o ‘maymun’u dünya gözüyle hiç göremedi. Kara Thomas’ı da bir daha göremedi. Çünkü ertesi gün öğlen adam varını yoğunu satıp anavatanın yolunu tutmuştu, Galler Bölgesinden gelmiş, ufak tefek bir İngiliz’di. Zuga barda biriyle ahbaplık kurdu, kılığından kıyafetinden efendiye benzeyen, anavatandan gelmiş biriydi bu. Bir içki ısmarlayınca adam kendini tanıttı. Adı Neville Pickering’miş. Zuga’nın da kendini tanıtmasıyla, oradakilerin ilgisi, Kara Thomas’tan ona donuverdi. Öyle ya, herkes kitap yazamazdı. Demek şu karşılarındaki, ünlü fil avcısı Zuga Ballantyne imiş, ha! Ortalık karardıktan sonra çadıra dönerken o gün yaptıklarından memnundu. Evet, gerçi birkaç altını içkiye gitmişti, ama karşılığında kazılar konusunda epey önemli bilgiler edinmişti. Ayrıca tüm yaşantısının yönünü değiştirecek biriyle de tanışmıştı. Aletta ile küçükler arabada uyumuş gitmişlerdi, ama küçük Hotanto Jan Cheroot, ateşin başına çömelmiş onu bekliyordu. Asık suratla söylendi: “Burada su filan yok. Irmak tam bir günlük yolda, üstelik tek kuyunun suyunu satan hırsız Boer de viski parası kadar para istiyor. Cehennemin bucağıymış meğer burası!” Zuga, çocukları uyandırmamaya özen göstererek usulca arabaya bindi. Ama Aletta zaten uyumuyor, kaskatı yatıyordu. Kocası yanına uzandı. Neden sonra, genç kadın fısıldadı: “Bu… bu korkunç yerde kalmaya kararlısın, öyle m “Bugün Kara Thomas adında bir İngiliz, bir elmas bulmuş.” “Sen yokken bana keçi sütü getiren bir kadın da, buralarda bir salgın hastalık olduğundan söz etti. Bugüne dek iki çocukla bir kadın ölmüş bile.” “Bin liram olsaydı, şurada çok iyi bir imtiyaz satın alabilirdim.” “Çocuklar için korkuyorum, dönelim Zuga. Şu Çingene gibi göçebe yaşantısından vazgeçebiliriz pekâlâ. Babam öteden beri seni yanına almak, işine ortak etmek istiyordu, biliyorsun…” Aletta’nın babası, Capetown’da, zengin bir tacirdi. Ama bir masanın başına, loş bir odaya çakılıp kalmanın düşüncesi bile Zuga’yı ürpertmeye yeterdi. “Üstelik çocukların da artık doğru dürüst bir okula gitmelerinin zamanı geldi. Yoksa böyle, vahşi gibi büyüyecekler. Ne olur, hemen dönelim Zuga.” “Hiç olmazsa bir haftacık süre tanı bana. Bak kalktık, ta buralara geldik, boşu boşuna değildir belki de.” Karısı, daracık yatakta, ona dokunmamaya dikkat ederek arkasını dönerken içini çekti: “Bir hafta bu sineklere, bu pisliğe dayanacağımı sanmıyorum ya…” Capetown’daki aile doktoru, Aletta’yı doğurtan, çocuklarını doğurtan, sayısız düşüklerinde de başucunda bulunan, ona yardım eden doktor uyarmıştı: “Bir daha gebe kalırsan bu senin sonun olabilir Aletta. Sorumluluk kabul etmem, bilmiş ol.” Bu yüzden, genç kadın, üç yıldır kocasına sırtını dönüp yatmak zorunda kalıyordu. Tabii onu yanında bulabildiği zamanlar. Zuga daha gün ağarmadan kalkmış, tepeye saldırıya geçen insan ve araba kalabalığına karışmıştı. Yıllardır kendisini bir yerbilimci olarak yetiştirdiğinden, bu işlerden az çok anlar olmuştu artık. Kaya oluşumlarını, damarları, alınan örneğin nitelik, ağırlık ve rengini tanıyabiliyor, bu verilerden kendince bir sonuca ulaşabiliyordu. Elmas arayıcılarının çoğu onu ilgisiz karşılaşırsak da içlerinden bu ünlü ‘fil avcısı’nı tanıyanlar da çıkmadı değil. Ama çoğunun durumu berbattı, en ağır koşullar altında, yarı aç yarı tok, toprağı kazıyor, kazıyor, gene de hemen hemen hiçbir şey bulamıyorlardı. Zuga kendini bir kumarbaza benzetiyordu. Biliyordu, elmas öyle kazma sallamayla ortaya çıkıverecek değildi; biliyordu, ta dipte, derinlere gizlenmişti. Bunu adı gibi biliyordu, hiç kuşkusu yoktu. Bildiği bir şey daha vardı: “Kuzeye giden yol, buradan başlıyor. işte, tam buradan.” Ne yapacağına karar vermişti. Öküzlerine su bulmak ona çok pahalıya patlıyordu nasıl olsa. Üstelik geriye dönüş yolunu kapatmanın, köprüleri yakmanın tek çaresi de buydu. Öğleden sonra hepsini satmıştı, öküzleri yüzer liraya, arabayı da beş yüze. Artık çaresizdi, geriye dönüş yoktu. Her şeyini şu sapsarı kumlara, kuzeye çıkan şu yola bağlamıştı. Alıcı, öküzlerini almak için Zuga’nın konakladığı yere geldiğinde Aletta, fısıldadı: “Ama Zuga, söz vermiştin! Bir hafta beklemeye söz vermiştin hani?” Sonra kocasının yüzündeki, o çok çok iyi tanıdığı ifadeyi görür görmez sustu. Çocuklarına sarıldı. Jan Cheroot’un öküzlerden ayrılması pek hazin oldu. Kulaklarına, bir sevgiliymiş gibi, tatlı sözler fısıldadı, sonra Zuga’nın yüzüne, suçlarcasına baktı, çarpık bacaklarıyla ağır ağır uzaklaştı. Zuga bir an onu tümden yitirdiğini sandı ve kahroldu, çünkü bu küçük adam hem dostu, hem öğretmeni hem de on iki yıllık yol arkadaşıydı. İlk filini onunla omuz omuza avlamıştı. Şu vahşi kıtanın balta girmemiş ormanlarında onunla yürümüştü. Binlerce kamp ateşinin başında onunla aynı şişeden su içmişler, aynı kaptan yemek yemişlerdi. Gene de bir türlü Jan Cheroot’un ardından seslenemiyordu, küçük adamın kendi kararını kendi gönlünce vermesini istiyordu. Meğer boşuna dertlenmiş. O akşam, ‘kafa çekme’ zamanı Jan Cheroot, elinde çatlak emaye maşrapası, çıkageldi. Zuga gülümsedi ve günlük içeceği miktarı belirleyen çizgiye filan boş vererek maşrapayı ağzına dek doldurdu. Jan Cheroot başını salladı: “Biliyorum, bunu yapmak zorundaydın, ama iyi hayvanlardı doğrusu. Neyse, yaşantımdan iki ayaklı olsun, dört ayaklı olsun nice iyi hayvan geldi geçti benim. Bu da unutulur.” Aletta ancak çocuklar çadırda uykuya daldıktan sonra ağzını açtı: “Öküzleri ve arabayı satmakla bana yanıtını vermiş oldun,” dedi. “Onlara su bulmak çok pahalıya patlıyordu, otlak da kilometrelerce uzaktaymış.” “Kampta üç kişi daha ölmüş. Bugün saydım tam otuz araba çekti gitti. Burada salgın hastalık var, herkes vebadan kaçarcasına kaçıyor işte.” “Evet, haklısın. Maden sahiplerinin bazıları huzursuzlanmaya başlamış, imtiyaz ücretleri de günden güne düşüyor. Eğer istiyorsan seninle çocukları gönderebilirim. Birisi var, hisselerini satmış, birkaç güne kadar yola çıkıyormuş. Sizi Capetown’a götürebilir.” Yatağa yattıktan epey sonra, Aletta, karanlıkta usulca kocasının yanağını okşadı: “Bağışla sevgilim. Öylesine yorgun ve umutsuzum ki… Biliyorum sana iyi karılık edemedim. Sana layık bir hayat arkadaşı olamadım. Sana güçlü biri gerekirdi, sağlıklı biri, bense her zaman hastayım, zayıfım. Şimdi de tam sana destek olmam gereken bir zamanda, zorluk çıkarıyorum gene, görüyorsun.” “Hayır, doğru değil bu,” derken Zuga içinden, karısının söylediklerinde biraz da gerçek payı olduğunu düşünüyordu. Yıllar yılı ona salt bu nedenlerle kızmış, hep kendisini ayaklarından zincire vurulmuş gibi hissetmişti. “Ama gene de seni seviyorum Zuga. Seni ilk gördüğün anda sevmiştim, her zaman da sevdim.” Kocasına iyice sokuldu, yanağını onun göğsüne dayadı: “Bu kadar zayıf bünyeli, bu kadar hastalıklı olduğum için inan kendimden iğreniyorum. Sana gerçek anlamıyla bir eş bile olamıyorum artık. Ama bundan sonra değişeceğim, güçlü olacağım, göreceksin. O peşinde olduğun elmasları birlikte bulacağız, sonra da kuzeye çıkacağız. Zuga benimle sevişmeni istiyorum, hemen, şimdi.” “Aletta, bunun tehlikeli olduğunu pekâlâ biliyorsun!” “Şimdi, hemen, ne olursun.” Ve kocasının elini tuttuğu gibi geceliğinin altına, bacaklarının bitiştiği yere götürdü. Bunu şimdiye dek hiç yapmamıştı, ilk kez oluyordu. Zuga’nın da içine bir şeyler doldu, yıllardır unuttuğunu sandığı birtakım duyguları, heyecanlan ansızın geri geldi. Neden sonra, Aletta usulca yataktan indi, gitti, mumu yaktı, çömeldi, karyolanın ayakucuna bağlanmış sandığı açtı. Zuga dirseğine dayanmış, onu seyrediyordu. Aletta saçlarını örmüş, bir kurdeleyle bağlamıştı. Bedeni de genç kız bedeni gibi incecikti. Eskiden onun ne kadar güzel olduğunu anımsadı. Kırık sandığın kapağını açtı, bir şey alıp Zuga’ya getirdi. Süslü, pirinç bir kilit vurulmuş, küçük bir kutuydu bu. Anahtar kilidin üzerindeydi. Sadece “Aç,” dedi. Zuga mum ışığında kutunun içinde birer parça kurdeleyle bağlanmış iki tane beşer liralık banknot destesi, bir de koyu yeşil kadife, ağzı sımsıkı büzülmüş kese gördü. Keseyi aldı, tarttı, ağırdı, altın dolu. “Gerçekten ihtiyacımız olduğu güne saklıyordum bunları,” diye fısıldadı: “Bin liraya yakın para var burada.” “Nereden buldun?” “Düğün günümüzde babam vermişti. Al Zuga, hepsini, senin olsun. Bunlarla istediğin imtiyazı satın al. Bu kez başaracağız. Bu kez her şey yolunda gidecek, inanıyorum.”
Wilbur Smith – Surek Avi
PDF Kitap İndir |