Rahmi Vidinlioğlu – Şizofreni Yalnız Oynanmaz

Uyandı İstanbul güzel bir Ekim sabahı çığlıklar atarak! 1996 yılının kan kokan bir Ekim günü, tüm şehir, Üsküdar semalarından yükselerek İstanbul’un bağrını deşen ezan sesleriyle uyandı. Güneş Boğaz’ı parçalar gibi doğdu o sabah. Gözü yaşlı, yaşlı keşişler gibi uyandı tüm insanlar, hüzünle kederin kesiştiği o kavşak noktasında ki, dünyada en çok kaza o kavşakta olurdu! Bu büyük a duyardı; çünkü tüm insanlar uyurken, fısıldar tüm olan biteni Atina onun kulağına, eğilir Paris, anlatır gördüğü her şeyi, hüzünlüdür Berlin konuşmaz pek fazla, ama Moskova hem kendisini hem de Berlin’i anlatacak kadar güçlüdür hâlâ. Anlatılacak olan hikâye anlatılmamıştır daha hiç, anlatılmış olsa ilk önce İstanbul duyardı! Sanılmasın ki şehirler cansızdır, ruhları tüm insanların ruhunu ezer geçer! Sanılmasın ki nefes almaz İstanbul, sanılmasın ki âşık olmaz! Babası Anadolu’dur onun; uygarlıklar beşiğidir, Dünya kurulalı beri hâlâ dimdik ayaktadır, onu yerinden yurdundan edecek bir delikanlı çıkmamıştır daha tarih sahnesine. Annesi Avrupa’dır, deliler gibi severken Anadolu onu, ani bir zenginlik hevesine kapılarak terk etmiştir Anadolu’yu. Daha İstanbul bebekken kötü bir şekilde bitmiş bir zamanlar destanlara konu olan büyük aşkları; şiddetli geçimsizlik sonucu boşanmışlar tek celsede kıtaların ayrıştığı dönemde! İkisinin de en sevdiği çocuk İstanbul’muş, babası da annesi de paylaşamamış onu, bir o çekmiş kendisine, bir öteki. En sonunda bir yarısı babasında kalmış, diğer yarısı annesinde. Ama o, baba sevgisiyle büyümüştür hep, ruhu tümüyle babasını tanır; annesini ise uzaktan tanır sadece. İstanbul, aşkı en iyi bilen şehirdir! Gelinlik kız çağındaydı, kaçırdılar onu evinden, yaktılar çirkin bakışlı komutanlar sokaklarını, üzerinde yaşayan insanları bir bir kılıçtan geçirdiler, kazıklara oturttular cengâver delikanlıları. Kulağına bir ezan vakti okunmuş olan şerefli adını bile çaldılar ondan, adına Constantinopolis dediler. O, adını hiç unutmadı! Taş duvarlar ördüler babasıyla arasına, aralarında yalnızca on altı tane giriş kapısı kaldı. Bizans adlı çirkin bir komutanın tecavüzüyle kaybetti bekâretini. O tenine dokunurken tüm Dünya’nın kentleri utançtan arkalarını döndüler, ağladı tüm denizler, rüzgârlar bu ızdıraba tanıklık etmemek için saklandılar ölüm kokan dağ oyuklarında. Hiç, ama hiç sevmedi İstanbul, sevemedi onu! Zorla ırzına geçtiler çirkin yüzlü komutanlar yüzyıllarca, zorla hamile bırakılıp bir çok çocuk doğurdu. Çocuklarından hiçbirini sevmedi, sevemedi babalarından ötürü.


İstemediğin halde sevişmek zorunda kalmak nedir, en iyi İstanbul bilir. On bir yüzyıl boyunca koynuna çirkin yüzlü komutanları aldı o, onlar öptü dudaklarından, onlar dokundu göğüs uçlarına ki, onların her öpüşü ayrı bir orman yangınıydı, her dokunuşu ayrı bir kasırga! İstanbul, aşkı da en iyi bilen şehirdir, hasreti de acıyı da! Yüzyıllarca acı çekti çünkü o, gözlerini göğün haşmetine dikip dua etti bu Bizans denen zindandan kurtulmak için, her gece çığlıklarla ağladı! Bitsin diye bu kâbus, her gece Boğaz’ını parçaladı! Tüm melekler akın akın İstanbul’un haykırışlarını taşıdılar yedinci semaya, tam on bir yüzyıl boyunca! Hangi melek duysa parçalandı kalbi; melekler ağlamaz sanılır ya, yalandır! Melekler bir tek İstanbul’un acı haykırışlarına ağladılar! Gözyaşlarından yedinci semaya köprüler kurup onunla birlikte yalvardılar! Sonunda 5 Nisan günüydü o haşmetli 1453 yılının, Sultan Mehmet yüz bin kişilik ordusuyla gökyüzüne bir sürü dolusu kuş atar gibi kuşattı tüm surlarının etrafını; İstanbul cengâverliğine tutuldu onun, o İstanbul’un imparatorluklar yıkan güzelliğine. Sonradan öğrendi İstanbul, daha dokuz yaşındayken sevdalanmış meğerse ona bu genç şehzade. Günlerce uykusuz kaldı Sultan Mehmet İstanbul’un etrafında, heyecandan aç kaldı, susuz kaldı. Kalktı her sabah tan ağarırken, Zeytinburnu’ndan denize yüz sürüp aptest aldı. İki rekât namaz kılıp yüce Hak’tan yalnızca İstanbul’u diledi. Ve elli üç gün süren amansız mücadeleden sonra aldı, kurtardı onu zalim Bizans’ın elinden. 26 Mayısı gösteriyordu tüm takvim yaprakları, Sultan Mehmet yavuz atını şahlandırıp öğleye doğru Topkapı’dan İstanbul’a girdiğinde ve İstanbul ilk kez o gün tanıdı aşkı. Gelinlik bakire bir kız gibi bastı onu bağrına genç Sultan Mehmet ve halk “Allahû Ekber!” nidalarıyla kıydı nikâhlarını Ayasofya’da! İstanbul, ilk kez o gün âşık oldu ve kalbini ilk kez kaptırdı cengâver bir komutana. Çağlar devriliverdi bir anda, yırtılıp atıldı tüm tarih kitapları, yakıldı tüm eski haritalar ve bu büyük aşk yeni bir çağ başlattı! İlk kez gerdeğe girer gibi girdi İstanbul 26 Mayıs gecesi 21 yaşındaki yakışıklı Sultan Mehmet’in koynuna ve çok geçmeden ay parçası gibi güzel bir kız çocuğu sundu ona. Sultan Mehmet, besmeleyle yüz sürüp Üsküdar koydu dünyalar güzeli bu kızın adını. Bu yüzden Üsküdar İstanbul’un en güzel kızıdır, büyük bir aşkın meyvasıdır, üzerine lanet değil, besmele okumuştur gökyüzündeki melek sürüleri! İstanbul, Sultan Mehmet’in hasretiyle yanarken gecelerce ona bakıp ağlamıştır hep, ona sarılıp dert yanmıştır. İstanbul, aşkı en iyi bilen şehirdir, kıyamete kadar ömür biçilmiş bir şehirken cengâver bir fani padişaha gönlünü kaptırmak nedir, hiçbiriniz bilemezsiniz! İstanbul, âşıkları bir annenin çocuklarını beslediği gibi besler, nöbet bekler onların başında, çünkü âşıklar ona en önemli vasiyetidir sevgilisinin! Uyandı İstanbul azılı bir Ekim sabahı çığlıklar atarak! İstanbul böyle büyük bir karmaşayla uyanırken ben her zamankinden çok daha suskundum; uyuşturucu gibi bir hasret olanca hızıyla devam ederken tüm hücrelerimi ele geçirmeye, uzandım kumdan yataklara, ellerimde kan kokan bir sevda susamışlığı ile… Kim dinlese duyardı elbette İstanbul’un Boğaz’in kenarlarından durmadan fısıldadığı masalları, rüzgârla düet yaparak söylediği şarkıları yalnızca duymak isteyenler duyardı. Konuşkan bir suskunluktu onunki de; anlaşılabilse, kuşkusuz, anlayana tüm evrenin sırrını anlatırdı. Uyandı İstanbul azılı bir Ekim sabahı çığlıklar atarak! Kimbilir kaç cinayet işlenirdi her Ekim İstanbul’un karanlık ve korkak arka sokaklarında, Ekim İstanbul’un en belalı ayıdır çünkü; öylesine zordur İstanbul’un arka sokaklarında Ekim’in orta yerinde yalnız kalmak, uykusuz kalmak, aşksız kalmak… Şizofreniye direnmek öylesine zordur! İstanbul: Sevda İmparatorluğu’mun başkenti… Kim bilir kaç yazara ve kaç şaire yardım ve yataklık etmişti yüzyıllar boyunca.

Kim bilir kaç deli divane âşığı bir annenin yavrusunu sakladığı gibi saklamıştı. İstanbul, kaç sevgi katliamına tanık olduğunu kendisi bile unutmuştu ve kim bilir daha kaç karşılıksız aşk görecekti… Uzun geceler boyunca daha kim bilir kaç âşığa şizofreniyi öğretecekti!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir