Huseyin Rahmi Gurpinar – Cadı

YENGE, bu telaşın ne? Ne oluyorsun Allah aşkına? — Müslümanlıkta iki şeyde telaş lâzımdır: Kız evlendirmekte… Cenaze kaldırmakta… — Buna hiç diyecek yok… Güzel benzetme doğrusu!. — Ben şunu bunu bilmem… Biraz kendini çek çevir. Bu ağlamayı, bu somurtkanlığı bırak. Giyin… Kuşan… A dostlar, nedir bu halin?. Bu ağlamış yüzünü görenler kırk yıllık yola kaçarlar. Tanrım öğmüş yaratmış… Pekâlâ akça pakça sevimli kadınsın… Artık bu yastan vaz geç… Şen ol, şakrak ol. Gül, söyle… Bir kısmetin çıkar çıkmaz seni vereceğiz. Turşunu kuracak değiliz ya?. — Yenge, bu eve ben fazla mı geliyorum? Bana yedirdiğiniz bir lokma ekmeği mi sakınıyorsunuz? — Aman delinin söylediği lakırdıya bak?.


Senden ekmek sakınan, bir lokmasını bulamasın… O nasıl söz nankör karı?. — Ne olursa olsun bir saat önce beni başınızdan savmanın yoluna bakıyorsunuz… Belki ben sonuna dek kocaya varmak niyetinde değilim… — Ne dedin? Ne dedin? Abdalâbat, kocaya varmak niyetinde değil misin? Karabaş mı, merabet mi olacaksın? Tanrı, kadını kocaya varmak; erkeği de evlenmek için yaratmıştır. Anladın mı Fikriye?… Şimdi beni kötü kötü söyleteceksin. — Yenge bir parça Allah’tan korkunuz. Niçin beni böyle sıkboğaz ediyorsunuz? Daha beyimin kefeni solmadı… Yerde yatanı bu kadar çabuk unutalım mı? — Ben Allahtan korkarım. Her buyruğuna boyun eğerim… Beyin öldü ise Allah rahmet eylesin… Tanrımın buyruğu böyle imiş… Ne denir?. Ölenle ölünür mü? Aylarla ağla bire ağla!. Bunun sonu ne olacak… Bu ağlamaya göz değil; vallah Horhor çeşmesi olsa yine dayanmaz. Suyu kesilir… Sen öleydin acaba o, senin arkandan böyle kırk yıl göz yaşı döküp duracak mıydı? Evlenmeyecek miydi?. — Onun ne yapacağını ben ne bileyim?. Beyimin üstüne evlenmek istemiyorum… Vicdanım bana lanet ediyor… Ben bunu bilirim… İşte bu kadar… — Fikriye Hanım, kocaya varmayıp da hangi gelirinle geçineceksin? Seni kim besleyecek?. — Hah dedim ya… Sizi bu telaşlara düşüren sebep beslemek meselesi… Ekmek meselesi… Kim mi besleyecek?. Dayım… Bu evde bu kadar insan besleniyor. Bir benim ile çocuğumun kuş kadar boğazı mı çok geliyor?. — Ne senin, ne de çocuğunun boğazından yüksünen olmadığını, sana Tanrıya ant içerek, söyledim… — Öyledir de evlendirmek için beni bu denli zorlamaktaki maksadınız nedir? — Maksadım… Düşüncem, yine senin geleceğin kızım… — Çocuğumla birlikte işte aranızda yuvarlanıp gidiyorum… Şimdilik bu kadar aceleye, benim iki ayağımı bir pabuca koymaya sebep var mı? — Kızım, sana dayın kırk yıl kalıcı değildir. — Dayımın akşama sabaha öleceğine dair Azrail’den sana haber mi geldi? — Hay dilin tutulsun… Yorduğu şeye bak!. Şom ağızlı kaltak… Ölüm sıra ile değildir. Kimin ölüp kimin kalacağını ancak Ulu Tanrı bilir… Allah, dayına çok uzun yıllar ömürler versin… Hepimizin üstünden eksik etmesin… senin için söylüyorum… Senin ölümüne bir şey kalmadı… — Hah iyi ya işte! . Ölürsem kurtulursunuz… Fikriye Hanım, sert bir gücenmeyle başının firketelerini birer brer çıkarıp yeniden saçlarının arasına, oraya buraya yerleştirerek sözüne devamla: — Kuzum Hanım Yenge, herkesin ömürünün sonunu ancak Ulu Tanrımız belirtir… Benim ölümüme bir şey kalmamış olduğunu neden bilip de böyle gönülden inanarak söylüyorsun?. Merak ettim… — Mankafa, bunu anlamayacak ne var? — Ayıp değil ya; Tanrım işte beni mankafa yaratmış; anlayamıyorum… Söyle de anlayayım… — Bir kadının iki türlü ömrü vardır… — Acayip!. Bir yaşıma daha girdim… Neler öğreniyorum… Kadının ömrü iki türlü imiş… Kadın kısmı, demek öldükten sonra kertenkele gibi dirilir.

Sonradan bir daha ölür, öyle mi?. — Karı, söyler söyler, döner yine söylerim… Mankafasın işte… Kertenkele, adamakıllı bir defa öldükten sonra artık bir daha dirilmez… — Oh Hanım, ben gözüme mi inanayım, sana mı? Kertenkelenin gövdesi ortadan ikiye ayrıldıktan sonra başı bir yana yürüdü. Kuyruğu öbür yana gitti… — Bu hal, hayvanın ölüp de yeniden dirildiğini mi gösterir? . — Bilmem; Tanrı rahmet eylesin. Büyükannem: kimi hayvanların dokuz canı vardır, der idi… Kapana tutulan fareler ne zor ölürler… — Allah müstahakkını versin!. Şimdi kadınları kertenkeleye, fareye mi benzeteceğiz?. — Yılanın da canı birden çok imiş… Yılan öldürüldükten sonra gece ayaza bırakılırsa gökte ilk yıldızı görünce yine dirilirmiş… — Sana ne güzel öğretim vermişler, eğitmişler! Belleğini ne olgun bilgilerle süslemişler… Kadının kaç canı varmış? Kadın nenenin tandırnamesinde buna ilişkin açıklamalar yok mu? — Kadının bayağı zamanda bir, gebelik vaktinde iki canı vardır… — Böyle denmek gelenek olmuş; ama bu deyim de yanlış olarak kullanılıyor. Çünkü yaratılış bakımından kadının bir canı vardır. O ikincisi karnındaki çocuğun canıdır. Çocuk doğunca, kendi canını alıp dışarı çıkacak… Bundan annesi ne ne ?. — Gebelik çağında bir kadının gövdesinde iki can bulunuyor ya, sen ona bak… — Fikriye, darılma ama; çok saf, çok bön karısın!. Zaten cin fikirli bir insan olsan kocanın ölümüne bu denli ağlamazsın? — Hanım Yenge, sözlerini anlayamıyorum… Bir kadının ölen kocasına ağlaması ahmaklık mıdır? Dayım ölse, demek sen ağlamayacaksın öyle mi? — Dayın başka, o başka canım… — Ah işte bunu hiç aklım almadı. Bunun başkası, maşkası olur mu? O, sana ne ise, öteki de bana o idi. O da koca, o da koca… — Karılık kocalıkla geçirdiğiniz dört beş yıl içinde rahmetli seni, kim bilir kaç defa aldatmış… Üzerine ne haltlar etmiştir?. — Hiç… — Hiç mi? Karının ahmaklığı işte bundan belli olur… — Neden? — Kocasına sonsuz bir inan göstermekten… — Üzerime hiç bir hıyanette bulunmadığına ve bulunmayacağına daima karşımda en büyük antlar içer, dururdu.

— O yeminleri bana senin dayın da edip durur idi, ama bir gün kendisini evimizin arkasındaki bostan kulübesinde bahçıvanın kızı Despina ile yakaladım. Kendi elceğizimle tuttum… Erkeğe inan olur mu? Bu apaçıklığa karşı yine o bana kırk kurt masalı okumaktan çekinmedi. Hala da sadakat yeminlerine devam ediyor… Bu durum, bu gerçek bizde ağababalarımızdan, kadın nenelerimizden, daha onların dedelerinin dedelerinden beri böyle gelip böyle gidiyor. Kızım, lakırdımı karıştırdın. Sözüm nereye gelecekti?. Bir kadının iki türlü ömrü, yaşantısı vardır. Birincisi Ulu Tanrının her kuluna çeşitli ölçüde nasip ettiği beşikten mezara dek süren doğal ömrü… İkincisi asıl kadınlık yaşantısı ki bu da iki kısma ayrılır. İlki otuz yaşına kadar sürer; sonrası kırkı, kırk beşi bulur… Bu iki yaş, kadın için asıl ahret ölümünden önce gelen biri küçük, öbürü büyük iki dünya ölümüdür. Otuzunda bir kadın, artık kadınlık albenisini yitirecek bir çağa girmiş sayılır. Kırk beşinde üreme görevi verimsizleşir… Yine tandırname yazınında bazı sözler vardır: Bir kız için on beşinde konca güldür açılır. Yirmisinde letafeti saçılır… Otuzunda tanyerine atılır… Kırkında, ellisinde v.b. son evreye kadar birtakım şeyler söylerler. Çöküş sınırı olarak bir kadını otuzunda çektikleri bu tanyeri neresidir? Bilmem. Fakat otuz yaşın gökçe soy için pek parlak bir devir olmadığı anlaşılıyor.

Yani kadın, bu yaşta, her ne olursa olsun bir kocaya varmış; bir erkeğe mal olmuş bulunmalıdır. Kocada iken bu çağa giren kadınlar her halde bu gerileme devrine adım atmış bulunuyorlar, ama —erkeklerin de bu iyiliklerini inkar etmeyelim— «vaktiniz geçti» diye eşlerini tutup pencereden aşağı atmıyorlar: «Artık ne bela ise başımıza bir kere gelmiş bulundu» diyerek karılarının dertlerini çekip gidiyorlar. Sana: «Ölümüne bir şey kalmadı» dediğim, kadınlığın değerli çağının manevi ölümü içindir. Ulu Tanrı daha çok vakitler yaşatsın. Asıl ecelin için değil… Öyle ya sen şimdi ferah ferah yirmi sekizindesin… Otuzuna, yani tanyerine çekilmene ne kaldı? İki senecik. Artık ondan sonra yüzüne bakan olmaz. Evde kalırsın. Ölmüş kocanı unutursun. Bu acın geçer. Dayı koltuğuna sığınmış olmaktan bıkar, başlı başına bir evin hanımı olmak ister, koca diye hant hant ötmeğe başlarsın; ama iş işten geçmiş bulunur. Ben sana öğüdü veriyorum yavrum… Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği derler. Başında bir çocuğun, yani bir pürüzün var. Evlenme tavını geçirmek senin için akla uygun değildir. Kimi kadınlr, otuz beşe gelir de yirmi sekiz, yirmi dokuzdan yukarı çıkmak istemezler. Orada demir atarlar.

O niçin o? Otuz yaşı, kadınlığın ilk ölümü de onun için… Fakat yaş saklamak ne para eder!. Bu işten çakanlar bir bakışta anlar. Ben otuzumu atladıktan sonra dayın kimi kez gövdemi yoklayıp da: «— Emine, darılma ama, otuzu geçtiğin besbelli oluyor… Piliç başka, tavuk başka…» der idi. Şakaya buluşturup kartlığımı yüzüme vurur, tanyerine çekilmiş olduğumu anlatır idi… Gücüme giderdi, ama ne denir?. Erkektir. Elli yaşına da gelse daima kendini on sekiz, yirmi yaşında bir kız alabilmeğe yaradılıştan yetkili görür. Evet altmış yaşındaki erkek otuzundaki kadını kartlıkla suçlar. Ne büyük haksızlık!. Acaba Adem Babamız Cennet’te Havva Anamıza güvey girdiği zaman aralarındaki yaş farkı ne kadarmış? Bunu bilen var mı? Derin bir şeyhe rast gelsem de sorsam. II – Bulunmaz Bir Tunus Gediği FİKRİYE HANIM, dört yıl kadar mutlu, tatlı bir evlilik çağı geçirdikten sonra genç, güzel beyinin acıklı bir şekilde birdenbire ölümüyle taze dul kalarak, dayısı Hasan Efendinin evine dönmüştü. Zavallı Fikriye, küçük yaşında babasından ve anasından öksüz kalmış olduğu için dayısının evinden başka gidecek bir yeri yoktu. Rahmetli kocası Bedri Bey, varlık adına hemen bir şey bırakmamıştı. Evliliklerinin ürünü olarak yalnız üç yaşında bir kız kalmıştı. Yaslı dul kadın, kızı yetim Latife’yi bağrına bastırıp dayısının babaca şefkat ve koruma kanadına sığınarak bir odaya çekildi. Durmayıp göz yaşı döküyor.

Kocasının ölümü ürerinden aylar geçtiği halde, yası, gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Fikriye’nin bu dönüşü, o zamana değin yalnız başına ev hanımlığına alışmış olan yengesi Emine Hanımın hiç hoşuna gitmedi. Bu dul yeğenin her ne suretle olursa olsun bir ikinci kısmeti çıkıp da evlerinden bir ayak önce savuşup gitmesi için ne türlü çarelere, yollara el atabilirse hepsine baş vurmaktan geri durmuyordu. Fikriye Hanım güzel, alımlı, oldukça terbiyeli bir kadındı. Fakat çocuklu bulunması sakıncasından dolayı evlenmeye iştahlı, uygun bir istekli çıkmıyordu. Yenge Emine Hanım, kılavuz kadınlara büyücek paralar adadı. En sonunda bir iki kısmet çıktı. Fakat bunlar da evlenmelerinden, geleceklerinden hayır, geçim umulur kimseler değildi. Kimi ihtiyar, kimi sakat, kimi züğürt, kimi çapkın idi. Fikriye’nin bu kısmetsizliği, yengesının çaçaronluğunu dayanılmaz bir dereceye vardırdı. Emine Hanım, kocaya varmanın erdemlerini, pek çok gerektiğini açıklama dırdırına artık hiç ara vermez oldu. Türlü dokundurmalar, simgeler, alt anlamlı cümlelerle her gün, her saat büyüksünmeyi sezen talihsiz Fikriye’nin zaten dertli, yaralı yüreği bütün bütün kan kusuyor oldu. Sonra bir gün kılavuz karının biri, telaşla geldi. Fikriye Hanım için yağlı bir parça, bulunmaz bir Tunus gediği çıktığını müjdeledi. Artık sevinçten Yenge Emine Hanımın etekleri zil çalmaya başladı.

Ona göre araştırmaya, incelemeye,, sorgu suale kalkışmaksızın hemen Fikriye’nin bohçalarını bağlayıp sandığını, sepetini toplayarak kocasının evine gönderivermek gerekti. Kılavuz Kadının uygun görüşü de böyle idi. O da ivedilikten yana idi. Çünkü bu kısmet pek az ele geçen olağanüstü. ekstra türden bulunduğundan, nikah uzar ise ara yere dedikodu karışır, iş bozulur imiş… Bu adamın iştahlısı pek çok; varmak isteyen kadınların sayısı, sınırı yokmuş… Bozmak için yermeleri; akla ve hayale gelmez, yakası açılmadık iftiralar atmaları; birçok şeyler uydurmaları düşünülebilirmiş. Kılavuz Kadın, bu ekstra Tunus gediğini şöyle tanımlıyordu: — …. Bakanlığında…. kaleminin müdürü Naşit Nefi Efendi… Hem şöyle böyle değil… Kelli felli, şanlı şöhretli, bütün yanlarıyle, her yönüyle bir efendi. Yalan kabul etmem. Aylığı dört binden, yaşı da kırktan artık… Evcimen ağırbaşlı, tam karı değeri bilecek çağda bir adam… Dosta kısmet olacak bir parça… Artık buna hiç lam, cim istemez. Söz getirdim. Söz verin götüreyim. İş bitsin vesselam. Fikriye. Hanım, Kılavuz Kadının bu özlü kısa, fakat şüpheli övgülerine karşı derin derin düşünerek: — Hanım, bu adam böyle kırk yaşını geçinceye dek hiç evlenmemiş mi? Bekar mı durmuş? Bu soruya karşı Kılavuz Kadın, şehadet parmağını entarisinin yakasından içeriye sokup, gözlerini süze süze gerdanının etrafını tatlı tatlı kaşıyarak: — Dur kızım.

Vebal istemem. Hepsini anlatacağım…. Evlenmemiş değil… Evlenmiş… Kısmet olursa galiba sen üçüncü hanımı olacaksın… Fikriye Haıum, haykırarak: — Ay ben iki ortak üstüne mi gideceğim? Tanrım göstermesin… — Hanım, lakırdıyı, iyi anlamadan bomba gibi ateşlenme öyle… A şimdiki tazeler ile lakırdı olmuyor ki, Tanrım esirgesin, hepsi farfara… Bu efendinin ilk karısı ölmüş. İkincisini boşamış… İşte şimdi sen üçüncü gideceksin… Bir evin bir hanımı olacaksın… Anladın mı efendim?. — İlk hanımı neden ölmüş? Kılavuz Kadın, bir kahkaha salıvererek: — Kendisine bakan hekimi bulup da hanımın hangi hastalıktan gittiğini sormayı doğrusu unuttum… Ay üstüme iyilik sağlık; bu da lakırdı mı ya? Seninle evlenmek isteyenler, ilk kocanın hangi hastalıktan öldüğünü soruyorlar mı? Beri yandan Yenge Emine Hanım bağırarak: — Aman Fikriye, kimi kez öyle budalaca sorular sorarsın ki, beş yaşındaki çocuk sormaz… Bırak kadını kendi haline, lakırdısını bitirsin… Fikriye Hanım kızarak: — Sormayınca meselenin pürüzlü tarafına yanaşmıyor ki, kendi haline bırakayım!. Kısmet olursa galiba ben üçüncü hanımı olacakmışım!. (Galiba) ya dikkat buyruluyor mu? Peki birinci hanımı neden ölmüş ise ölmüş… İkincisini neye boşamış. Bunu sormak hakkım değil mi? Kılavuz, parmağının ucuyle hâlâ yakasının içindeki pireyi araştırarak: — O ciheti pek derin bilmiyorum… Ne yalan söyleyeyim?. — Kılavuz değil misin? Her ciheti bilmelisin. — Öyle ağır, kibar bir efendiden: «Sen karını niçin boşadın?» diye nasıl sorulur?. Kan kocalıkla ilgili bir iş olmalı… — Bak şimdi bütün bütün merak ettim. Karı kocalıkla ilgili o gizli iş nedir acaba? — Karı koca, ikisi bir döşekte yatar iken aralarına girip de araştırma yapmak gerekir ki bu derece içyüze girmeyi hiç bir kılavuz başaramaz sanırım. Bu denli ince eleyip sık dokumak iyi değildir. Karı bırakan erkeklerin, kocadan boşanan kadınların daima başkalarıyle evlendikleri görülüp duruyor. Birinci, ikinci evlenmede dirliksizliğe uğrayanların üçüncü, dördüncüde gül gibi geçinip gittikleri hiç işitilmemiş bir şey midir? — Pekiyi… Haydi boşanma sebebi, bu yön kapalı kalsın.

Fakat iki evlenmeden bu efendinin hiç çocuğu olmamış mı? Kılavuz Kadın, göğsündeki pireyi daha derinlerde arayarak: — Söz sırası hepsine gelecek. Azıcık sus kızım… — Ben susar isem sen bu önemli noktalarda sakız çiğneyip gidiyorsun. Çocuğu var mı? Yok mu? Söyle… — Var… — Kaç tane? — İki… — Bir de benimki üç… Hepsi bir araya gelirse… Bir curcunadır kopar. — Sen her şeye bir kusur buluyorsun… O, senin çucuğunu kabul ediyor da sen onunkilere neye katlamıyorsun?. — Sen bu adam için kırkını geçkin diyorsün ama, o her halde elliyi de aşkın, büyük babam yerinde bir kimse olacak… — Doğum tarihini görüp de kaç yaşında bulunduğunu parmağımla bir bir hesaplamadım… Ben işittiğimi, gördüğümü söylüyorum… — Kılavuz Hanım, şimdi şu senin göğsünde dolaşan gibi bu işin içinde pek çok pire yeniği var… Meselenin nazik noktalarında kem küm ediyorsün…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir