Huseyin Rahmi Gurpinar – Gulyabani

Bey Oğlum! Romanlarınızı seve seve okuyanlardan biri de benim. Hele bazılarını birkaç defa okudum. Şimdi de canımın en sıkıntılı zamanlarında okur, size dua ederim. Ama darilmayınız, bir-iki şikâyetim var. Meşrutiyet ilân edileli beri daha güzel, daha eğlenceli eserler okumaya hazırlanırken iş pek umduğum gibi çıkmadı. Düşünüşümüz değişti. Dilimiz hemen bambaşka bir şey oldu. Alafran-galaştı. İnceldi. Bu değişme az çok sizin eserlerinizde de kendini belli etti. Eski hikâyelerinizle yenilerini tasvir, tasarlama ve üslûp bakımından karşılaştırsamz bu farkı siz de görürsünüz. Bir-çoklarmca belki bu bir ilerleme eseridir. Ama bu konudaki bazı düşüncelerimi açıklamaya müsaade ediniz. Sizin en büyük gücünüz, ihtisasınız, mahalle karılarını, hele aileler arasındaki çeneleri düşük kocakarıları söyletmektedir. Millî ve gerçek bir felsefeyi tekmil çıplaklığıyla o satırlarda gösterirsiniz.


Serde kocakarılık var. Bendeniz de en ziyade o çeşit tasvirlerinizden hoşlanır, zevk alırım. Yeni edep ve felsefe alanlarına sapıp kaleminizle gerçekten tatlılaştırıp güzelleştirdiğiniz, o size mahsus millî ve samimî söz konularından pek uzaklaşirsamz edebî kişiliğinizi kaybetmenizden korkarım. Bu hem sizin, hem de bizim için büyük bir kayıptır. Her romanınızda mutlaka benim gibi bir kocakarı söyletmenizi bir yazı şartı yerine koymak da istemiyorum. Ama kendinize mahsus olan konulardan pek uzaklaşmamak daima en büyük sanat tasanız olmalıdır. Bu alanları siz herkesten iyi bilir ve kestirirsiniz. Beni vaktiyle okuttular. Biraz mürekkep yalattılar. Her eserinizden az çok hoslan’nm.1 Ama benim bir merakım vardır. Sevdiğim hikâyeleri kendi kendime okumam. Yaştaşım birkaç ha-nımneyi etrafıma toplayarak yüksek spsle onlara okurum. Romanın, onların saf anlayış güçlerini zevklendiren açık, içten noktalarında bu âciz okuyucunuzun da sevinci sonsuzdur. Ama yazık ki her kadınnine CSchopenhauer) in dünyayı siyah gözlükle gösteren üzücü felsefesine ayna olan satırlardan mana çıkarabilecek bir zihin terbiyesine sahip değildir.

İşte sizden bu bilgisiz hanımnine-lerin schnetleri çerçevesinde okunacak, yani bu tandır küllerini neşelendirecek bir hikâye yazılmasını rica ediyorum. Düşünüşleri gibi eğlenceleri de pek sınırlı olan bu zavallılara edeceğiniz bu hizmetin sevabı büyüktür. Bu eseriniz romanla masal arasında bir şey olmalıdır. İşte en büyük ustalığınız bu hikâyenizde görülecektir. Çünkü ya masalı şimdiki romanlar arasına yükseltmek derecesinde bir sanat gösterecek, ya da değerini düşürmeden, özünü küçültmeden romanı masal derecesinde sadeleştireceksiniz. Kaleminizin gücüne güvenerek sizden bu olağanüstü eseri bekliyorum. Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşamba karısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış olan kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız. İşte sizden bunu bekliyorum. Rica bizden, lütuf sizden. Baki, çok dualar, övgüler, evlâdım… Okuyucularınızdan bir Hanımnine» CEVAP Muhterem Hanımefendi Hazretleri, Beni seven okuyucularım olan siz hanımninelerimi sevindirmek için imkânsız olanı mümkün kılmak gibi aşırı bir işe kalkıştım. Ama bu güç işe ilk teşebbüs ettiğim zaman çektiğim güçlüğü tarif edemem. Çünkü ömrümde cin, peri görmedim.

İnsana çeşitli cilveler gösteren bu hayat şimdiye kadar beni bir dev, bir gulyabani, ya da bir çarşambakarısının görülme zevki, yahut sohpe-tiyle şereflendirmedi, böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu iznine eriştiklerini yeminlerle kesinleştiren bazı kimselere rastladım. Bunlar cin, peri, cadı, hattâ gulyabani gördüklerini ciddî ciddî iddia ediyorlar. Ama bu kimselerin içten anlatışlarına rağmen sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemiyecek olanlar da var. Bu gibilerinin ansızın kuruntuya kapılıp görülmeyeni gördüklerine hükmetmekte tereddüdüm yoktur. Basın serbestliği çıkalı «ispir-tizm^» ya ve ruhlarla konuşmalara dair birçok eserler yayınlandı. Acayip şeylere karşı daima merak duyan halk bu eserlerden bekledikleri iç ferahlığına erişemediler. Arkadan «Nat Pinkerton» yetişti. İşlerinin çerçevesi pek de peri işinden geri kalmayan bu Amerikalı, hayalden çıkma hafiye ustasından sonra basın alanına bir gulyabani de ben salıversem, zaten siyaset ve kriz patırdı-ları içinde yorgun düşen okuyucularımın zihinlerini büsbütün karıştırmış olmaz mıyım? Hanımefendi! Romanlar hakkında ileri sürmüş olduğunuz kısa, ama faydalı düşüncelerin de bir okuma sonucu olduğu görülüyor. Hanım okuyucularımın içinde sizin gibi akıllı kimselerin bulunduğunu görmek bendenizce gerçekten övünülecek, sevinilecek bir şeydir. Tavsiyenize uyarak masalı şimdiki romanlar derecesine çıkarmaya, yahut romanı — özünü değiştirmeksizin — masal derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser geldi. Bu hikâyede gariplikler ve tabiat üstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve ögrünüşte bir gulyabaniyle bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, paiırdılar oluyor gibi gelirdi.

Kendi kendime: — İşte periler geldi. Roman müsveddeleri içinde, onlar için yazılanlardan memnun olmadıkları sayfaları alıp götürüyorlar, derdim. Sabahleyin kalkınca ilk işim acele müsveddelerimi saymak olurdu. Bütün kâğıtlarımı numara sırasiyle tamam bulunca, «Oh! hele dokunmamışlar» diye geniş bir nefes alırdım. Hikâyeme ilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz. Zaten dev, gulyabani, çarşambakarısı gibi halkm hayalinden çıkma acayiplikler bilgi ve teknik sınırları içine alınamaz. Bunların yakalarından tutup da bir ameliyat odasından, bir atelyeden içeriye sokmak, bir fizyolojistin, bir kimyagerin, bir operatörün, bir bilginin veya fen adamının karşısına çıkarmak kabil olsa soyları, sopları, asılları fasılları, ıcıklari, cıcıkları hakkında kesin biîgi ediniriz. Halk arasında onların lehinde veya aleyhinde dolaşan lâkırdılara artık bir son verilirdi. İlim, konularını yerin dibine inerek, göklere çıkarak, teleskoplarla, mikroskoplarla her yerde, her zerrede arıyor. Bu acayip yaratıkların, bu yaban’lerin aslı olsa elbette bunlardan birini çalyaka eder, üzerlerinde mikropla aşılama yaptığı tavşanlar, fareler gibi kafese kordu. Ah Hanımnmecis’i?T(… Dürbünlerden, kodak makinelerinden, her tür’ü teknik kovlamalardan kaçan eıılyabaniyi bu âciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gölünüzün önüne koyabi’sceğim? Bendenize pek güç bir vazife yüklüyorsunuz. Ama siazel hatırınız için, işte bu imkânsız şeyin üstüne saldırıyorum. Şu hikâyemde tabiatın üstünde yaratıklarla sizi görüştüreceğim. Başka memleketler romancılarmca sürümü sağlamak için edebiyat gücü yeter bulunur. Lâkin bizde sürüme ulaşmak için «huddam sahibi» olmak gerekiyor.

Teknik ve ciddî ilim adamlarının tenkitlerim ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevî âlemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Romanjıir. gariplik^pjtljaım^lnıaklajberaber yirminci_medeniy_et yüzyılının “zihinler için seçtiği akla^ uygun şuurlar içinde son bulacak. Hamm¥ine7~a7TedersinTz.i'”Beniçok sıktınız. Ama buna da eyvallah… Peki, dediğiniz gibi olsun. Hikâyenin sizi heyecana düşürecek kadar meraklı olmasını istiyorsunuz. Bazı sayfalarda eğer çarpıntınızın şiddetinden tandır mangalını devirmez, ya da bozayı üstünüze dökmezseniz her türlü azarınıza razıyım. Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak. ^ Baki saygılar… Hüseyin Rahmi I MUHSİNE HANIM Su saf, saygıdeğer kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimeni tırtıl oyalı koyu şarap rengi yemenisiyle parlak dikişli lâcivert lâhuraki’den geniş hırkasiyle etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir. Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Ama yuvarlaklıkları ortalarına doğru iğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üstüne rastık şerbeti gezdirmek, gerdanında, yanakta, renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz gözkapaklarmı sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıkta emekliye çıktıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu. Kocası Hasan Efendi’ye gönül okşayıcı görünmek isteğinden gelen bu hoppalıklarına karşı takılmaktan kendilerini alamayan komşu Hanımlarına: — Kardeşler, virane evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur… diye karşılık verirdi. Onun etli vücuduyla romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye «of» diyerek: — Bana da yer açın, cadalozlar! şakasıyla tandır başında bir yer alışı vardı.

Cuma ve pazartesi geceleri, kışın, Aksaray’daki evimizde bir boza partisi verilirdi. Partinin ruhu, en güzel konuşanı, en tatlı hikayecisi Muhsine Hanımdı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendisine karşı bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini mahsustan değiştirir, en sonra gelir, ondan yoksun kalacağız tasasıyla bir zaman yüreklerimizi oynatırdı. Tam ümidimiz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı «tak» ederdi. Kocası Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelen onlar olduğunu hep anlar, bütün masala susamış çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince: — Hacı, pek gecikme. diye tembih ederek kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iki sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam işi eski çarşafının yukarı kısmını omuzundan aşağıya atarak, eteklerine basa basa, yuvar yuvar yürür, hemen koltuklayıp tâlidir başındaki, sayılan kimselere mahsus yerine oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyiş içinde onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı Hanım, kendini ağır satmak için çeşitli nazlanmalardan sonra: — Bu gece hunnağım var, yutkunamıyorum, halim yok. Bu akşam da siz söyleyin, ben dinleyeyim, nazlarından ve birçok ricadan sonra bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi. Boza’nm mezesi olan leblebilerini dudaklarının ortasından başlayarak alt-üst çenelerinden ibaret yüz kısmını buruşturarak o değişmez orta nokta çevresinde dolaştıra do-laştıra, yüzünü tuhaf tuhaf buruşturarak biraz göz süzüklü-ğüyle başlardı. Hikâyenin heyecan verici yerlerinde başıyla beraber kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış ufacık armuda benzeyen Mevlevi Sikkeleri biçimindeki gümüş küpeleri heybetli bir şekilde titrerdi. Onun hikâyeleri içinde en meşhuru, en meraklısı Gul-yabani olayıydı.

Bu, bir masal değil, olmuş bir şey, gençliğinde Muhsine Hanım’m uğradığı acayip ve üzücü bir maceraydı. Bunu kendisinden dinlediğim gibi anlatacağım. Ama, anlatanın arı ve duru dili, olayın anlatılan satırlara bütün incelikleriyle geçirilmesine elverişli olmadığı için, lüzum görüldükçe asılda olmayan özel terimleri kullanmak zorunda kalacağımı söylemeye mecburum. Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye dilimle yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak olan okuyucularımın itirazlarına karşı bunu söylemeye lüzum gördüm. İşte olay: AĞLATICI BİR YOL Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı: — Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabbim saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim, ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fıkaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes haline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pul-ladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı.

O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrının günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken, bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanma kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti. Taze dul kaldım. İsteyenler çok oldu. Ama kocadan canım yandı. Şimdiki kocam Hacı’yı buluncaya kadar neler çektim, neler… Bir zaman ‘kimseye varmadım. Elde yok, avuçta yok. Neyle geçineyim? Sığındığım el evlerinde insanı kırk yıl isterler mi? Bir kibar konağında hizmetçiliğe gitmeye karar verdim.

Öyle bir yer bulundu. Haftasında Beyefendi beni merdiven aralığında sıkıştırdı. Kaçayım diyorum, herif izbandut gibi kuvvetli, kollarının arasından kurtulamıyorum. Bağırsan, çağırsan olmaz. Neyse, helâli hoş olmasın, Beyefendi benden birkaç öpücük aldı. Ertesi günü oradan tası tarağı topladım, kaçtım. Gene öyle, iki elim böğrümde, açıkta kaldım. Bir zaman daha orada burada süründükten sonra benim küçüklüğümü tanıyan ana dostu bir Ayşe Hanım vardı. Geldi, beni buldu. Yüzümü gözümü ok-şayıp öperek dedi ki: — Kızım, senin bu yaşta böyle kimsesizliğine, yoksulluğuna yüreğim parçalanıyor. Sana uygun bir yer buldum, gider misin? — Temiz, namuslu bir yer olduktan sonra niçin gitme-yeyim anacığım? — A… namuslarına yerden göğe kadar kefilim. Aylık da gayet boldur. Görülecek iş de yok, ama… — Eeey, aması ne oluyor? — Sana verecek bazı nasihatlerim var. Bunlardan bir harf dışarıya çıkmayacaksın. — Eğer istediğim gibi bir kapıysa vereceğin tembihlerden dışarıya çıkmam, inan.

— Bu gideceğin yerde bir gözünü kör, bir kulağını sağır edeceksin. Göreceğin şeylerin aslını öğrenmek merakına kalkışmayacaksın. Elinde olmadan sezdiklerini dışarıya açıklamayacaksın. Onlar parada pulda değil. Gayet emniyetli bir kadın arıyorlar. Dişini sıkar da oturur, kendini onlara beğendirip emniyetlerini kazanabilirsen birkaç yıl içinde oradan zengin olup çıkarsın. Bir ev ^4ıp başçağızmı sokarsın. Bir yurdun olduktan sonra bekâr dikişi diksen geçinip gidersin. — Ay, korkarım. Orası öyle pek esrarlı bir yer mi? — Bak şimdiden merak etmeye başladın. Nene lâzım senin, âlemin esrarı? . * — Ah anacığım, merak etmemek insanın elinde mi? İnsan mı öldürüyorlar, hırsızlık mı yapıyorlar? Orası bir batakhane midir? ¦ ¦• — Çılgın, şimdi ağzına tokadı vururum. Aklına getirdiğin şeylere bak. Ben seni hiç öyle yerlere götürür müyüm? Bunlar gayet zengin, pek terbiyeli, çok kişizade insanlar. Terbiyeli, tedbirli, ağzı sıkı, aklı başında bir hizmetçi arıyorlar.

— O kadar ağzı sıkı olmaya neden lüzum var? — Bazı kibar konaklarında içerideki şeylerin dışarıya sızdığını istemezler. Çalçene birtakım mahalle karıları hizmetçiyiz diye oraya buraya gidiyorlar. Aldıklarını, bulduklarını rasgele yerde söyleyerek lâkırdı tellâllığı ediyorlar, bu dediğim yerde bu türlü eaçaron istemiyorlar. İş bundan ibaret. — Bu konak nerede? — Üsküdar’dan biraz ötede. — A, demek denizaşırı… — Acemistan’a gidecek değilsin kızım. Üsküdar nerede? Şuracıkta, burnumuzun dibinde. Sana hem yağlı bir kapı bulmalı, hem de semt mi beğendirmeli? Boğaziçi’ne, Bulgurlu’ya gitmeyiz diyen Arap aşçılar gibi sen de ahmaklık etme. Her hallerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençeyle (1) halayıklığa satmıyorum ya? Yıkan, temizlen, arlan, paklan, en yeni esvabını giy. Şöyle ağırbaşlı, terendez, cilasın gibi hizmetçi haline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hizmetçi ısmarladılar.

Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin. Sonra bana dua edersin. Ayşe Hanım’m bu inandırıcı sözleri ve ricaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim. Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı’-na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım’dan sordum. — Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söylemeye mecbur değilim. cevabını verdi. Üsküdar’a çıktık. O tarihte Üsküdar’da şimdiki faytonlar, talikalar yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş ve her tarafı pencereli, karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı.

Ayşe Hanım beni bir kenara çekti: — Sen burada dur. dedikten sonra gitti. Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tuttuğunu işitemedim. Biz, yan yana, yuvarlak, antika bir çekmeceye benzeyen bu arabaya kurulduk. (1) Pençe: esir satışlarında, satış beratının altına imza yerine bastırılan avuç mühürü. Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk. Ekmek, peynir aldık. — Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu? Yahut pek uzak mı gideceğiz? — Aman, kırk merak karı, sus. Adım başında bana âhi-ret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım. dedi. Ben, Üsküdar’ı ömrümde ilk defa görüyordum. Çarşıyı geçtik.

Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye rastladık. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez, git git bitmez. Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı. Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önünde eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu. «Allah şefaatine kavuştursun» duasıyla ellerini yüzüne sürdü. Ben de Rab-bim kabul etsin, namaz surelerinden bildiklerimi okudum. Gene yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan iniyorduk.

Arada bir öküz arabasına, atlı, eşekli adamlara rastlıyorduk. Arabada sal-lana sallana içim bağrım birbirine karıştı: — Daha çok var mı? diye sordum. Ayşe Hanım’ın susmasına rağmen arabacı: — Dur bakalım, daha yola yeni düzüldük. cevabıyla korkumu artırdı. Artık gide gide insana değil, ine, cine bile rastlamaz olduk. Gözlerimizin önünde dağlar, tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları… Bu karı acaba beni nerelere götürüyordu? Benim ona sorduğum suallere cevaba karşılık Ayşe Hanım hafiften: «Açıl dağlar, açıl., yâri göreyim» nakaratlı bir şarkı tutturdu. O söylüyor, ben göz yaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum. Hayvan yoruluyor, arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum. Ayşe Hanım kızdı: — Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlamaya sıkılmıyor musun? «Merhametten maraz hasıl olur» derler ya, çok doğru bir lâ-kırdıymış. Artık bir kere yola çıktık. Ağlasan da gideceğiz, bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim.

Geri dönmek olmaz. Bu paraları kimden alacağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme. diye beni azarladı. O ıssız yerlerde ağlamak, sızlamak ne para eder? Bir etrafıma bakındım, tamamıyla bu kadının elinde, insafına kalmış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kaybolmuştu. Bir zaman daha gittik. Uzaktan bir köy gölündü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim. Bu telâşımı gören Ayşe Hanım alaylı bir gülüşle: — Muhsine, deliliği bırak, Sen çağda taze bir kadın, tek başına bu ıssız yerlerde o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer sanma. Orası bir saat sürer.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir