Huseyin Rahmi Gurpinar – iffet

Bu roman kanunsuz olarak çok defalar basıldı. Bu memlekette öyle çağlar yaşadık ki dimağınızın bütün yeteneğiyle, çabasıyla candan çalışarak ortaya koyduğunuz eseri gözünüzün önünde basarlar, satarlardı. Bir şey yapamazdınız. Davaya kalksanız siz haksız çıkardınız. Çünkü kitap yazmak cinayetlerin en büyüğü idi. Yazar her yerde hor görülür ve ezilirdi. Yalnız onun aleyhine çıkan sözler dinlenirdi. İffet, birçok hırsızlarına altın para altı yüz liradan çok kazandırmış; yazar, eserin tefrika edildiği gazeteden ancak sekiz yüz elli kuruş kalem ücreti almıştır. Çalanlar da, en «meşru» haklarından yoksun kalanlar da hep bir karış toprağa doğru yürüyoruz. Günah sevap, haram helâl her şey iğrenç cesetle birlikte örtülüyor. Dünyada hırsızlığın türlü biçimlerine derece bulunamıyacağı gibi ahrette de mezara götürdüğümüz kalıbı ne ile beslemiş olduğumuzun sorulacağını sanamam. Kaptırılmış bir haktan, bunca yıl sonra, söz etmek büyük bir saflıktır. Biliyorum. Lâkin bu son baskısı dolayısıyle hikâyemin de hikâyesinden dert yanmak için hırçınlanan kalemimi durduramadım. Olup bitenleri açıklamaya kalkışsam «İffet»ten daha acıklı bir hikâye olur.


O zamanın çapulcularına değgin pek acı anılan bunaltıcı bir gıcıkla işte yine yutuyorum. *** İffet’in birinci önsözünün altında 5 mayıs 1312 (18 mayıs 1896) tarihini okuyorum. O zamanın kundağa sarılı bebekleri bugün erişkinlik çağına girmiş bulunuyorlar. Ne hızlı bir fırıldağın üzerinde dönüyoruz? Sonsuzluğun bağrında bu ne uçuştur! Bu dönüşü duymadan, mantar kesilen her ağaç gibi, yıpranıyoruz. Nerden geldiğimizi bilmiyoruz. Fakat nereye gittiğimizi söylemeye hacet yok. «İffet» in bugün otuz bir yaşına girmiş satırlarını yazdığım o günlerde ben de bu hikâyenin kahramanları arasına karışmış bir gençtim. Şimdi o zamanki bana andırır hiç bir yeri kalmayan bir ihtiyarım. Bugünün genci! Gençlik pek kısa süren ve ancak bir kez görülen bir düştür. Onun aldatışından uyandığın zaman uçurumun kenarında dönen basını iki elinin arasına sıkarak düşüneceksin. Gözlerinin önünde su gibi akan, feleğin çevirdiği bu sinema şeridinin karşısında hayatının tatlı ve acı demlerini anarak derin üzüntülere düşeceksin. Pek bayağı bir anlayışla. mutluluk saydığımız bu uzun ömürden bize kalan şey ancak bu anılardır. Sabah, öğle, akşam… Oyunun sonundasın. Ömrün pek parlak renkler içinde batmıyor.

Hayatın bütün üzüntüleri o noktaya toplanarak seninle birlikte sönüyor. *** Her şey bu burgaçla birlikte koşuyor: Kanunlar, prensipler, düşünceler, anlayışlar, diller, biçimler… Üslûbumuzun uğradığı otuz bir yıllık değişikliğe, «İffet» in o zamanın çeşnisini gösteren satırlar bugün pek güzel bir ölçü olabilir. Bugünün genci ! Otuz bir yıl sonra senin de dimağın ve eserin yenilerin gözünde böyle bir yıkıntı görünüşüne dönecek… Zaman yeniyi doğurmak için eskiyi bütün öfkesiyle öldürüyor. Üzerinde yaşadığımız gülle uzayda bir top mermisinden yetmiş üç kez daha hızla uçuyor. Bu uçuşu tasarlamaya dahi zihinlerimizin gücü yetmiyor. Bu trenin durağı yok. O, varlığımızın üzerindeki etkisini her an işliyor. Her an bütün zerrelerimizle onun değiştirici gücüne bağlıyız. Bizi durağımıza koşturan bu yolculuğun sonunda altmış, yetmiş yılın, tıpkı çocukların ellerinde gördüğümüz fırıldakların dönüşleri gibi, altmış yetmiş saniyeden farkı yok. Hikâyeyi okuyunuz. Olay acıklıdır. Gençliğin tertemiz, içten çırpıntılarıyla yazılmıştır. Dün ile bugünün üslûp ayrımını, tasarlayış ve düşünüşlerini karşılaştırarak okuyunuz. İrademle güçleri bulunanlar eski şeyler, yenilerden daha çok düşündürürler. Onun için müze salonlarında derin düşüncelere dalarak dolaşırız.

Bugünün taze eserlerinin değerleri, ancak yarının camlı dolaplarında tutacaklar yerlerle belirecektir. Ruhunun, aydın bilincinin bütün sıcaklığıyla hayatın ilk heyecanlar içinde ülkü anıtını yaratmaya uğraşan bugünün genci ! Otuz yıl sonraki turfandalar arasında eski kalacak yapıtına böyle bir önsözle yeni yama vurmak başarısını senin için de dilerim. *** Zaman, bilginlerin bilgini eşsiz bir felsefe profesörüdür. Yargılarında şaşmaz. Yürüyüşünü değiştirmez, acıma ve yufka yüreklilik bilmez. Kimi kez uyar görünür; fakat anı gelince sillesini indirir. Bilgece derslerinden uslanma bir yana; biz onunla zıtlaşmaya kalkarız. Yararımıza apayrı bir işlem yapmasını bekleriz. Olmazsa onun aman dinlemez kuvvetine karşı gelmeye uğraşır, baş kaldırırız… Bu hikayede şöyle bir mezar taşı yazısı vardı: Geçme ey zâir görüp de sengimi Sanma âzade bu yerden kendini Rikkat üe bak da bana ibret al Öğren o çarh-ı deninin rengini Bugünkü düzyazı diline çevrilince şöyle olur: Ey ziyâretçi, taşımı görüp de geçme. Kendini bu yerden kurtulmuş sanma. İnce duygularla bana bak da ibret al. O alçak çarkın (feleğin, dünyanın) rengini öğren. Romanın yayımı tarihinde sansör bu mezar taşı yazıtından son iki mısraını çıkarmıştı ki şimdi ben yine ekliyorum: Gezdirir eğlendirir bir dem fakat İçirir ahir şarab-ı bengini O çağı yaşamış olanlar, ahlâka, siyasete, dine dokunmayan bu iki mısraı sansörün hangi düşünceye dayanarak çizmiş olduğunu kavramakta güçlük çekerler. Şimdi güç seçilen bu sakınca, o tarihte tehlikeli bir suç sayılırdı. O zaman Türklerin başında (Zıtullahı fi’l arz = yeryüzünde Tanrı gölgesi) diye anılan Tanrısal bir «gazap» vardı.

Tanrıya benzetilmesi yüzünden bu adam kendisinin olumsuz olduğunu kurard ı. Onun, zencirli delileri utandıracak türlü türlü kuruntularının acılar altında bu yurt inleye inleye can çekişirken o, vaktinin önemli kısmını gazetelerde, kitaplarda durmadan kendisine karşı düzenlenmiş « ihamlar» (İham, birisine dokunmak, çatmak için iki anlama gelen kelimelerden yararlanmakla yapılan söz oyunudur.), simgeler aramakla geçirirdi. Ürktüğü bir tek kelime yüzünden, Tanrı korusun, kimi kez birkaç suçsuz ev bark yıkılır giderdi. Sansürün çıkardığı iki mısra ona: bugün ne denli büyük bir buyurgan egemen olsan yarın «mutlaka» can vereceksin, gerçeğini hatırlatıyordu. İnsanlığın bu çocukça kuruntuları ne gülünçtür. Öldürmeğe uğraştığı gerçek, onun varlığını dünyadan kaldırdı. Şimdi olü gövdesi, büyük babasının, üzerine demir kapaklar çevrilmiş türbesinde hapsolunmuş çürüyor. Bu türbenin önünden geçen her Türkün ona okuyacağı fatiha şu: Aman ya Rabbi bu adam ölmemek için ne kadar çok insan öldürttüydü!. Heybeli Ada, 6 şubat 1927 Hüseyin Rahmi ÖNSÖZ Gerçekçiler mesleğine uymaya uğraşıp «Zola» yı kendilerine önder sayan genç yazarlar bu romanda hayatın bayağılıklarına değinen uzun uzadı ayrıntılara rastlayamayacaklarından dolayı belki yazarına karşı kınama «tenezzülünde» bulunurlar. Edebiyatımızı Fransız edebiyatıyla oranlamaya kalkışmak, ölçü bakımından, Marmara ile Okyanus’u bir sanmak derecesinde aşırı, ölçü dışı bir yanlışlık olur. Sefiller’in Jermina’lardan, La Dam o Kamelya’ların Nana’lardan önce yazıldıklarına bakılır ve Güneşin bir ülkenin doğusundan yüzünü göstermedikçe göğün en yüce doruğu olan başucuna yükselmeyeceği düşünülürse Reafizm’e uygun bir yer hazırlamak için işe hiç olmazsa romantikliği okşar ılımlı bir yoldan girişmek gerekeceğinde hiç bir uzdüşünür, hiç bir insaflı kişi duraksamaz. Böyle düşünerek şu doğal düzene uyduğumuzdan dolayı kınamaya uğrayamayacağımızı sanarım: Fransa’nın eski ünlü ozanlarından Boileu’nun: «Kimi gerçek olur ki gerçeğe benzemez» anlamındaki ünlü mısraı uyarınca bir olayın pek az görülenlerden olması gerçekliğini bozamaz. Bununla birlikte bu romana temel olanlar başından sonuna değin gerçektir. Saklanmadan söylenmesi gereken bir eksiği varsa o da yazarının tüm beceriksizliğidir.

Aksaray 5 mayıs 1312 ( 18 mayıs 1896) I 13OO yılı eylülü ortalarına (1884 eylülü sonlarına) doğru bir perşembe günü idi. Saat yedi buçuk sıralarnda bardaklardan boşanır gibi sağanaklarla başlayan bir yağmur, tufana benzeyen selleri, kıyamet gürültülerini andıran korkunç şimşek gümbürtüleriyle damları, sokakları su içinde bırakıp her yanı sardıktan iki saat sonra dinmeye yüz tutmuştu. Yağmurun dinmesinden sonra gökteki bulutlar merkezlerine doğru koyu sincap renginde ve çevrelerine doğru kar gibi beyaz iri yığınlara ayrılarak yoğunluklarını yavaş yavaş yitirip bin türlü «azametli» biçimlerle boşluğa doğru uçuştuklarından göğün lâcivertliği oradan buradan gülümsemeye başlamıştı. İnsan, parçası bulunduğu doğanın gösterdiği gülümsemelerle gülümseyen; gene o dönek annenin sert kızgınlıklarıyla üzülen, umutsuzlaşan, çabuk etkilenen güçsüz bir yaratıktır. İnsanın her günü, içine doğduğu bu görünüş alanının, arasında girdiği karmakarışık evrenin; kokladığı havanın yarattığı nimetleriyle, ya da uğursuz soğuğuyla karşılaştığı için midir, nedir bilmem? Gönlüm rüzgârın dönekliğine uyarak pek çabuk değişir ve etkilenir. Doğanın az bir süre önceki coşkunluğu, taşkınlığı, kıyameti andıran gümbürtüleriyle titreyen, korkan vücudumdaki üzücü yorgunluğu gidermek için Topkapı, Yedikule ve Marmarayı baştan başa gören yazı odamın penceresine dayanarak temaşaya daldım. Yağmur damları temizlemiş, boşanan seller sokakları süpürmüş olduğundan kiremitler, taşlar güleç bir temizlikle sanki bakanın yüzüne gülüyordu. Bir iki saattir sudan kırbaçlar altında hırpalanarak kendilerine bir barınak arar gibi sağa sola çırpınan ağaçların yaprakları birkaç aydan beridir yüzlerini kaplayan tozdan kurtularak üzerlerinden henüz uçmamış bulunan su damlalarıyle güneşe karşı -zümrütleri, pırlantaları donuk bırakacakpırıltılar göstermekte idi. Her ağaç yaprağının, nemli yüzüyle güneşe benzemeye çalışır gibi parıl parıl olduğu şu anda, rüzgâr biraz önceki sertliğinden pişmanlığını gösterir bir tatlı esişle pırıltılı, yeşil atlaslara bürünmüş sanılan ağaçları okşarcasına kıpırdatmaya başladı. Nazlı nazlı sallanan dalların kimilerinden ara sıra bir elmas parçası yuvarlanarak hızla düşerken kaygılı titreyişlerle birkaç kez daha parladıktan sonra yokluğa düşen bir güzellik, birden sönen bir umut gibi toprağın karnına giriyor; ya da biri büyük, öbürü küçük; ikisi de hayatın anası olan iki kürre gibi birbirine karışıyordu. Esen o hafif rüzgâr gökte ululukla uçuşan bulutları yavaş yavaş şehrin batısına doğru sürüp götürdü. Bir süre sonra ortada buluttan iz kalmadı. Hava o denli açıldı, yer o denli gülümsemeye başladı ki kendimde dahi bulunduğum odaya sığamamak derecesinde bir iç açılması duydum. Uzaktan uzağa mavi sislerle örtülü görünen kırların -gökle denizin kucaklaştığı noktalarda gözün güç seçebileceği en ince, en uçuk renkler, parlak dalgalar içinde, gökten su yüzüne dökülmüş birer cennet parçası gibi hayal meyal görülen- Marmara adalarının, daha doğrusu gözüken ufkun ardında gönlümün, zihnimin hayal ettiği cennetleri temaşa etmek için bakışlarım o sınırlı daireyi delip geçmeyi çocukça ister oldu. Erişilmez bir isteğin arkasından uçan kanadı kırık bir kuş gibi ufuktan ufuğa umutsuzca ve serserice dolaşmaya başladı.

Gönlüm bu acıklı özlemde, bakışım bu madde evreninin dışında kendine bir uğraşma aracı aramakta iken odamın kapısı tık tık, daha doğrusu güm güm vuruldu. Daldığım o tatlı hayallerden, uykudan uyanır gibi ayrıldım. Kapımı böyle hızlıca vuranın kim olduğunu anlamak üzere: «Kimdir o?» diye seslendim. Dışardan: «Efendim müsaade var mı?» cümlesi işitildi. Gelen sesi tanıdım; hemen ayağa kalkıp: «Buyurun! » dedim. Pek sevgili arkadaşlarımdan doktor «N» Bey içeri girdi. Yadırgayan bir yüzle dedi ki: — Yahu, dalınç (istiğrak) âleminde misin, nesin? Dört beş defa parmaklarımın ucuyla tık tık kapıyı vurdum. Hiç bir cevap alamadım. En sonunda yumruğumla güm güm vurmak zorunda kaldım. Bu ne dalgınlık kardeş! Ben gülerek: — Deminki gürültülerden zihnim, vücudum pek sıkılıp yorulmuştu da o can sıkıntısından kurtulmak için şimdi pencereden evreni seyrediyordum. — Şaşılacak şey! Sizin pencereden evren mi görünüyor? Senin şaşakaldığın bu odadan kendi kendime yarım saat otursam, Tanrı bilir, can sıkıntısından aklımı bozarım. Hey gidi romancılık! Hey gidi şairlik! Biraz yağmur yağdı, yapraklar falan parıldadı ya, artık tutkun gözlerinizi bu manzaradan bir türlü ayıramazsınız. Göğe, yere, denize bakıp bakıp türlü hayallere dalarsınız. İşitilmedik yalanlar uydurmağa uğraşırsınız. Şu ağaca bir kuş konup da iki kez cik cik dese o kuşa hemen üzüntülü kuş, bilmem ne diye bir ad takarak o cıvıltıyı Cennetten tatlı sesler diye nitelemeyi düşünürsünüz.

Rüzgâr dokunup da bir ağacı sallasa, gökten bir bulut geçse size sayfalarla yazı yazmak için sermaye olur. Yanınızda bir kuzunun melemeye, bir kuşun ötmeye, bir ineğin böğürmeye yetkisi yok! Nedir bu efendim? Doktor, bu kınamaları yarı şaka, yan ciddî bir tavırla yapıyordu. Ben gene gülmeyi bozmayarak dedim ki: — O… Doktor! bugün pek kızgınsınız. Henüz bir soluk almadan, oturmadan, gelir gelmez bu ne çok kınama? Gene sizi bir yerde kızdırmış olmalılar. Doktorlar için bu kadar sinirlilik iyi değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir