James L. Barton – Türkiye’de Gündoğumu

Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen devrimle ilgili popüler havayı yakalamak için yazılmadı. Son bölüm hariç bütün bölümler, 24 Haziran 1908’den önce yazıldı. Eserin tamamı o vakte kadar çoktan hazırlanmıştı. Burada kullanılan malzemelerin çoğu Andover Papaz Okulu’ndaki Heyde Lecture Kursu’nda ve Chicago İlahiyat Papaz Okulu’ndaki Alden Lecture Kursu’nda kullanılmıştı. Türkiye ve Anayasa başlıklı bölüm eski rejim yıkıldıktan sonra yazıldı ve Outlook’ta Eylül 1908’de yayımlandı. Bu kitap, Türk İmparatorluğu ve problemleri üzerine yazılmış kapsamlı bir eser değildir. Böyle bir eser, çapı ve kapsamıyla bir ansiklopedi olurdu. Başlangıçtan beri amaç, Türklerle ilgili farklı tarihî, dinî, ırkî, maddî ve ulusal sorunları kısa ve öz olarak ortaya koymaktı. Yenilikler kazara gelmez. Türkiye’deki [1] bu ahlaki ve siyasi devrim de tesadüf değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nda son yüzyılda insanların dinî, entelektüel ve sosyal hayatlarına yeni düşüncelerin girişini ve gelişimini izleyen birisi için, neredeyse kansız bir şekilde gerçekleşen mevcut devrim asla bir sır olarak kalmayacaktır. Bu, verimli topraklara ekilmiş zekânın, doğruluğun ve kutsal gayretin tohumlarının meyvesidir ve şimdi bu tohumlar meyvesini kendi türünden vermektedir. J. L. B.


Boston, Aralık 1908 “Doğuluların gerçek düşüncesini öğrenmek isteyen Batılıların önünde duran engellerden biri Avrupalıların, özellikle resmî bir görevliyse, daima aceleci olmalarıdır. Batılı “Eğer Doğulu’nun bana söyleyeceği bir şey varsa, neden hemen söyleyip de gitmez.” diye düşünür. “Ben dikkatli bir şekilde dinlemeye hazırım. Benim zamanım değerli ve yapacak başka işlerim var. Bu yüzden, ondan derhal konuya girmesini istemeliyim” diye düşünür. Böyle bir yaklaşım, eğer gerçeğe ulaşmak istiyorsanız, sizin için vahimdir. Eğer amacınıza ulaşmak istiyorsanız, Doğulunun hikâyesini anlatmasına ve fikirlerini kendi yöntemine göre ortaya koymasına müsaade etmelisiniz. Ve kendi yöntemi, genellikle uzun, dolambaçlı ve son derece karmaşıktır. Ancak eğer dinleme zahmetine katlanırsanız, bunun karşılığında bazen ödülünüzü cömertçe alırsınız. Bir seferinde yüksek makamdaki bir Müslüman yetkiliye, Şeriat değişmediği halde nasıl olup da din değiştiren bir kimsenin artık idam edilmediğini sordum. Cevabının safsatası bir İspanyol Engizisyon görevlisine rahmet okutacak cinstendi: “Kadı, kanunda herhangi bir değişikliği kabul etmez. Din değiştirme durumunda, kanuna göre ölüm kararını verir. Ancak bu hükmü uygulamak seküler yetkililerin işidir. Onlar vazifelerini yapmazlarsa, kanuna uymamanın günahı onlaradır” dedi.

Din değiştirme olayı son derece nadirdir; ancak Mısır’daki görevim sırasında, Amerikalı misyonerler vesilesiyle Hıristiyanlığı kabul etmiş Müslümanlara kötü davranılmasını engellemek için, bir ya da iki sefer müdahalede bulunmak zorunda kaldım. Sosyal bir sistem olarak İslam’ın başarısız olmasının pek çok sebebi vardır. İlki ve en önemlisi, İslam’ın, kadını dikkat çekici bir şekilde aşağı bir pozisyonda tutmasıdır. İkincisi, Kuran’ın değil, ama onun etrafında oluşmuş geleneğin, dini ve kanunu birbirinden ayrılmaz ve değişmez bir bütün halinde kristalize etmesidir. Bu durum, sosyal sistemden bütün esnekliğin alınması sonucunu doğuruyor. Bugün bir Mısırlı, bir vasiyetnameyle ilgili bir konuda, kanuna başvurursa, onun durumu VII. yüzyılda Arap yarımadasındaki ilkel toplumlara uygulanan antik ilkelere göre değerlendirilir.” LORD CROMER, “Modern Mısır” Giriş Hiçbir ülkeyi siyasi, entelektüel, endüstriyel ve dinî bakımlardan anlamak, Türk İmparatorluğu’nu anlamak kadar zor değildir. Bu zorluk, bu konulardan birini anlamadan diğerini anlamanın imkânsız olduğu gerçeğiyle daha da çetrefilleşir. Bu durum, seyyahlar tarafından yapılan çok farklı yorumların nedenidir. Ülke ve insanların durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen birisi için, ülke hemen hemen anlaşılması imkânsız bir şeydir. Türkiye, diğer tüm ülkelerden neredeyse her yönden farklıdır. Yönetiminin, gerek temel organizasyon ilkeleri, gerekse yönetim modeli açısından bir benzeri yoktur. Dinî inançlarında eşsizdir, eğitim şartları açısından bir örneği yoktur ve ahlakî ve dinî konularda farklıdır. Biz, Hıristiyan ve Hıristiyan olmayan milletler tarafından kabul edilen doğru ve yanlış kavramlarını tartışırız.

Bu kavramlar uluslararası kullanımın temel prensiplerini oluşturur ve bizim uluslararası hukuk dediğimiz şeyi şekillendirir. Genel olarak kabul edilen bu ilkelerin, uluslararası ilişkilerin temeli olarak Türkiye’de kabul göreceğini düşünmek, hayal kırıklığına sebep olur. Türkiye, imparatorluğunda böyle bir gücü tanımaz. Bir milletin başka bir milletle ilişkisinde bir yöneticinin veya kabine üyesinin sözlü taahhüdünü itimada şayan görmek ve nihai karar olarak olmasa bile pazarlığa bir temel olarak almak alışılmış bir şeydir. Bu düşünce, Türkiye’yle olan ilişkilerde akademik ve hayalî bir şey olarak görülüp bir tarafa bırakılmalıdır. Bu gerçekler ışığında, ülke ve ülke tarihi, hükümeti ve yönetim şekli, insanlarının muhtelif dinleri ve bunların bağımsızlıkları hakkında yeterli bilgilere sahip olmadan Türklerin hayatının hiçbir döneminin veya Türklerin işlerinin anlaşılamayacağı açıktır. Türk İmparatorluğu’nda problemleri ve misyonerlik işinin yöntemini ciddi şekilde anlamanın söz konusu olabilmesi için böyle bir bilgi gereklidir. Kitabın bütün bölümleri oldukları haliyle 24 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’nin ilanından birkaç ay önce yazıldı. Yazılanlar son olaylar ışığında tekrar gözden geçirildi ve eski rejimin yıkılması ve yeni rejimin başlamasına yola açan bir ifadenin eklenmesi dışında bir değişikliğe gerek duyulmadı. İşin doğrusu burada sadece geçiş kaydedilebilir. Yeni anayasal hükümet istikrarını henüz göstermedi. “Bu kırkambarı anlamaya çalışırken, imparatorluğun iki önemli ilkesi daima akılda tutulmalıdır. Birincisi Muhammedî ilke: Putperest olmayan insanların, kendilerini askerlik hizmetinden muaf tutan bir cizye karşılığında dinlerini yaşayabilmeleri. İkinci ilke ise, farklı milletleri farklı olarak kabul eden, ancak sultan karşısında siyasî veya dinî bir lider altında olmalarını gerektiren Türk ilkesi. Burada, İngilizlerin ya da Hindistan’daki Moğolların yaptığı gibi bu kadar dini ve ırkı birleştirmeye meyilli bir asimilasyon yoktur.

Neticede bütün bu farklı birimler, dinlerini ve milliyetlerini tutan bağlar kopar kopmaz parçalara ayrılacak, itici bir şekilde birbirini tutan bir yığın oluştururlar.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir