Ismail Cem – Turkiye Uzerine Arastirmalar

Güneş, ortalığı yakıyordu, terletmeden kavuruyordu insanı, bitiriyordu. Diyarbakır’ın sapa bir köyünde, dört direğin üzerine tutturulmuş bir dam bozuntusunun altındaydık. Köylülerden biri bozuk Türkçesiyle konuşurken ötekiler yere bakıyordu. Çocukların ilk ürkekliği geçmiş, büyüklerin yanına yaklaşmış, yabancı adamları izliyorlardı. Ve köylü anlatıyordu: “Güneş daha doğmamıştı. Büyük bir gürültüyle uyandım. Evden dışarı bakarken iki komando askeri yakama yapışıp beni köyün ortasına fırlattı, öteki evlerden de insanlar çıkarıldı. Hepimiz bir küme olduk. Sonra kadınları başka bir kümede topladılar. Bizi sıra dayağına çekiyorlardı. ‘Getirin gizlediğiniz silâhları’ diyorlardı. ‘Barzani’nin köpekleri’ diyorlardı. Hepimizi çırılçıplak etmişler, vur Allah vuruyorlardı…” *** Doğu Anadolu’nun (X) mevkiinde bâzı komando birliklerinin bulunduğu bir yer vardır. Bu yerin yakınında bir köy. Bu köyde, Doğu’nun dört ilinin hemen tüm köyleri gibi “toplu arama” yapılmış, silâh bulunmuştur; yukarıdakine benzer usullerle.


Sonra, bir süre sonra, o köylüler komando birliğinin akaryakıt deposunu kundaklayıp havaya uçurmuş, bölgedeki ağanın motopomp tesislerini tahrip etmiştir. Olaydan bir gün sonra, gazeteci bir arkadaşın bürosundan, bölgenin resmi sorumlusuyla telefonda görüşüyorduk. “Olay doğrudur” diyordu bu sorumlu. “Fakat yazarsanız tekzip ettiririm.” Doğu Anadolu’da rüzgâr ekenler, fırtına biçmeye başlamışlardı bile… *** Doğu’da görüştüğüm Vali, Belediye Başkanı, Savcı ve resmi yetkililere, toprak ağalarına, gazetecilere hattâ eski ve yeni “Milli Emniyet” görevlilerine aynı soruyu sordum: Nedir bu komando harekâtı? Nasıl başlatılmış, nasıl yürütülmüş, yol açtığı olaylar nasıl değerlendirilmiştir? Biz, ne de olsa İstanbulluyduk. Müze bekçisini vurduğu iddia edilen Alman soyguncunun polis falakası yedikten sonra çekilmiş fotoğrafına bakınca yüreğimiz cız etmişti; karakolda dövülen vatandaşın resmini gazeteye poz poz basar, fazla ileri giden polisin karakolunu başına yıkardık. Doğu’da olanlarla ilgilenmiyor, çoğu resmi çevrede belirtilen “Doğulu ancak sopadan anlar” görüşüne biz de mi katılıyorduk? Hasan Pulur’un geçenlerde yazdığı gibi, “Görmesek de, gitmesek de bizim olduğunu sandığımız” köyler, “aslında bizim değil miydi yoksa?” Gerçekten de, bir süredir Doğu’dan son derece düşündürücü haberler geliyordu. Eşkıya avlamak ve silâh toplamak üzere geniş bir komando harekâtına girişilmiş, köyler taranmaya başlanmıştı. Yedi Doğu ilini kapsayan bu “toplu köy aramaları,” Bakanlar Kurulu’nun 18 Ağustos 1969 tarihli bir kararnamesine dayanmaktaydı. Önceleri arama seyyar jandarma birlikleri tarafından yapılmış, sonra, harekât komando birlikleri tarafından yürütülmüştü. Bugüne kadar Siirt, Muş, Mardin ve Diyarbakır illeri taranmıştı. Harekâtın resmi gerekçesi, gazetelere akseden yanı, bölgeyi silâhtan arıtmak ve eşkıya avlamaktı. Gerçekten de, bu amaca kısmen ulaşılmıştı: Çok sayıda silâh toplanmış, bâzı eşkıyalar yakalanmıştı. Doğu, eskiye oranla büyük bir asayişe kavuşmuştu. Cinayet ve soygunların sayısı birdenbire düşmüş, yollara emniyet gelmişti.

Ne var ki bu durum, Doğu’nun değişmeyen şartları düşünülürse, geçici olmaya mahkûm gözükmektedir. Sebepler ortada durdukça, kaçınılmaz şekilde aynı sonuçları yaratacak; bugünden yarına çıkmak için kanun dışına taşmak zorunda olanlar, belki de gene soyacak ve gene öldüreceklerdir. Doğu’nun Özelliği Doğu Anadolu, çeşitli özellikleri olan bir bölgedir. Bu özelliklerden başlıcası, istatistiklerin deyişiyle, “anadil itibariyle Türkçeden başka dil kullananların” bu bölgede hayli yüksek oranda oluşlarıdır. Nitekim komando harekâtının uygulandığı dört ilden Muş’ta nüfusun yüzde 53’ü, Diyarbakır’da yüzde 69’u, Siirt’te yüzde 91’i ve Mardin’de yüzde 92’si, 1960 nüfus sayımı sonuçlarına göre, anadili Türkçe olmayan vatandaşlardır. Hemen hepsinin anadili Kürtçedir. Bu özelliği taşıyan Doğu bölgesine karşı devletin takındığı tutum ise her zaman yanlış bir politikanın ifadesi olmuştur. Cumhuriyet hükümetleri, Doğu’nun büyük toprak ağalarına bir çeşit imtiyaz tanımıştır. Onların sömürüsüne, devlet içinde devlet yaratmalarına karışmamıştır. Böylece, ağaların, bölgedeki etnik özellikleri merkezi idareye karşı kullanmamalarını sağlamıştır. Bir yandan da Mareşal Fevzi Çakmak’ın ünlü yol politikasını andıran bir tavrı benimsemiştir: “Memlekete yol yapılırsa düşmanın yurda girmesi kolaylaşır” gerekçesiyle Anadolu’nun uzun süre yolsuz kalmasına sebep olan bu politika gibi, devlet, Doğu’ya uzun süre ne okul yapmıştır, ne de fabrika. Irkçı bir tutumu benimseyerek bölgenin geri kalmasını, statükonun devamına bir teminat görmüş, bu statükodan Doğulu ağalar yararlanmış, merkezi idare ise şeklen sağlanmış bir bütünlüğü korumuştur. Ne var ki devlet, bu yanlış siyasetin faturasını, zaman zaman, çok pahalıya ödemiştir. Doğu halkının büyük bölümüne ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılması, hem ağaların, hem de yabancı kuvvetlerin bu durumu kendi çıkarlarınca istismar etmelerine yol açmış, gerektiğinde hemen bir “Kürtçülük” davası yaratılarak Türkiye devleti güç duruma sokuluvermiş; bâzı şartlar ona zorla kabul ettirilmiştir. İşin asıl acıklı yanı, Türkiye devletinin yanlış ve ırkçı siyaseti ile bölgedeki halkın maceracılar, ağalar ve yabancılar tarafından aldatılmasına çanak tutması olmuştur.

Doğu’ya uygulanan faşist baskı, yoksul köylü yığınları ile ağalar ve düzen arasındaki çelişmeyi bir ölçüde perdelemiş; hiçbir soruna çözüm getiremeyecek bir ırkçılığı, milliyetçiliği, “Kürtçülük” davasını bu ağaların (ve yabancıların) yaratmasına imkân tanımıştır. Beş aydır Doğu illerini kasıp kavuran komando harekâtını, bu harekâtın yöntemlerini ve sonuçlarını, her şeyden önce, bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Diyarbakır ve Mardin dolaylarındaki köylerde, Kürtçülüğün merkezi sayılan kasabalarda yaptığım araştırmalar sonucunda bana öyle geldi ki, “asayişi sağlamak” gerekçesiyle başlayan ve bu açıdan başarılı olan komando harekâtı, bir noktadan sonra, Türkiye’nin başına büyük dert açmak isteyenlerin ve bâzı ağaların çıkarı doğrultusunda yürütülmüştür. Hükümetin inisiyatifinden adetâ kurtulmuş, beceriksiz ya da çok hesaplı ellerde halkı zorla ikiye bölmek için kullanılan faşist bir baskı unsuruna dönüşmüştür. *** Bu yazı dizisini hazırlarken dolaştığım çok sayıda köylerden birinde, köylüler ve muhtarla konuşuyorduk. Muhtar, “Asayişi biz istedik, dilekçeler verdik, sonra dayağı gene biz yedik” diyordu. O civar köylerinin sahibi olan (ve şehirde oturan) ağadan şaşırtıcı bir açıklıkla yakınıyordu. Komandoların bir yandan döverken, bir yandan da, “Kürt oğlu Kürt, defol Barzani’nin yanına git” dediklerini naklediyordu. Ben, anlatabildiğim kadarıyla, onun zaten sezmeye başladığı bâzı çelişkilerin üzerinde duruyordum. Meseleyi kimi idareciler ve ağalar her ne kadar Kürtlük-Türklük şekline sokuyorlarsa da, bunun yanlış olduğunu söylüyor; asıl mesele kötü yönetim ve ağalarla köylü arasındadır, diyordum. Toprakla, düzenle, ekonomiyle ilgili olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Ve anlıyordu bu sözleri. Sonra, ayrılmama yakın, “Bey” dedi, “sen şimdi İstanbul’a gideceksin. Rahat odana çekileceksin, güzel yazılar yazacaksın. Ama ben burada kalacağım.

Sen buraları yazdın diye belki tekrar komandoyu bize salacaklar. Bir dayak daha çekecekler. Onun için, yazmasan da olur. İyilik yapayım derken bize kötülük etme sakın…” Kim bilir, muhtar belki de haklıdır. Ama başka köylerde, “yaz” diye adetâ yalvaranlar olmuştu. “Köyümüzün adını da yaz. Benim adımı da yaz, olan oldu zaten” diyenler çıkmıştı. Ve ben, muhtarın dediği gibi, rahat odamın rahat koltuğunda, çok kolay bir görevi yerine getiriyorum. O çilekeş insanların büyük hayat kavgasına belki bir nebze katkıda bulunabilecek ve Türkiye’de hâlâ düşünebilen kimseler varsa onları uyarabilecek bir görevi yapıyorum. Meseleye köklü çözüm yolları bulmak, meselenin asıl sahiplerine düşer; buna ancak onların gücü yeter. Benim yapabileceğim bu kadar. Bunun dışında, gezdiğim köylerde kullanılan deyişiyle, “Başım üzerine” acılı Doğu, “Gözüm üzerine…” “Silâhsız Yaşamanın Mümkünü Yoktur” Milliyet gazetesinin Diyarbakır temsilcisi Ertuğrul Pirinççioğlu ile beraber Siirt ili yakınlarındaki köyleri dolaşıyoruz. Yanımızda bir köy kâhyasıyla bir de tercüman var. Hemen bütün köylerde Türkçe bilenlere de rastlıyoruz ama gereğinde tercüman yardımcı oluyor. Güneydoğu köyleri hep benzeşiyor.

Toprak evler iç içe geçmiş gibi. Bir tepeyi aşınca birbirine sokulmuş yirmi-yirmi beş ev ansızın karşınıza çıkıveriyor. Sıcakta başını önüne eğip kümeleşen, hiç kımıldamadan duran koyun sürülerini andırıyorlar… Biz köye yaklaşınca önce köpekler geliyor üzerimize, sonra çocuklar kaçışıyor. Bir yerden bir adam çıkıp varıyor yanımıza. Tercüman yahut kâhya Kürtçe birkaç söz ediyor. El sıkışıyoruz. Erkeklerin çoğu, kötü de olsa Türkçe konuşabiliyor. Sonra bizi buyur ediyorlar. Bazen köyün en varlıklı evinin önüne iskemleler geliyor. Kimi köylerde büyücek bir odaya alınıyoruz, köylüler etrafımızda bağdaş kuruyor. Sigara sarıp ikram ediyorlar, çay yahut kahve getiriyorlar. Önce çekingen konuşuyorlar. Zamanla açılıyorlar. Konudan konuya geçiyoruz. Ekonomik Görüntü Doğu köyleri ve insanları, yıllardan beri gazetelerde yayınlanan fotoğraflardan biraz daha farklı gibi.

Gerçi köy köy dolaşıp bir bölgenin ekonomik durumu hakkında yargıya varmanın imkânı yok ama, her köşede göze batan yoksulluk, eskiye oranla, az da olsa, ağırlığından bir nebze kaybetmişe benziyor. Gerçi dağ köylerini gezmedim, fakat onun dışındaki yerlerde her ne kadar büyük bir yokluk göze çarpıyorsa da, bütün köylülerin paçavralar içinde gezdiği, aç çocukların etrafta koşuştuğu söylenemez. Bununla beraber, insanların bugünden yarına çıkabilmek için tabiatla ve çevreyle amansız bir mücadeleyi sürdürdükleri her hallerinden belliydi. Hele bu yıl, kuraklık Güneydoğu’yu kasıp kavurmuştu. Öte yandan “kımıl” yahut “süne” haşeresi ekinleri mahvetmişti. Bâzı köylerde, çocuklar cam kavanozlara doldurdukları kımıl kurtlarını getirip gösteriyorlardı. Doğu köylerinin tümünün ortak meselesi, yaşamak. Elverişsiz iklim şartları bir yana, en basit sulama tesislerinden de yoksun Doğu. Üstelik gezdiğim köylerin hemen hepsi “ağa köyüydü,” köylü topraksızdı; alınan üründen aslan payı ağaya veriliyor, bu etken yoksulluğu perçinliyordu. Yoksulluk, köylüyü belirli yolları denemeye adetâ zorluyordu: Köylünün başvuracağı ilk çare, kaçakçılarla işbirliği yapmaktı. Buna, anladığım kadarıyla, devlet de göz yummaktaydı. Yaşamak için başka imkânı olmayan insanların bu geçim yolunu kesinlikle engellemekten kaçınıyordu. Köylünün yoksulluk çemberinden kurtulmak için denediği bir başka çare ise, şehre göç etmekti. Nitekim Diyarbakır, Türkiye’de nüfusu en hızlı artan şehirlerin arasındadır. Bir başka kurtuluş yolu da, ağa toprağını işgal etmek, onu silâh kuvvetiyle korumak, ekip biçmekti.

Önemli bir Doğu ilçesinin aynı zamanda toprak ağası olan AP’li Belediye Başkanı, benimle konuşurken, “bir köyünü köylülerin işgal ettiğini” anlatıyor, “enerjik müdahalede bulunmamasından ötürü” Demirel’i kınıyordu. Belediye Başkanı’na göre, “komando harekâtı olumluydu. Köylüden silâhın toplanması toprak işgallerini de zorlaştıracak, toprak sahipleri sulha ve sükûna kavuşacaktı.” Gerçekten de, dolaştığım köylerdeki sosyal uyanış, sınırlı ekonomik şartların çok ilerisindeydi. İstanbullu bir gazeteciyi şaşırtacak ölçülere varmıştı. “Anayasa Böyle mi Der?” Hemen bütün köylerde, sohbet koyulaşıp da köylüler “komando” konusuna girmeye cesaret edince, içlerinden birkaçı Anayasa’dan mutlaka söz ediyordu, “Biz vatandaş değil miyiz?” diyorlardı. “Anayasa bizim dövülüp çırılçıplak edilmemize izin verir mi?” diyorlardı. “Bu ne biçim eşitliktir, kanun yok mu?” diyorlardı. Bana çok çarpıcı gelen bu sözleri, beraberimdeki arkadaşlara sordum. Diyarbakırlı olan Ertuğrul Pirinççioğlu’nun ve tercümanın anlattıklarına göre, eskiden köylü böyle şeyleri bilmezmiş. Şimdi, yeni yeni, hak hukuk lafı eder olmuş. Bölgedeki bâzı memurlarla jandarmalar şaşıyormuş bu işe. Biraz da kızıyorlarmış. Köylülerin görüşleri, ağalık ve sosyal ilişkiler konusunda da çarpıcıydı. Gerçi, ağası şehir ya da kasabada oturan köylerde yaşamanın rahatlığı içinde konuşuyorlardı ama, sözlerinde en küçük bir çekingenlik yoktu.

Üstelik ağanın gerçek fonksiyonunu ve kimliğini kavramış gibiydiler. “Ağanın vazifesi köylüyü soymaktır” diyorlardı. Ağadan kurtulmadıkça köylünün rahat edemeyeceğini anlatıyorlardı. Dicle yakınındaki bir köyün ise, hayli ilginç bir macerası vardı. Bu köy, bundan on yıl önce ağaya başkaldırmış, ağayı köyden kovmuştu. Ne var ki ağanın atılması pek bir şey değiştirmemiş, bu kez “Şıh” ağanın yerini alarak kendi silâhlı adamlarıyla köylüye zulmetmişti. Sonra, bundan birkaç yıl önce köylü Şıh’ı da atmıştı dışarı. Şimdi Şıh, komşu köyde oturuyormuş. (Birkaç köylü beni yamaca götürerek komşu köyü işaret etti.) İşte bu Şıh, hâlâ eski köyüne dönmenin hesaplarını yapıyormuş. “Ama” diyor köylüler, “Allah’a şükürler olsun, artık ne ağamız var ne de Şıh’ımız. Kurtulduk onlardan.” Doğu köylüleri, Batı köylerini çok merak ediyor. Köylülerin büyük çiftliklerde ücret karşılığında çalışmasını özlemle dinliyorlar. Bir fabrikada işçi olabilmek ise çoğunun rüyası.

Batman yakınındaki köylerde öne çıkıp konuşanların çoğu Türkiye Petrolleri’nde çalışan kimselerdi. Köy halkı bunlara gıpta ediyor, köy sıralanmasında işçilere öncelik tanıyordu. Bu özellikleri taşıyan köylerin siyasal tercihleri kesinlikle ağaya bağlıydı. Seçim zamanı ağa köylüden belirli bir parti için oy kullanmasını rica ediyor, köylü de ricayı yerine getiriyordu. “Aksi halde” diyordu köylü, “bizi köyden atar, evimizden ekmeğimizden oluruz…” Dolaştığım ağa köylerinin tümünde bu kural geçerliydi. Ağalar genellikle AP’li yahut CHP’li oluyormuş, fakat son zamanlarda CHP’li ağalar kendi partilerinden soğumuş. Hattâ kimisi AP’ye oy attırmışlar. mp’nin tek ağası varmış ama çok güçlüymüş. YTP’yi bâzı ağalar ve Azizoğlu’nun kişiliğinden ötürü ağasız köylüler; TİP’i ise gene ağasız köylüler, özellikle dağ köylüleri destekliyormuş. Silâhlanma Gereği Tabiatla sürekli mücadele halinde olan bu köylüler, aynı zamanda, birbirleriyle de mücadele etmek zorundaydı. Çoklukla toprak meselesinden çıkan kavgalar ya ağalar arasında ya da ağayla köylü arasında oluyordu. Başka bir ağanın toprağına göz diken ağa, kendi adamlarını ve eşkıyaları o köyün başına musallat ediyor; savunma durumundakiler ancak silâhla karşı koyabiliyordu. Ya da, ağa, köyden kovmak istediği veya küçük toprağına göz koyduğu köylünün üzerine adamlarını salıyor; köylü kendini ancak silâhla koruyabiliyordu. Sonra, bitmek tükenmek bilmeyen kan davaları vardı. Ekonomik zorunluluklardan ötürü eşkıyalık yahut kaçakçılık yapanların da mutlaka silâha ihtiyacı oluyordu.

Anladığım kadarıyla silâh, Doğu köylerinde yaşamanın vazgeçilmez şartıydı. Hattâ ağa zulmü karşısında köylünün bir çeşit teminatı durumuna gelmişti. Komando baskınında silâhını kaybedenlerden çoğu, ne yapıp edip gene silâh alacaklarını açıkça söylüyordu. Yaşamak için başka tercihleri yoktu. Komando harekâtı, bâzı özelliklerini sıraladığımız bu Güneydoğu bölgesinde yapılmıştı. Ağaların zorlaması olmaksızın bir Kürtçülük macerasına kapılmalarına ekonomik şartların maddeten imkân bırakmadığı bu insanlar, görünürde haklı bir gerekçeye de dayanan “toplu köy aramalarının” hedefi olacaklardı. Ne var ki silâh toplamak gerekçelerden sadece biriydi. Komando birliklerinin bu amaçla uyguladığı metotlar ise, insanlık dışı olmaları bir yana, elle tutulur gözle görülür ters sonuçlar vermeye başlamışlardır bile… Kör Adam: “Beni Bile Dövdüler…” Köylü duraklayarak, kesik kesik konuşuyordu. Kelimelerin Türkçe karşılığını bulmakta zorluk çekiyordu. Büyücek bir köy odasında, yerdeki kilimin üzerinde oturuyorduk. Kahveler çoktan içilmiş, sigaralar sarılıp ikram edilmişti. Olayı anlatan köylü durakladığında, çıt çıkmıyordu topluluktan. Bazen sözü bir başkası alıyor, unutulan noktaları hatırlatıyordu. Bir başkası heyecanlanıp Kürtçe konuşmaya başlıyor, tercümanın da söze karışması gerekiyordu. Ve yine anlatıyordu köylü: “Komando askerleri köyü çevirmiş, evlerin damına çıkmıştı.

Sabah olmak üzereydi. Biz erkekleri yan yana dizdiler. Kadınlar küme olup yere oturdular. Askerler tüfeklerini üzerimize doğrultmuşlardı. Bizi sıraya koyarlarken, yavaş davranan arkadaşlarımız suratlarının ortasına yumruğu yiyordu. Ne istediklerini sormuyorduk. Kimse ağzını açmaya cesaret edemiyordu. Zaten biliyorduk niye geldiklerini. Haberi öteki köylerden almıştık. Komando subayı karşımıza geçti, ‘Köyünüzde silâh gizlendiğini biliyoruz. Sakladığınız yerden getirin, bir şey yapmayacağız’ dedi. Köyde birkaç silâh gerçekten vardı. Bütün köylerde olduğu gibi. Silâhsız buralarda yaşanmaz, herkes bilir bunu. Köy ağası ise kasabadaki evindeydi.

Kendi silâhlarını çoktan kaçırmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir