Liman von Sanders – Turkiye’de Bes Yil

15 Haziran 1913’de -Görkemli imparatorun tahta çıktığı gün-Askerî Kurul’dan gelen bir yazıyla Türkiye’ye gönderilecek Askeri Kurulun başkanlığını kabul edip etmeyeceğim soruluyordu. O tarihte ben, en kıdemli bir tümen komutanı olarak, Alman Ordusunun Kassel’deki 22. Tümeninin Komutanlığını yapıyordum. O zamana kadar Prusya Ordusunda çeşitli hizmetlerde bulunmuş, uzun süre Genelkurmay’da görev yapmış ve birçok ülkeye geziye gitmiştim; ama ne Türkiye’yi görmüş, ne de oradaki olaylarla ilgili incelemelerde bulunmuştum. Bu nedenle, böyle bir öneriyle karşılaşacağım aklımın köşesinden geçmiyordu. Askerî Kurulun yazısına, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Baron von Wangenheim’ın telgrafı da eklenmişti ki, bunda söz konusu yeni görevin amaç ve sınırları şöyle belirtiliyordu: “Alman politikasının, Asya Türkiyesi’nin güçlendirilmesi ve ilerlemesi konusunda içten ve dürüst olarak yürütüldüğüne inandığı için, Sadrazam, Haşmetli İmparatordan Türk Ordusunun yetiştirilmesiyle ilgilenecek bir Alman generalin gönderilmesi ricasında bulunmamı istemektedir. [9] Ayrıntılar daha kararlaştırılmış değildir. Bu makama getirilecek generalin bütün askerî konularda çok geniş yetkiyle donatılması düşünülmektedir. General, bütün öteki Alman reformcuların başında bulunacak ve söz konusu reformların Türk Ordusunda amacına uygun biçimde gerçekleştirilmesinden sorumlu olacaktır. Ayrıca, ilerideki savaşlarda yapılacak seferberlikler ve harekâtlar için de bu generalin önerileri temel alınacaktır. Böyle bir makam için, Genelkurmay işlerinde deneyimli, güçlü bir asker söz konusu olabilir. Son savaşta komutanlarla kurmay subayların görevlerini birçok yerde başaramadığı göz önünde tutulunca, generalin asıl görevi, kurmay subayların iyi bir şekilde yetiştirilmesi olacaktır. Bu nedenle, seçilecek generalin uzun süre Kolordu Kurmay Başkanı olarak çalışmış bulunması ve kolordunun kurmay subay eylemlerini başarıyla yönetmiş olması gerekir. Ayrıca, emrindekilere dilediğini yaptırabilecek bir kişilikte olması da gereklidir. Türkçe bilmesi ve Türkiye hakkında bilgi sahibi olması gerekmemektedir.


Kanımca, bir Alman generalin bu işin başına getirilmesi, Türk yenilgisinin sorumluluğunu Alman reform makamlarına yıkmak isteyenleri ve bu makama İngiliz reformcuların getirilmesi yolundaki çabaları da durdurabilir. 1 Öneriyi geri çevirdiğimiz zaman, Babıâli’nin 2 gerek duyduğu reformcuları başka devletlerden sağlaması tehlikesi vardır. [10] Bu önerilerin gizli tutulması rica olunur. İmza: von Wangenheim” Önerilen görev, onurlu ve geniş bir çalışma gerektirdiği için, zaman geçirmeden kabul ettiğimi von Wangenheim’a bildirdim. Türk hükümetiyle aylarca süren görüşmelerden sonra, Askerî Kurul Sözleşmesi İstanbul’da hazırlanarak en yüksek Alman makamlarının incelenmesine sunuldu. 1913 yılı Kasım ayında son biçimini aldı ve imparator tarafından bana bu sözleşmeyi imzalama yetkisi verildi. Askerî Kurulun görevi, kesin olarak askerî olacaktı. Bu konu sözleşme metninde açıkça belirtilmişti. Pek çok çevrede ve gazetelerde ileri sürülen, Askerî Kurulun politikayla da uğraşacağı yolundaki haberler gerçek dışıdır. Kurulun dışarıya karşı böyle görünmesinin nedeni başkaydı. Askerî Kurulun gönderilmesi, daha çok, Almanya’nın çok önceden başlamış olan Türk politikasını destekleme kararma dayanıyordu. Bu nedenle de her yanı saracak bir ateş manzarası gösteriyordu. Gerçekte, görevi yalnızca Türk Ordusunda yapılacak yenilik çalışmaları olan Askerî Kurulun politikayla bir ilgisi yoktu. Askerî Kurulun subay sayısı, anlaşmaya göre 42 olarak sınırlandırılmıştı ve bunların çoğunluğunu yüzbaşı ve binbaşı rütbesinde olanlar oluşturuyordu. Kasım ayının sonuna doğru İmparator tarafından kabul edildim.

İmparator, konuşmasında, aşağı-yukarı, bana şunları söyledi: “İş başında genç Türklerin ya da yaşlı Türklerin bulunması sizi ilgilendirmemelidir. Siz yalnız Türk Ordusu ile ilgileneceksiniz. Türk subayları arasından politikayı çıkarıp atın. Politikayla ilgilenmek onların en büyük hataları olmuştur. Siz İstanbul’da İngiliz Deniz Heyetinin başında bulunan [11] Amiral Limpus’la karşılaşacaksınız. Onunla iyi geçinin. O, donanma için çalışıyor, siz ordu için çalışacaksınız. Her birinizin ayrı bir çalışma alanı olacaktır.” İmparator, Türk veliahtına selâmlarını iletmemi rica etti ve askerî tatbikat yaparken onu da davet etmem önerisinde bulundu. 3 Bu iş, doğal olarak, veliahtın orduya ve dolayısıyla halka karşı bir ilgi duymasına bağlıydı. İleride çok talihsiz bir sonuca sürüklenen Vahdettin’in belirli görüş ve düşünceleri olmadığı o zaman bilinmiyordu. 9 Aralıkta, hareketimizden az önce, İmparator beni ve ilk gidecek subayları Potsdam’daki yeni sarayında kabul etti. Kısa bir konuşma yaptı. Alman subayların yabancı ülkelerde onur ve saygınlıklarını yüksek tutmalarını istedi, yalnız askerî görevlerle ilgilenmelerini bildirdi. 14 Aralık sabahı İstanbul’a vardık.

Sirkeci Garı’nda askerî bando ile İtfaiye Alayının bir tören bölüğü bizi karşıladı. Bu alay, sonraları Çanakkale savaşlarında seçkin bir birlik olarak kendini gösterecektir. Bizi karşılayanlar arasında birçok yüksek rütbeli Türk subayı ve özellikle çok değerli Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşa ve eskiden beri İstanbul’da bulunan Alman subayları vardı. Ahmet İzzet Paşa’yı çok eskiden tanırdım. Almanya’da Kassel’de Hüsar Alayında 4 stajını yaparken tanışmıştık. Bu stajını bitirip kurmaylık stajına başladığı zaman, kurmay subay olarak görev yaptığım alaya düşmüştü. Hepimizde şaşkınlık uyandıran tek nokta, bizi karşılayanlar arasında Alman Sefaretinden hiç kimsenin bulunmamasıydı. Kısa sürede öğrenecektik ki, [12] İstanbul’a gelişimiz sefirin kişisel çabalarıyla geçekleştiği hâlde, sefaret daha o andan başlayarak Askerî Kuruldan uzak durmaya çalışmıştı. Sefaret -ilişkiyi çok açık olarak gösterecek olursa-Askerî Kurulun yabancı ülkelerde yarattığı büyük heyecanın, İstanbul’daki işleri zorlaştıracağına inanıyordu. Bu nedenle, bu yeni Alman kuruluşuna karşı çekingen davranmayı daha doğru buluyordu. Biz 14 Aralıkta -o zamanki Türk takvimine göre 1 Aralık-göreve başlamak zorunda olduğumuzdan, Ahmet İzzet Paşa’yla birlikte Harbiye Nezaretine gittik. O günkü işimiz, Harbiye Nezaretinin kabul salonunda sessizlik içinde Türk kahvesi içmek oldu. Ertesi gün Sultanın 5 huzuruna kabul buyuruldum. Sultanın yalnız Türkçe konuştuğu ve benimse bu dilden tek sözcük anlamadığım için Ahmet İzzet Paşa’nın çevirmenlik yapması gerekiyordu. O gün ancak dostça, birkaç cümleyle Sultan’ın övgü ve takdirlerini aldım.

Sonraları ise, bu Osmanlı padişahını her bakımdan iyi ve yardımsever bir koruyucu olarak buldum. Tahta çıkmazdan önce tam otuz yıl sarayında ve bahçesinde bir çeşit mahpus hayatı sürmüş olan bu yaşlı adamın, kişisel kararıyla hareket edebilen ve bu kadar bilgili bir insan olduğunu çok az yabancı tahmin edebilir. Türklerin en büyük makamında bulunan Sadrazam Prens Sait Halim Paşa, hem Asyalı bir soylunun yiğitliğini, hem de modern bir diplomatın niteliklerini kendisinde toplamış bir insandı. Öteki nazırlar gibi çok iyi Fransızca konuşuyordu. Çok sevimli bir kişiliği vardı. İttihatçıların aşırı davranışlarına çok zaman engel olan bu kısa boylu, çok hareketli insan, 1917 yılının Şubat ayına kadar yerinde kalmasını bildi. [13] 1919 yılı ilkbaharında, düşünce olarak ılımlı ve kanunsuz bir iş yapmaktan çekinen bu saygın Türk paşasının İttihatçılarla birlikte tutuklanması anlaşılır gibi değil. 6 Bu paşa, Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de bulunan dost olmayan yabancı devletlerin yurttaşlarını tam anlamıyla korumuştur. Öteki nazırlar arasında Dâhiliye Nazırı Talât, her bakımdan önde gelen insanlardan biriydi. Kendisiyle görüşenler üzerinde sevimli ve unutulmaz etki bırakan bir kişiliği vardı. Enver, albaydı ve bir kolordunun kurmay başkanlığım yapıyordu. O sırada adını unuttuğum bir hastalıktan tedavi görüyordu. Sonraları Türkiye’yi yönetenler arasında üçüncü sıraya geçen Cemal Paşa’yı ise, İstanbul’a varışımın ilk haftasında 1. Kolordu Komutanlığını kendisinden aldığım zaman tanıdım. Dış görünüşüyle bir Garibaldi havası taşıyan bu paşanın, kuşkusuz büyük bir zekâsı vardı.

Bende, amacını ve düşüncesini başkalarına açıklamaktan çekinen bir insan izlenimi uyandırdı. Onun için ben de kendisinden her zaman uzak durdum. 1. Kolordu Komutanlığının devir teslim işi Askeri Kurul Sözleşmesine uygun şekilde yapıldı. Bu sorun, Ekim ayında Almanya’da söz konusu olduğu zaman, günün savaş koşullarına uygun olarak Türk subaylarıyla birlikte, onların başkentlerinde böyle bir kurulun oluşturulmasını yararlı bulmuştum. Böyle bir kumandanlığı üzerime almamın politik çekişmelere [14] yol açacağını aklıma bile getirmemiştim. Bu birliğin kumandasını üzerime almamın sonucu şu oldu ki, sözleşmede yazılı subay sayısından fazla tek subay, hatta tek er bile Türkiye’ye gelmedi. Benden önce Türkiye’ye gelen Alman reformcuların raporlarını okumuştum. Bunlar, Türk ordusuna yeteri kadar karışılamadığından yakınırlar. Ayrıca öteki kaynaklarda da Türk ordusunda uygulamadan çok kurama önem verildiğini okumuştum. Kararımı verirken Alman ilkelerine dayanıyor ve kişisel etkimle birliklerin yetiştirilmesini en kısa yoldan gerçekleştireceğime inanıyordum. Sözleşme son şeklini aldıktan ve Türkler tarafından da kabul edildikten sonra Alman Hariciye Nazırı von Jagow, birkaç kere dikkatimi çekmiş ve İstanbul’da bir kolordu kumandanlığını kabul etmenin Ruslar tarafından itirazla karşılanmasının söz konusu olduğunu söylemişti. Von Jagow’un düşüncesine göre, Askerî Kurulun başkanlığı ile birlikte Edirne’de bulunan 2. Kolordu Kumandanlığını da üzerime almam daha doğru olacaktı. Fakat şimdi böyle bir değişiklik yapmak mümkün değildi.

Çünkü Askerî Kurulun merkezi İstanbul’da idi ve ben burada bulunmak zorundaydım. Edirne ise, İstanbul’dan trenle 12 saatlik bir uzaklıkta bulunuyordu. Buradaki kolordu kumandanlığım üzerime almam yararlı bir görev olmazdı. Gerçekte, sözleşmede, Rus baskısı sonucu bir değişiklik yapılmasından da yana değildim. Bugün bile düşündüğüm zaman İstanbul’daki bu kolordu kumandanlığını üzerime almadan ıslahat hareketlerinin olamayacağı düşüncesini korumaktayım. Bununla birlikte, bu kumanda makamında ancak birkaç hafta kalmak kaçınılmazmış. Rus Sefiri Giers, İngiliz ve Fransız sefirlerinin de olurunu [15] alarak Sadrazama sert bir girişimde bulundu. Rus sefiri, İstanbul’un en önemli bir kumanda makamına bir Alman generalin atanmasının doğru olmayacağını bildirdi. Sadrazam Sait Halim Paşa, bu işin Osmanlı Devleti’nin iç işi olduğunu ve kumanda makamına istediği kimseyi atayabileceğini bildirdi. Bu karşılık üzerine bile Rus girişimleri durmadı. Prens Lichnowsk’nin 1913 yılı Aralık ayında Petersburg’da İngiliz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’le yaptığı bir görüşme sonunda, olayın yarattığı büyük heyecan, Petersburg’tan Londra’ya sıçradı. Baron von Wangenheim, bu arada izinli olarak Almanya’ya gitmişti. Yerine Sefaret Müsteşarı von Mutius bakıyordu. Noel ile yeni yıl arasındaki günlerde müsteşar, Hariciye Nazırı von Jagow’dan aldığı emir üzerine, bana ya 1. Kolordu Kumandanlığından vazgeçmemi ya da Edirne’deki 2.

Kolordu Kumandanlığını kabul etmemi bildirdi. Bu önerinin birincisini istemiyordum, ikincisini ise yapamazdım. Bu nedenle, von Mutius’a şu karşılığı verdim: “Eğer siyasal nedenlerden dolayı bu işte boyun eğmek gerekiyorsa, en uygun çözüm yolu benim Almanya’ya geri çağrılmamdır.” Yabancı ülkelerin bu isteklerine karşı koyma çözümünü yine İmparator buldu. 14 Ocak 1914’te beni bir üst rütbeye terfi ettirerek süvari generali 7 yaptı. Sözleşmeye göre, Türkler de rütbemin bir derece daha yukarısını vermek zorunda olduklarından, rütbemi ‘mareşal’liğe yükseltiler ve bu nedenle de kendiliğinden kolordu kumandanlığından ayrıldım, ordu müfettişi oldum. Her ne kadar, bu yeni görev, bence bir anlam taşımıyordu ise de; çünkü sözleşme gereğince Askerî Kurul Başkanı olarak, gerçekte her birlik ve askerî makamı denetleme yetkim vardı. [16] Birkaç haftalık kolordu kumandanlığım sırasında birliklerin iç işlerine bir dereceye kadar girebilmiş ve durumun hiç de iç açıcı olmadığını görmüştüm. Bütün subaylarda ruhsal bir bezginlik göze çarpıyordu. 1914’ün Ocak ayı içinde bir gün, Ahmet İzzet Paşa, Askerî Kurulun da bir bölümünde çalıştığı Harbiye Nezaretine gelmedi ve hasta olduğu haberini aldım. Ertesi sabah Ahmet İzzet Paşa’yı konağında ziyaret ettim ve kendisinin istifaya zorlandığını öğrendim. Bu akıllı ve her alanda bilgili insanla birlikte çalışma olanağını yitirdiğimden dolayı çok üzüldüm. Ertesi gün, akşam üzeri Harbiye Nazırlığına atanan Enver, Nezaretindeki odamda beni ziyarete geldi. Ben o zamana kadar Enver’i bir kere, o da Almanya’da bir manevra sırasında görmüştüm. Üzerinde paşa (general) üniforması bulunan Enver, bana Harbiye Nazırlığına atandığını bildirdi.

Padişahın bile meğer bu atamadan haberi yokmuş… Sabah odasında gazete okurken Enver’in Harbiye Nezaretine atandığını bildiren haberi görmüş ve gazete elinden yere düşmüş. Orada bulunan yaverlerinden birine, “Bu gazete Enver’in Harbiye Nazırı olduğunu yazıyor. Bu nasıl olur, Enver henüz çok genç değil mi?” diye hayretini dile getirmiş. Bu haberi, olayın biricik tanığı olan yaverden duyduk. Generalliğe yükselen Harbiye Nazırı Enver de, birkaç saat sonra padişahı ziyarete gelmiş. Enver, bu yeni ve yüksek makama büyük bir hızla yerleşti. Ordudaki sınıf arkadaşları, Enver’in kendilerini tanımak istemediğinden ve yanına yaklaşılamadığından yakınmaya başladılar. [17] Hele 1914 ilkbaharında Saraydan bir prensesle evlenince, kendisine prens havası vermeye başladı. Enver’in nasıl olup da bu makamlara yükselebildiğini düşündüğümüz zaman, padişahın İttihat ve Terakki Komitesi karşısında ne kadar güçsüz durumda bulunduğunu anlamış oluruz. Benim için komite, her zaman, bir giz perdesine bürünmüş gibi göründü. Bu komitenin kaç üyeden oluştuğunu, bilinen birkaç ‘baş’tan başka içinde daha kimlerin bulunduğunu öğrenmek mümkün olmamıştır. Zamanla öğrendim ki, komiteye giren bir subay aleyhinde herhangi bir konuda harekete geçmek, tam olarak sonuçsuz kalmaya mahkûm bir iştir. Enver’in yüksek makama geçtikten sonra yaptığı ilk iş, politika alanında kendisine rakip gördüğü Türk subaylarını ordudan ayırmak oldu. Ocak 1914’te Enver, 1100 subayı birden emekliye ayırdı. Sözleşme, Askerî Kurul Başkanına, yüksek komuta makamına getirilecekler konusunda görüş bildirme hakkını veriyordu.

Bunu yapabilmek için, bu makamdakileri şahsen tanımam gerekiyordu. Fakat hiç olmazsa bu atamalar konusunda bana önceden bilgi verilmesi gerekirdi. Bu nedenle Enver’e, subayları kitle olarak emekliye ayırmasının gerekçesini sordum. Bana verdiği karşılıkta, bunların Balkan Savaşı sırasında görevlerini yapamadıklarını, yeteneksiz ve yaşlı kimseler olduklarını bildirdi. Bu, kendi görüşüne göre söylenmiş bir sözdü ve gerçeklere de pek uygun düşmüyordu. Sonradan öğrendik ki, birçok subay da tutuklanarak Harbiye Nezaretinin bodrumlarına tıkılmıştı. Bunlar, dışarıda kalırlarsa kendi uygulamalarına karşı harekete geçeceklerinden kuşku duyduğu subaylardı. Askerî Kurula bu gibi konularda [18] hiçbir bilgi verilmiyordu. Ayrıca üzüntü uyandıran bir nokta da, bu sırada ülkede askerî ve siyasî bir bunalımın baş göstermiş olmasıydı. Olayları yalnız dıştan gören ve içeride olanlardan haberi olmayan bazı çevrelerin bu işlere Alman Askerî Kurulunun da karışmış bulunduğunu sanması yadırganamaz. Vilâyetlerde de bazı subaylar tutuklanmıştı. Bu sırada, Anadolu’daki bir şehir hapishanesinden bir mektup aldım. Kendisini tanımadığım Arap asıllı bir Kurmay Yarbay olan bu tutuklu, güvendiği bir arkadaşı aracılığıyla mektubunu bana ulaştırabilmişti. Yazdığına göre, bir sabah bürosunda otururken, Enver tarafından verilen bir emirle, gerekçe gösterilmeksizin tutuklanmış ve hapishaneye gönderilmişti. Benden yardım rica ediyor, durumuyla ilgilenmezsem bir gün ortadan kaybolacağından korkuyordu.

Mektubu elimle Enver’e verdim, bu konuda bilgi rica ettim. Enver, bu işten haberi yokmuş gibi davranıyordu. Olayı araştıracağını söyledi. Bana gönderilen mektubun bir eşini de Alman sefiri almıştı. Sefir, bu olayda benim izlediğim yolu öğrenince hayretler içinde kaldı. Ama bu olayla, hiç değilse, subayın sorgusunun yapıldığı ve duruşmanın normal mahkemede görüleceği bana bildirildi. Enver, bir süre sonra, Türk Ordusunda o zamana kadar var olan Yüksek Askerî Şurayı ortadan kaldırdı. Alman Askerî Kurul sözleşmesinde benim de Şuranın üyesi olduğum açıkça yazılıydı. Bu en yüksek askerî kurumun kaldırılması konusunda ne bana ve ne de öteki üyelere bilgi vermeye, bildirimde bulunmaya gerek görülmedi. Bunları rastlantı olarak öğreniyorduk. Bir süre sonra Enver’le aramızda çatışmalar başladı. [19] Çünkü benim askerî görevim ve yetkilerim konusunda değişik görüşlerimiz vardı. O günlerde ortaya çıkan bir sorunu, bu konuda bir örnek olarak anlatacağım: Çorlu’da bulunan 8. Tümeni denetledim. Tümenin durumu yürekler açışıydı.

Subaylar 6-8 aydan beri maaş alamamışlardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler, günlerden, aylardan hatta yıllardan beri maaş yüzü görmemişlerdi. Çok kötü besleniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı. Çorlu istasyonuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erlerinin pabuçları yırtıktı; bir kısmı da çıplak ayakla göreve çıkmıştı. Tümen kumandanı, erlerin zayıf ve güçsüz olduğundan, çıplak ayakla yürümenin zorluğundan, arazide tatbikata çıkamadıklarından yakındı. Bunun üzerine Enver, Tümen Kumandanı Ali Rıza’yı emekliye ayırdı. Bunu haber alır almaz Enver’in karşısına çıktım ve Türkiye’de bana gerçeği söyleyen subaylar görevlerinden alınacaklarsa, benim Türkiye’de çalışmama gerek kalmayacağını söyledim. Enver, birkaç kere ileri geri konuştuktan sonra, emekliye ayırdığı Albay Ali Rıza’yı eski görevine getirdi. Dünya Savaşı sırasında görevini başarıyla yapan Albay Ali Rıza, 1918’de paşa (general) rütbesiyle bir kolordunun başında bulunuyordu. Enver, bu olaydan sonra beni yanıltmak için başka yollar buldu. Denetleyeceğim birliklere, levazım dairesine hızla yeni elbiseler gönderiyor, görevim bittikten ve ben oradan ayrıldıktan sonra bunları geri aldırıyordu. Ben her gittiğim yerde aynı elbiseleri gördüğümü anlıyor ve eskiden denetlediğim yerleri aradan çok zaman geçmeden tekrar ziyaret ediyordum. Denetleme yerlerine yalnız yeni elbise gönderilmekle yetinilmiyor, [20] zayıf ve güçsüz askerler de değiştirilerek yerlerine sağlıklı ve güçlü birlikler gönderiliyordu. Hastalar, zayıflar, güçsüzler benden saklanıyordu. Böylece ‘Alman Paşa’sının, yakınacağı çirkin görüntülerle karşılaşması önleniyordu… O zamanlar Türk birliklerinde, iç hizmetlerin pek çoğu yerine getirilmiyordu.

Subaylar, erlerine özen göstermeye, durumlarını denetlemeye alışık değillerdi. Birçok birlikte erlerin üstü bit, pire gibi haşaratlarla doluydu. Kışlaların hemen hiçbirinde hamam yoktu. Koğuşların havalandırılması gerektiği bilinmiyordu. Mutfak düzeni, düşünülemeyecek kadar ilkeldi. Mutfak işletmesi temiz ve düzenli değildi. Ben Almanya’ya örnek bir mutfak takımı ısmarlayacağım sırada, Askeri Kurul üyelerinden 3. Tümen Kumandanı Yarbay Nicolai, Selimiye Kışlasında çok güzel ambalajlar içinde saklanan bir mutfak takımını rastlantı sonucu buldu. Alman İmparatoru bu takımları beş yıl önce armağan olarak Türk Ordusuna göndermiş, fakat Harbiye Nezareti bunların ambalajlarının bile sökülmesini emretmeden kışlaya göndermiş, mutfak beş yıl öylece beklemişti. Atlı birliklerde hayvanların durumu çok kötüydü. Bunların çoğu Balkan Savaşı’nda uyuz hastalığına yakalanmış ve bu tarihe kadar tedavi görmemişlerdi. Nal bakımı yoktu. Eyer, başlık ve koşum takımları da bakımsızdı. Ahırlar tam anlamıyla ihmal edilmiş bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.

İstanbul’da ziyaretçilerin dıştan görünen yerlerinin güzelliği ve yapılarının büyüklüğü dolayısıyla hayran kaldıkları askerî binaların içleri ise, yürekler acısı bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu. Enver’in en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan uyarıların doğruluğuna inandıktan sonra, elinden gelen bütün [21] çabayı harcayıp Harbiye Nazırı olarak yetkilerini kullanarak Dünya Savaşı sırasında bunları düzeltmeye çalışması olmuştur. Biz ilk zamanlar değişiklikler yapmak istediğimiz ya da düzeltmeye kalktığımız zaman, kumandanlar sürekli bu işler için bütçede para olmadığından söz ederlerdi. Bu, işleri yokuşa sürmek için en kolay yoldu. Gerçekte ise bulunmayan para değil, düzen, temizlik ve çalışma isteğiydi. Türk, Alman subayı tarafından işe zorlanmaktan hoşlanmıyor ve verdiği cevaplarla alıştığı biçimde yaşayışını sürdürmeye çalışıyordu. Birçok Türk subayının kanısı ise, büyük rütbeli insanların bizim yaptığımız bu çeşit küçük işlerle uğraşmasının yakışıksız olduğu noktasındaydı. Fakat biz çalışmamızı sağlam bir temele oturtmak için bu yolda direnmek zorundaydık. Bir süre sonra yavaş yavaş Türk subaylarının gittikçe büyüyen bir kitlesinin bize yardımcı olmaya başladıklarını gördük. Tüm Türkiye’nin kilit noktalarında -kurmay yetiştiren Akademi de bunun içinde o zamanlar sağlam olmayan kurallar egemendi ve arazi tatbikatı ihmal olunurdu. Pratik talim terbiye ve dolayısıyla hemen karar verme konusunda, gerek kurmay subaylar, gerekse yüksek rütbeli öteki kıta subayları başarısızdı. Bu nedenle, bütün yetiştirme kurallarının baştan aşağıya değiştirilmesi gerekiyordu. Türk askerî hastanelerinin çoğunun durumu korkunçtu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü kokular, tıklım tıklım dolu hastane koğuşlarını dayanılmaz duruma sokuyordu.

İç ve dış hastalıklardan yatanlar, yan yana ve hatta aynı yatakta yatırılıyordu. Yatak sayısı az olduğundan, hastalar daha çok koridorlarda sık sık sıralar şeklinde ve kısmen minderler, kısmen de beylikler üzerine yatırılıyordu. [22] Güçsüz kalan bu erlerden pek çoğu, hiçbir yardım görmeden ölüyordu. Bu çeşit hastaneleri ziyaretim sırasında, bu durumdan hoşlanmadığımı bildirdiğim, hatta bunlara yol açan doktorları Harbiye Nezaretine şikâyet ettiğim için, titizliğim her tarafta duyuldu. Beni başka yollardan şaşırtmaya kalkıştılar. Hastaneleri ziyaretim sırasında pek çok yeri kapalı bulmaya başladım; bunları bana gezdiren doktorlarda da bu kapalı yerlerin anahtarları yoktu. Fakat ben kuşkuya düşüp kapalı yerlerin kesinlikle açılmasını ve içeride ne olduğunun gösterilmesini isteyince, gördüm ki birçok ağır hasta ve özellikle hayatlarından umut kesilenler bu kapalı ve karanlık yerlere konularak ölmeye bırakılmışlardı. Türkiye’de askerî doktorların yetiştirilmesi, bizim bildiğimizden ve anladığımızdan çok başkaydı. Doktorların büyük bir kısmı, yalnız sabahları hastalarını yoklar ve onlara bir sürü ilaç yazarlardı. Bu ziyaretim sırasında 300 hastanın ateşini ölçmek için bir tek termometre var ise, bunu sevinçle karşılamak gerekirdi. Sıhhiye erlerinden çok azı termometre kullanmasını biliyordu. Çünkü pek azmin okuma yazması vardı. Yalnız hasta subayların ateşi ölçülürdü. Erler için buna gerek görülmezdi. Kişileri dikkate almadan, işin gereğine göre hizmet etmek, görevi görev olarak yapmak, bu hastane personelinin yabancı olduğu bir durumdu.

Onlar her zaman gözaltında iş görmeye alışmışlardı ve buna gereksinimleri vardı. Askerî Kurul’da en yüksek rütbeli doktor olan Prof. Dr. Mayer, askerî hastanelerde kısa zamanda büyük değişiklikler yaptı ve onları iyi bir duruma soktu. Sonraları, Dünya Savaşı sırasında Türk hastanelerinin görevlerini tam olarak yapmaları, birinci derecede bu doktorun çabalarının sonucudur. Bu arada belirtmeliyim ki, Türk askerî sıhhiyesinin çok [23] bilgili, iyi yetişmiş başkanı Süleyman Numan Paşa’nın çabaları da az değildir. Askerî Kurul’un ordu hizmetlerinin her alanında başardığı işlerin bize pek çok düşman kazandırdığı da bir gerçektir. Ama buna karşılık, modern görüşlü çok kimsenin, bu çalışmalarla ordunun Balkan Savaşı’ndaki durumuna göre çok ileri gittiğini düşündüğü de yadsınamaz bir olaydır. [24] II. Amiral Limpus, General Baumann ve İstanbul’daki II. Amiral Limpus, General Baumann ve İstanbul’daki Kordiplomatik Alman Askeri Kurulu İstanbul’a geldiği zaman, burada uzun süredir çalışmalarda bulunan bir İngiliz Deniz Heyeti vardı. Heyetin başında Amiral Limpus bulunuyordu. Bu heyetin çalışmaları sonradan eleştirilere uğramışsa da, bunların doğruluğu konusunda bir şey söyleyemem. Çünkü Doğu’da her türlü iftira kolaylıkla yapılır ve bunlar ağızdan ağıza yayılarak çiğ gibi büyür. Alman Askeri Kurulu yalnız kara ordusuyla uğraştığı ve İngiliz Deniz Heyeti’nin çalışmaları da yalnız donanmayla ilgili olduğu için, her iki kurulun birbiriyle ilişkisi yoktu.

Aralarında bir anlaşmazlık da çıkmadı. Savaştan önce İngiliz Deniz Heyeti ve Amiral Limpus’la ilişkilerimiz dostça oldu. Yalnız kara ordusu ile deniz kuvvetlerinin ortak manevralarına, bazı temel nedenlerden dolayı izin vermedim. 1914 Haziranında Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, silahlı bir çatışmaya yol açabilecek kadar gerginleşince, Enver’in başkanlığında bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Alman Askeri Kurulu ile İngiliz Deniz Heyeti birlikte katıldılar. Toplantıya, yabancı devlet yurttaşı olarak [25] Amiral Limpus’tan başka Türk Jandarma Kuvvetlerine komuta eden Fransız General Baumann da katılıyordu. Sözleşme gereğince, Türk ordusunda çalışacak yabancı subayların alınmasına benim izin vermem gerekirdi. Bu nedenle, gerek General Baumann ve gerekse jandarmada çalışan öteki yabancı subaylar için benden izin alınması gerekiyordu. Jandarma kuvveti, 80 bine varan seçme birliklerden oluşmuştu. Türk Harbiye Nezareti, olası bir çatışmayı önlemek için ustaca bir yol bulmuş ve Alman Askeri Kurulu’nun gelmesinden birkaç gün önce jandarmayı ordudan ve Harbiye Nezaretinden ayırarak Dâhiliye Nezaretine bağlamıştı. Bundan ötürü Baumann ile ilişkilerimiz bu çerçeve içinde oldu. Kendisinden her zaman saygı gördüm ve bu durum sonuna kadar sürdü. 1913 yılı Aralık ayında İstanbul’a vardığımda, Kordiplomatik Duayeni 8 , AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun Sefiri Kont Pallaviçini’ydi. 1918’de Mütarekeden sonra Suriye’den İstanbul’a döndüğüm zaman, Kont Pallaviçini yeni ‘Duayen’di. Pallaviçini, 12 yıl gibi bir zaman Avusturya Sefirliği görevini sürdürmüş ve Türklerin gerçekten güvenini ve saygısını kazanmıştı.

Eski ekol diplomatlardan olan Pallaviçini, kendisini yakından tanımayanlara tam anlamıyla “bön” bir insan olarak görünürdü. Her yeni haberi büyük bir şaşkınlık ve derin ilgiyle karşılardı. Oysa, Türkiye’deki her olaydan önceden haberi olur, ama bunu kimseye sezdirmezdi. Her yerle ilişkileri olduğu için, haberleri öteki diplomatlar gibi yalnız politik ajanlar aracılığıyla almaz, çeşitli kaynaklardan yararlanırdı. Alman İmparatorluğunun sandığı gibi kötümser bir insan da değildi; tersine, olacakları çoğu zaman, [26] önceden doğru olarak sezer ve tahmin ederdi. Ata binmekten çok hoşlanan, İstanbul ve Tarabya’da pek çok kişi tarafından tanınan ve sevilen, her tanıdığını güler yüzle ve Avusturyalıların geleneği üzerine Lâtince “Servus!” 9 diye selâmlıyan bu zeki diplomatın savaş yılları boyunca büyük sıkıntılar çektiğini düşünmek güç değildir. Türkiye’de kaldığım beş yıl içinde beş Alman sefiri tanıdım. Bunlardan birincisi Baron von Wangenheim’dı. Baron von Wangenheim, 1915 yılı sonbaharında İstanbul’da öldü ve Tarabya’daki sefaret bahçesinde hazırlanan mezara gömüldü. Alman Askeri Kurulunun Türkiye’ye gönderilmesini hazırlayan ve sağlayan, ayrıca Türk-Alman işbirliğini gerçekleştiren Baron von Wangenheim’dır. Bunu kişiliği, enerjisi ve üstün çalışmasıyla başarmıştı. Türklerin iç sorunlarına ve özellikle Jön-Türklerin, İttihat ve Terakkinin ortaya attığı düşüncelerin yarattığı durumlarını değerlendirilmesinde, bana göre, biraz fazlaca iyimserdi. 1915 yazındaki hastalığı sırasında von Wangenheim’a Prens Hohenlohe vekâlet etmişti. Bu vekâlet, Kont Volf Metternich bu önemli göreve atanıncaya kadar sürdü. Bu son derece akıllı ve uzak görüşlü diplomat -ki Türkler tarafından biraz çekingen görülmüş olması söz konusudur-İstanbul’daki Almanlar tarafından örülen entrika ağı karşısında ancak bir yıl tutunabildi.

Enver, 1916 sonbaharında, bir kısmı Alman Sefaretinde, öteki kısmı Türk Genelkurmayında bulunan Alman subaylarıyla birlikte Pless’deki Alman Genel Karargâhına gittiği zaman, Türk hükümetinin hiçbir yetkisini taşımadığı halde, Alman sefirinin değiştirilmesini istemiş ve isteği genel karargâh tarafından yerine getirilmişti. Kont Metternich’in yerine gelen sefir von Kühlmann, Türkiye’yi gençken tanımış ve Türk düşünce tarzını gerçekten [27] iyi bilen ye buna göre davranmayı başaran bir insandı. 1917 yazında aynı Alman entrikacılar ona karşı da harekete geçtiler. Eğer Kühlmann, Alman Hariciye Nezaretine atanmış olmasaydı, bu kere amaçlarına ulaşacaklarına hiç kuşku yoktu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir