Abdulhakim Yuce – Efendimiz’in Bir Gunu

Normal bir ömür yaşamış her hangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani ‘bir gün’ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiçbiri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi, – gökler ötesi âlemle sürekli irtibat hâlinde, – manen sürekli yükselen, – her biri ayrı bir heyecan verici ve hayatı yeniden inşa edici vahiyler alan, – bütün insanlığın dertlerine derman olmakla görevlen di rilmiş, – her yönü hikmet dolu bir aile reisi olan, – can dostlarının yanı sıra azılı düşmanları da bulunan, – yüzü daha çok ahirete dönük, – engin bir ibadet hayatı yaşayan, – bütün insanlık arasında bütün güzellikleriyle zirveyi tutan, müstesna bir zat ise (ve konu kısa sayılabilecek bir makale çerçevesinde ele alınacaksa) iş daha da zorlaşacaktır. Ancak Efendimiz’in hayatı hemen her günü ile tespit edildiğinden bu zorluk kısmen hafiflemektedir. Okuyucunun kolay anlamasını sağlamak ve Efendimiz’in bir gününü bütünüyle ele almak için girişte şöye bir yöntem izlemeyi uygun gördük: Günü belli dilimlere ayırıp, söz konusu ettiğimiz zaman diliminde Efendimiz’in işlediği fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele alarak ortaya koyduk. Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan onu da ayrı bir zaman dilimi olarak ekledik. Sabah Yeryüzünde günlük hayat, gün doğmadan başlar. Şeb nem lerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına, kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan külli bir zikir hâlkasına otururlar. Zira bu saatler baharın başlangıcına, insanın rahm-ı madere düştüğü döneme, yer ve göklerin altı günlük yaratılış serencamesinin birinci gününe benzer, onları hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder. İnsan da, diğer varlıkların cibilli bir şekilde kurmuş olduğu zikir hâlkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de güne sabah namazı ile başlardı. Bilindiği gibi, Medine’de çok sade ve mütevazı olan hane-i saadetleri mescidin avlusunun bir tarafını oluşturuyordu. 1 Âmâ bir sahabi olan Abdullah b. Ümmi Mektum’un okuduğu ezanla sabah namazının vaktinin girdiğini ilan eder, 2 Hz.


Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine’de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz’in arkasında kılmaya gayret ederlerdi. Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihî hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşulurdu. Yani ibadet hâlkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan hâlkası kurulurdu. 3 Bu ilim ve irfan hâlkasının her gün kurulduğu şu olaydan anlaşılmaktadır: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hanımlarını tedip etme ve sonrakilere de bu konuda yapılması gerekeni gösterme adına, yaklaşık bir ay hanımlarıyla konuşmama kararı aldığı gün, sabah namazını kılar kılmaz, mutad olan sohbeti yapmadan hemen Meşrübe adı verilen cumbaya çekilmişti. Başta Hz. Ömer (radıyallahu anh) olmak üzere bütün sahabe mühim bir şey olduğunu anlamıştı. Gerçekten de, bazı ayetlerin nazil olmasına sebebiyet veren İlâ Hadisesi vuku bulmuştu. Bu hadiseden de anlaşıldığı gibi, bundan önce sabah sohbetleri pek terk edilmemiştir. On yılı aşkın bir süre, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren “Peygamber Sohbeti”nin neler kazandırdığını ancak yaşayanlar bilir. Efendimiz’i dinlemek, Mütekellim-i Ezeli’yi dinlemek gibidir. Çünkü gelen vahiy, Allah Resûlünün o tertemiz vicdanından ve dupduru gönlünden, aynen, geldiği nezahetiyle aksetmektedir. Bu itibarla da O’nu bilenler, O’nun karşısında sadece susar ve O’nu dinlerdi. Bazı rivayetler Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kuşluk vaktine kadar mescitte oturmaya devam ettiğine ve kuşluk namazını kıldıktan sonra mescitten ayrıldığına işaret etmektedir.

Nitekim bunu tavsiye eden bir hadis-i şerifte şu ifadeler bulunmaktadır: “Kim sabah namazını kıldıktan sonra yerinde bekler ve iki rekât kuşluk namazı kılıncaya kadar sadece hayırlı şeyler konuşursa, denizin köpüğü kadar hataları olsa bile af olur.” 4 Bu sohbetler sırasında bazen ashabın gördüğü rüyaların da tabir edildiğine yukarıda işaret etmiştik. Efendimiz, namazdan sonra “Müjdeleyici (rüya) gören var mı?” diye sorar, ashap da gördükleri rüyaları anlatırlardı. Bu hadisiyle ilgili Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh) şöyle bir olay nakleder: “Hz. Peygamber’in sağlığında ashaptan birisi bir rüya görünce, onu Hz. Peygamber’e anlatırdı. Ben de bir rüya görmeyi ve Allah Resûlü’ne anlatmayı çok arzu ederdim. O sırada gencecik bir delikanlıydım ve mescitte uyurdum. Bir gün, şöyle bir rüya gördüm: İki melek beni yakalayarak cehenneme götürdü. Cehennem, kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada, kendilerini yakından tanıdığım kimseler de bulunuyordu. O anda ‘Cehennemden Allah’a sığınırım!’ demeye başladım. Bu sırada yanımıza başka bir melek gelerek bana, ‘Korkma, sen buraya atılmayacaksın.

Senin için tasa ve endişe yoktur.’ dedi. Abdullah (radıyallahu anh) şöyle devam ediyor: “Bu rüyamı Hz. Pey gam ber’in hanımı olan ablam Hafsa’ya anlattım. O da Efendimiz’e anlatınca şöyle buyurmuş: ‘Abdullah ne iyi in sandır; keşke ge cenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi!’ Zira cehennem şeklinde onun nazarına arz edilen, berzah azabına ait bir tablodur. O tabloyla gösterilen azaba maruz kalmamanın tek yolu ise, gecenin ibadetle aydınlatılmasıdır. Abdullah’ın kölesi Salim, “Bu olaydan sonra Abdullah, az bir kısmı hariç, geceleri uyumazdı.” der. 5 Hz. Ömer’in oğlu Abdullah her yönüyle babasıyla atbaşı giden bir insandı. Babasından sonra, hem de o günün insanları, başlarında hâlife olarak onu görmek istiyorlardı. Eğer Hz. Ömer bizzat mâni olup “Bir evden bir kurban yeter!” demeseydi, belki de ümmet onu hâlife seçecekti. O, hem bir ilim okyanusu hem de takva ve zühdün zirvesinde bir insandı. Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı.

Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa “Öyle ise oruçluyum.” 6 der o günü oruçlu geçirirdi. “Bir şey var.” denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerden ibaretti. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı. O’nun yemeği ile ilgili yakın çvresinin gözlemleri şunlardı: – Medine’ye hicretinden vefatına kadar Allah Resûlünün ailesi, üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadı. – Bazen açlıktan karnına taş bağladığı olurdu. – Hane-i saadette en çok yenilen-içilen iki şey vardı: hurma ve su. – “Ben Allah’ın kölesiyim ve köle gibi yemek yerim.” der dizleri üstüne oturarak yerdi. 7 – Acıkmadan yemez ve doymadan kalkardı. Bu ve benzeri ifadelerden şunu anlıyoruz: Efendimiz’in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat’edilmiyor, yemek masaları kurulmuyor vs. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer mühim şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu. Hz.

Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) öğleden önce bir süre dinlenirdi. Bilindiği gibi insanın biyolojik yapısı uykuya ihtiyaç duyacak şekilde yaratılmıştır. Durup dinlenmeden faaliyet gösteren beden, bir süre sonra enerjisini yitirip yıpranmakta ve değişik hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Onun için kişinin geceleri uyuyup dinlenmesi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Ancak, gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememe, iş yoğunluğu, stres, dolayısıyla dikkatin dağılması, bedenin yorulması ve sıcak iklim şartları sebebiyle gündüz uyuyup dinlenme de gerekebilmektedir. İslamî literatürde bu uykuya kaylûle denilmektedir. Türkçemizde bu, öğle uykusu veya öğle öncesi uyku olarak ifade edilebilir. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu saatlerde bir süre dinlenmeyi tavsiye etmesinin yanı sıra, bir nevi adet hâline getirmiş olması, kaylûlenin sünnet olarak telakki edilmesine neden olmuştur. İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gündüz orucuna sahur yemeğiyle, gece ibadetine ise öğle uykusuyla (kaylûle) yardımcı olun!” 8 derken, Enes b. Mâlik’in rivayet ettiği hadiste ise annesi Ümmü Süleym’in, hemen her gün, evinde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) için bir sergi serdiği ve Efendimiz’in orada kaylûle yaptığı aktarılmaktadır. 9 Günlük hayatlarında öğle uykusuna mutlaka yer veren sahabe-i kiram ise, cuma günleri, cuma kılındıktan sonra diğer günlerde ise, öğleden önce dinlendiklerini özellikle vurgulamaktadırlar. 10 Diğer bir hadiste ise kaylûle, fıtrata uygun bir ahlâk (alışkanlık) olarak gösterilmiştir.

11 Öğle Öğle zamanı, bir yılla kıyaslandığında yaz mevsiminin ortasına; insan ömrüyle kıyaslandığında gençliğin kemaline, dünyanın ömrü ile kıyaslandığında dünyada insanın yaradılış devrine benzer ve onlardaki rahmet tecellilerinin nimetlerini hatırlatır. Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fâni dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir andır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamdedip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında kılınacaksa… Evet, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün cuma ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnakları kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz’in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kı lınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi. Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı kefaretlerin miktarı belirlenirken günde iki öğün üzerinden hesaplanmanın yapılması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulanmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yapan kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma hem bütçe dengeleri hem de sağlık açısından tavsiye edilmekle birlikte uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı, aşırı kilo problemi vb. durumlar is tisnadır. Hz.

Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan ayetleri vahiy kâtiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla hâlka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Meselâ hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi. Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek ve kabul ettikleri İslâm dininin esaslarını öğrenmek üzere, Peygamber Efendimiz’e heyetler gönderiyorlardı. Bunların sayısı 70’i aşmaktadır. İlk heyet, Hevâzin Kabilesi’nden hicretin sekizinci yılında gelmişti. Son heyet ise, Yemen’deki ‘Neha Kabilesi’nden, hicretin onuncu yılı Şevval ayında gelen heyettir. Söz konusu heyetlerin çoğu, hicretin dokuzuncu yılında geldiğinden bu yıla “senetü’lvüfûd” (elçiler yılı) denilmiştir. Efendimiz, kendisine gelen bu heyetlerle bizzat ilgilenir, onlara ikramda bulunur, her kabilenin hâline ve âdetlerine göre onlarla konuşurdu. Ayrılırken de uygun hediyeler verir, Müslümanlığı öğretmek üzere onlara öğretmenler, mürşitler gönderirdi. O mürşitlere: “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin.” 12 diye tembihte bulunurdu. Necran Hristiyanları da gelen heyetlerden biriydi. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara mescidinde ibadet etme imkânı vermiş ve İslam’ı kabul etmeyen bu heyetle bir antlaşma yaparak onu geri göndermiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir