Abdulhakim Yuce – Kalb Hayati

el-Muhâsibî’nin tam adı, Ebu Abdullah Haris b. Esed el-Basrî’dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklar, 165/781 tarihinde Basra’da dünyaya geldiğini kaydetmişlerdir. 1 Çocukluğunu Basra’da geçiren el-Muhâsibî, ortamın fikrî ve kültürel birikiminden bir süre yararlandıktan sonra, devrin en önemli ilim merkezi olan Bağdat’a göçmüştür. Zengin bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının bıraktığı külliyetli mirası, babasının kaderî fikirlerinden ötürü terk edip almamasından öğreniyoruz. 2 Daha sonra fakir bir hayat geçirmesine neden olan el-Muhâsibî’nin bu tavrı, onun zühd ve verâ’ının en güzel işaretidir. O, babasından miras bile olsa, şüpheli olanı kabul etmemiştir. Bu olaydan, ilim ehli bir ailede büyüdüğünü anlamak da mümkündür. Çünkü babası, kaderî fikirleri kabullenip savunacak derecede bilgili bir şahıstır. el-Muhâsibî’nin, gençliğinde zâhirî ilimleri tahsil ettiğini ve bu ilimlerde ileri seviyelere çıktığını, tabakât kitaplarının, onun hakkındaki şu ifadelerinden anlıyoruz: Zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri cem’den 3, tasavvuf, hadis ve kelâmda imam4, bilhassa hadiste fevkalade mahir 5, bir kimseydi. Bu seviyede âlim ve daha sonra değineceğimiz ve otuza yakını günümüze kadar ulaşan, iki yüzü aşkın eserine rağmen el-Muhâsibî’den çok söz edilmemiştir. Nitekim hayatı hakkında bilinenler, yani tarih ve tabakât kitaplarına geçen malumat, birkaç paragrafı geçmemektedir. Bunun nedenini, müellifimizin yaşadığı ortamda arayanlar olmuştur. Çünkü el-Muhâsibî, biri Ahmed b. Hanbel’in başını çektiği ve Ehlü’l- Hadis olarak bilinen düşünce, diğeri de, Vasıl b.


‘Ata’nın temellerini attığı Mü’tezile olmak üzere, zıt iki fikir cereyanının hükümferma olduğu bir ortamda yaşadı. Bu dönemde Mü’tezile, devlet desteği görmekte ve fikirlerini zora başvurarak yaymaktaydı. el-Muhâsibî, hadisçilere yakın ve onlarla aynı düşünceleri paylaşıyordu. Ancak, Ahmed b. Hanbel onun kelâmî meselelere dalıp, bu konuda bir takım düşünceler ileri sürmesinden hoşlanmamıştı. Gerekçe de, el-Muhâsibî’nin Mü’tezile’ye reddiye yazarken, onların fikirlerine uzun uzadıya yer vermesi, böylece bid’atçı fikirlerin ümmet arasında yayılması, şeklinde açıklanıyordu. Nitekim Ahmed İbn Hanbel’le aralarına soğukluğun girmesinin ve inziva hayatı yaşamasının nedenlerinden birinin bu olduğu, kaydedilmektedir. 6 Ancak el-Muhâsibî’nin, tabir yerinde ise, kenarda kalmasının nedeni sadece bu olmamalıdır. Onun yaşadığı asır, hadislerin rivayet, hıfz, yazma, toplama ve tasnifiyle uğraşılan ve bu iş için meşakkatli yolculuklar yapılan; aynı zamanda bid’at ve uydurma hadis tehlikesine karşı, şahısların ve sözlerinin çok ince tenkitlerden geçtiği bir dönemdir. Bu muhaddis ve râvîler, kendi metotlarından ayrılan ve fıkıh olsun, va’z olsun veya kelâm olsun, hadis dışındaki bütün ilimleri ve metotları şiddetle tenkit ederek bid’at damgasını vurmaktaydılar. Sünnetin korunması gayesiyle, nasların zahirine önem veriliyor, hangi sebeple olursa olsun, değerlendirmeler hoş karşılanmıyordu. Kısacası ilim, araştırma ve iyice anlama (fıkıh) değil; hadis, onun senedi ve metninden ibaretti. Hadis üzerinde fikir yürütmek, onun sınırlarını aşar. Ehl-i hadis, bir âlimin herhangi bir konuda araştırma ve içtihada dayalı bir şey söylediğini veya bir kelâmcının, Allah’ın sıfatlarından birinde bir görüş serdettiğini ya da bir nasihatçinin nefsin hallerinden birini şerh ve izah ettiğini gördüklerinde, hamiyet ve öfkeleri kabarıyor, yaptığına kızıyor ve kendilerince tenkide medar saydıkları bir vasfını hedefleyerek onu lekelemeye çalışıyorlardı. Cerh ve ta’dil kitaplarında bu tür olaylar az değildir.

7 Selefî bakış açısı olarak meşhur olan bu yaklaşımı el-Muhâsibî aşmak isteyince, şimşekleri üzerine çekti. Çünkü o, nefsin halleri, tezkiyesi ve ayıplarının açıklanması konusunda, çok erken devirlerde söz söyleme ve kitap telif etmeye başlamıştı. Bu konuların, sadece nasların zahirini değil, tefekkürü bile aşarak, çok ince bir iç gözleme ve daha sonraki dönemlerde çokça sözü edildiği gibi, ilhama ihtiyacı bulunmaktadır. Bu türden bir yaklaşımın selefî bakış açısıyla hoş karşılanmasını beklememek gerekir. Nitekim bu gün bile benzer sıkıntılar yaşanmaktadır. Diğer taraftan el-Muhâsibî, “her zahidin zühdü, marifeti, marifeti aklı, aklı da imanının kuvveti ölçüsündedir,” 8 der ve kalb, akıl ve amel bütünlüğünü vurgulardı. Tasavvufî tavrına rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemiş, hatta aklın kullanılmasını savunmuş ve özellikle Mü’tezile ile olan tartışmalarında, onların akılcı metodunu kullanmıştır. Bu da hadisçilerin tepkisine neden olan hususlardan biridir. Bu konuda Ebu Zur’a şunları söyler: “Ahmed ve başkaları, tıpkı helâl ve haram konularında şer’î delil olmaksızın sırf ictihatla söz söylemeyi kabul etmedikleri gibi, sûfîlerden havatır ve vesveseler üzerinde konuşanları da, bu konudaki sözleri şer’î bir delile dayanmayıp mücerred görüş ve zevkten kaynaklandığı için, yermişlerdir.” 9 İbn Kesir ise şu değerlendirmeyi yapar: “Ahmed b. Hanbel’in el-Muhâsibî vb. ile görüşmeyi hoş karşılamaması, onların sözlerinde bir nevi nimetlerden uzak durma ve şeriatın istemediği çetin riyazet kaideleri, zorluklar ve hakkında hiçbir emir bulunmayan dakik ve zirve seviyedeki muhasebenin varlığıdır. İşte bu yüzdendir ki, Ebu Zur’a er-Razî, el-Muhâsibî’nin er-Ri’ayesine vakıf olunca, bu bid’attır, demiş, kitabı getiren adama da, “sana düşen Malik, Sevrî, Evza’î ve Leys’in kabul ettiklerini kabul etmektir,” diye tembih etmiştir.” 10 İmam Ahmed b. Hanbel ve hadisçilerin bu tavrından olsa gerek, el-Muhâsibî 243/857 yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde cenazesine, beklenenden çok az kimse katılmıştı.

11 el-Muhâsibî’nin düşünce süreci ile Gazalî’nin düşünce süreci benzer çizgiler taşır; ikisi de tam bir kelâm tahsili aldı, dönemlerinin felsefî ve dinî meseleleri konusunda çok iyi techiz edilmişlerdi. Ama varıp karar kıldıkları netice aynı oldu: Tasavvuf. el-Muhâsibî’nin, Gazalî’nin Münkiz’ine bir prototip oluşturmuş olan Vesâyâ adlı eseri, kısmen de olsa, hayatının seyrini değiştiren fikrî olayları konu edinir. Onu etkileyen en önemli şey, ümmetin, her biri kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu iddia eden çok sayıdaki fırka ve alt fırkalara bölünmüş olmasıydı. Hayatının büyük bölümünü bu fırkalar arasında sırat-ı müstakimi aramakla geçirdi. Hakikati bilme ve yaşama iddiasındaki her türlü insanla görüştü, fakat hiç birinden tatmin olamadı. Birçokları, dünyevî makamlar ve menfaatlerle bu işi yapıyorlardı. el-Muhâsibî şöyle diyor: “Ben derinliğine tefekkür edip, uzun uzun düşünerek, hidayete ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün sünneti ve mü’minlerin icmaından anladım ki, haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu hak yolu aramaktan engeller, neticede de batıla düşürür.” 12 Bu düşünce onu, kendisine el-Muhâsibî adını vermeye neden olan muhâsebe yapmaya ve riyâzetle birlikte ahlâkî dönüşüme sevk etti. Gördü ki, hak ve kurtuluşa götüren yol Allah korkusundan (havf), O’nun emirlerine tabi olmaktan, O’na tam ihlâsla ibadet etmekten ve Resulü’nün sünnetine tabi olmaktan geçer. 13 el-Muhâsibî’nin Kelâm İlmindeki Yeri el-Muhâsibî’nin hayatını anlatan yazarların ihmal etmediği bir ifade de bir usûl adamı olduğu şeklindedir. 14 Bağdadî, buradaki usûl ifadesinin usûlu’d-din olduğunu belirtir. 15 Usûlu’d-dinden kastedilen ise, günümüz kelâm ilmidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahmed b.

Hanbel, elMuhâsibî’yi, kelâm ilmiyle ilgilenmesinden, özellikle de Mu’tezile’ye cevap verirken eserlerine önce onların fikirlerini yazıp sonra da bu fikirleri çürütme yoluna gitmesinden ötürü tenkit etmiştir. İbn Hanbel’e göre el-Muhâsibî, onların fikirlerini eserlerine almakla, yaygınlaşmasına neden olmaktaydı. “Çünkü” diyor İbn Hanbel, “onların yanlış fikirlerini okuyan kimse, bu fikri çürüten cevabı okumayabilir veya okusa da anlamayabilir. Böylece yanlış fikir kafasına yerleşmiş olur.” 16 Daha sonra gelecek olan Gazalî, eserlerinden çokça etkilendiği el-Muhâsibî’yi destekleyecek ve şöyle diyecektir: “Yanlış da olsa bir fikri inceleyip kaydetmeden çürütmek mümkün değildir.” 17 Siyasî ve dinî farklılaşmaların İslam toplumunun bütünlüğünü tehdit ettiği andan itibaren, onun birliğini koruma fikri, kendini orta yol ya da Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in İslam’ı anlama ve yaşama tarzını esas alma anlamında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak adlandırmıştır. Gerçekte bu kavram, vahye ilk muhatap olanların, inanç, ibadet, hukuk ve ahlak gibi bütün alanlarda İslam’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktarma yolunun temel alınmasını ifade ediyordu. 18 Düşünce ekolleri içerisinde geleneğe daha fazla önem veren ve bu yönüyle öne çıkan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir. İnancın aklî esaslarını ortaya koyma, geleneğin dilini bilgi düzleminde tanımlama ve düşünce düzleminde temellendirme onuru daha ziyade bu ekole aittir. İşte sıfatiye şeklinde adlandırılan ve el-Muhâsibî, İbn Küllab (240/853) ve Kalânîsî (255/869)’den müteşekkil grup bu düşüncenin öncülüğünü yapmışlardır. Eş’arî’nin sünnîliğe geçişine ışık tutan çizgi bu üç şahsın belirlemiş olduğu çizgidir. Bunlar seleften olmakla birlikte, kelâm ilmiyle uğraşmış ve selef mektebinin akidelerini, kelâmdan elde edilen delillerle savunmuşlardır. Eş’arî’nin hocasıyla fikir ayrılığına düşüp onlara katılmasıyla, onların görüşlerini kelâm metoduyla açıklamasına büyük destek olmuştur. 19 el-Muhâsibî, Mahiyetu’l-Akl ve Fehmu’l-Kur’an adlı eserlerinde, akıl, Kur’an ve Allah’ın sıfatları, eşyanın yaradılışı gibi kelâmî konuları incelemektedir.

Onun tasavvûfî tavrına ve itikadî konular dâhil bazı meselelerde aklın yetersizliğini belirtmesine rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemesi, hatta yerine göre aklın kullanılmasını savunması; özellikle Mu’tezile ile tartışmalarında onların yöntemlerini kullanması, Ehl-i Hadis’in tepkisine neden olmuştur. Kısacası el-Muhâsibî’nin eserleri incelenince onun Ehl-i Hadis ile Mu’tezile arasında orta yolda bulunduğu, Ehl-i Sünnet ekolünün oluşmasına öncülük eden kişilerden olduğu anlaşılmaktadır. 20 el-Muhâsibî’nin Hadis İlmindeki Yeri Zâhirî ilimle bâtınî ilmi cem’eden, tasavvuf, kelâm ve fıkıhta imam, bilhassa hadiste fevkalade mahir olan el-Muhâsibî, sadûk, makbul bir râvî olarak kabul edilir. 21 el-Muhâsibî, Bağdat gibi, devrin ilim ve irfan merkezinde neşet ettiği için, geniş bir mürşid ve mederris kitlesinden yararlanma imkânı bulmuştur. Hocaları arasında şu isimler zikredilmektedir: “Abdullah b. Bekr, Ebubekir b. Ebi Şeybe, Ebu Davud et-Tayalisî, Haccac b. Hammad, Halef b. Hişam, Haşim b. Kasım, İshak b. İsa, Muaviye b. Ömer, Osman b. Ebi Şeybe, Ömer b. Talha, Şureyh b. Yunus, Veki b.

Cerrah, Yakup b. İbrahim ve başkaları. Kendisinden ise, Ahmed b. Hasan, Ahmed b. Kasım, Cüneyd-i Bağdadî, Ahmed b. Mesruk, İsmail b. İshak, Hüseyin b. Hayran ve başkaları rivayette bulunmuşlardır. 22 Hadiste imam olmasına rağmen Kütüb-ü Sittede rivayeti yoktur. Bunda bilhassa kendisini hadis rivayetine hasretmemesinin yanında, muasırlarından gördüğü muhalefetin tesiri olduğu düşünülebilir. Bu sebeplerden ötürü, eserlerinde zikrettiği ve çoğu Kütüb-ü Sitte’nin bir kısmında farklı senetlerle yer alan hadislerin, bu kitaplardaki senetlerine adı girmemiş olmalıdır. Eserlerinde hadislerle bolca istişhadda bulunan el-Muhâsibî, haliyle bir hadisçi gibi hareket etmemişti. O cemiyetin derin denizler halini alan ve içinde çok insanın boğulduğu, az insanın kurtulduğu ihtilaflarını müşahede etmiş, insanların dünyalıklara, riyâya, kibre vb. kötü ahlaklara gark olmuş durumlarını tahlil ederek tedavi yollarını aramıştı. 23 Bu sebeple O’nun için hadisin muhtevası önemliydi.

Filhakika bu bütün zahid ve sûfîler için ortak bir tutumdur. Bu açıdan el-Muhâsibî’nin hadis rivayetlerini incelediğimizde genellikle hadisleri senedsiz olarak zikrettiğini görürüz. Bu büyük ölçüde yazış gayesinden kaynaklanan bir durumdur. Hadis sevkinde kullandığı eda siğaları bu durumu gösterecek mahiyettedir. Fakat bu tesbit O’nun hadisleri hep senedsiz rivayet ettiği anlamına gelmemelidir. Özellikle ilk dönemlerinde yazdığı eserlerde, meselâ Fehmu’l-Kur’an’da hadisleri genellikle senedli vermiştir. Ancak el-Muhâsibî, daha ziyade sahabi râvîleri zikretmekle yetinir. Bazen de senedi vermemekle birlikle, ittisal ve inkita’ına işaret eder. 24 el-Muhâsibî nadir de olsa, sened tenkitleri yapar. 25 Kısacası sened konusunda el-Muhâsibî işin ehli biri olarak karşımıza çıkar. el-Muhâsibî’nin rivayet ettiği hadislerin çok az bir kısmı, lâfzen meşhur kitaplarda bulunan hadislerle uyuşmamaktadır. Bu durum, er-rivaye bi’l-ma’nanın caiz olması prensibiyle açıklanabilir. Çünkü el-Muhâsibî’nin dönemi henüz tasnif dönemidir. Tasnif döneminden sonra er-rivaye bi’lma’naya ihtiyaç kalmamıştır. Bazen rivayet farklılıklarına da işaret etmiştir.

26 el-Muhâsibî’nin ulaşılabilen eserlerinde kullanmış olduğu merfu 497 hadisin sıhhat ve zaaf durumunu tesbit etmek kolay değildir. Çoğu senedsizdir ve kendisi Kütüb-ü Sitte’nin müelliflerinin hepsinden önce yaşamıştır. Dolayısıyla bu hadislerin meşhur hadis kitaplarındaki senedlere göre tashih ve taz’ifi yerine, bir asıllarının olup olmadığına göre değerlendirilmesi daha uygun olur kanaatindeyiz. Bu prensibe göre hareket edilirse, tesbit edilen 497 hadisin 426 tanesinin asılları mevcuttur. Geriye kalan 71 hadisin bakılabilen hadis kaynaklarında bir asılları bulunmamıştır. Ancak aslı bulunmayan bu hadislerin tamamına yakınının şahidlerinin olduğunu belirtmeliyiz. Bu durumda, bunların görmediğimiz veya bize ulaşmayan bir asıllarının olması uzak bir ihtimal değildir. 27 er-Ri’aye’de aslı bulunmayan 31 hadis vardır. Telif ettiği ilk eser olan Fehmu’l-Kur’an’da ise bir tane aslı bulunmayan hadis vardır. Burada şunu düşünmek mümkündür: el-Muhâsibî, Ehl-i Hadis muhitinde bulunurken onların yanında mütedavil olan hadisleri kullanmıştır. 28 Zamanla onların muhitinden ayrılıp zahid ve sûfîlerin çevresine dâhil olunca, bu sefer onların yanında yaygın olan, dikkatlerini, meraklarını teksif ettikleri muhtevadaki hadisleri kullanır olmuştur. Gerçekten de aslı bulunmayan söz konusu hadislerin ilgili oldukları mevzular da bizi böyle düşündürecek mahiyettedir. Bu hadislerin hemen hepsi zühd, dünya, kibir, riyâ, ihlâs havf-recâ, zikir, adap vb. ahlak-ı hasene veya seyyi’e ile ilgilidir. Bu tür hadisleri kullanmasında terğib, terhip ve ahlakla ilgili hadisler konusunda hadis âlimlerinin mütesahil tutumları da rol oynamış olmalıdır.

Şurası bir vakıa ki, muhaddisler mezkûr konulardaki hadislerde, ahkâm hadislerinde gösterdikleri titizliği göstermeyip bu konularda zayıf hadisleri kullanmakta beis görmemişlerdir. 29 Abdurrahman b. Mehdi ve Ahmed b. Hanbel’in sözlü beyanlarının yanında 30 Abdullah b. el-Mübarek’in Kitabu’z- Zühd’de, Buharî’nin el-Edebu’lMüfred’de kullandığı hadisler bunun açık delilleridir. el-Muhâsibî de bu espriye uygun hareket etmiş olmalıdır. 31 el-Muhâsibî ve Dış Tesirler Tasavvufu bir nevi mistisizm olarak gören ve mistisizmi insanlığın malı, ortak tavrı, her dinin özü ve muharrik gücü 32 şeklinden niteleyen müsteşrikler, İslam’la ilgili, özellikle tasavvufu konu edindikleri çalışmalarında bütün gayretlerini, bu müessesenin İslam dışı etkilere borçlu olduğunu kabul ettirmek için harcamışlardır. Bu insanlardan şunun veya bunu insaflı veya objektif olduğunu söylemek, mutlak bir hakikati ifadeden çok, bir nisbet ve derecelendirme gösterecektir. Onlardan hiç birinin tamamen objektif ve art niyetten uzak olduğunu söyleyebilmek, üzülerek belirtelim ki, mümkün olmuyor. İnsanlığın ilim ve tefekkür tarihi bakımından derin bir üzüntü olarak karşımızda duran bu olgu, ne yazık ki, bir gerçektir. 33 Bu düşüncenin doğru olmadığının en büyük delillerinden birisi de el-Muhâsibî ve eserleridir. Derin bir tefekkür ve araştırma ürünü olan eserlerinde dış tesirin izini bulmak mümkün değildir. Bu eserler tamamıyla, Kur’an ve Hadisin oluşturduğu genel kültürün ürünleridir. Batılı ilim adamlarının yeterince ilgilerini çekmemesinin nedeni de bu olmalıdır. Nitekim Nicholson, üçü tasavvufla ilgili olmak üzere, İslam dini ve Müslümanlar hakkında yazmış olduğu dört 34 kitabında, el-Muhâsibî’den bir defa bile söz etmemiştir.

Ancak, İslam Kültürü adlı eserinde kısa bir paragrafla söz edip geçmektedir. Diğer yazarların da genel tavrı bu şekildedir. Etraflı bir inceleme yapmadan el-Muhâsibî’den çok kısa bir kaç cümle ile söz eder ve konuyu şöyle bağlarlar: “el-Muhâsibî Hristiyanlıktan etkilenmiştir.” Bu iddialarına delil olarak da, onun bazı eserlerinde, Hz. İsa’nın bazı sözlerini ve İsrail oğullarından bir iki hikâyeyi aktarmasını gösterirler. Oysa ayet ve hadislerde bu tür aktarmalar olduğu gibi, birçok İslam âlimi de benzeri söz ve hikâyeler aktarmışlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd adlı eserinde, Hz. İsa’dan öğütler; Hz. İsa’dan hikmetler ve Hz. İsa’nın zühdü adı altında üç fasıl ayırmıştır. Ama hiç kimse onun Hristiyanlıktan etkilendiğini iddia etmemektedir. el-Muhâsibî’nin hikmet kavramını kullanması da bu etkilenmeye delil gösterilemez. Çünkü Kur’an 35 ve hadiste 36 hikmet kavramı kullanılmış; müfessir ve şarihler bunun üzerinde genişçe durmuşlar ve neticede hikmeti n, Allah’ın inayetiyle oluşan dinî bilgi ve ma’rifet olduğunu söylemişlerdir. Öyle ise el-Muhâsibî’nin, Hristiyanlıktan etkilendiği iddiası isbatlanması imkânsız ve delilden yoksun bulunmaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir