Ihsan Atasoy – Resulullah’in Aile Hayati

Bir gece, bir televizyon kanalında, bir tartışma vardı. Tartışma, nikâhsız beraberlikler, kadın-erkek ilişkileri, çok evlilik ve zinanın suç olmaktan çıkarılması konuları üzerineydi. Tartışma dönüp dolaşıp, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) evliliklerine gelmişti. Programı yöneten ve sunan kişi, ilâhiyatçı muhatabına bu konuyu sordu: “Neden Hz. Muhammed, başkalarını dört kadınla sınırladı da, kendisi 15 kadınla evlendi?” dedi. Cevap vermekte yetersiz kalan muhatabına üst üste sorular yöneltti. Konuşma, karşılıklı olarak şöyle devam etti: İlahiyatçı: “Bir kere Peygamber Efendimiz 15 kadınla evlenmedi. 9 kadınla evlendi. İkincisi, onun evlilikleri sıradan evlilikler değildi. Hasais-i Nebeviye’dendi.” Sunucu sordu: “Ne demek Hasais-i Nebeviye?” İlahiyatçı: “‘Peygambere özel durumlar’ demektir. Hem ayrıca onun evliliklerinin hepsinde ayrı hikmetler, siyasî ve sosyal gayeler vardır.


” Bu cevaptan tatmin olmayan programcı, biraz daha küstahlaşarak: “Siyasî ve sosyal gayelerini gerçekleştirmek için illâ da çok kadınla mı evlenmesi gerekiyordu? Başka yollardan bu gayelerini gerçekleştiremez miydi?” dedi. İlahiyatçının daha sonra söyledikleriyse, diğer konukların araya girmesiyle her zamanki gibi kaynamış oldu. O geceden beri bu konu üzerinde yoğunlaşmaya çalıştım… “Efendimizin evliliklerindeki asıl hikmetler nelerdir?” ve “Bu konuda, zihinlerde meydana gelebilecek soru ve şüpheleri kökünden cevaplayacak açıklama nedir?” Bunları mutlaka bulup tespit etmeliydim. Bu, Efendimizin (a.s.m.) manevî şahsiyetini şüphelerden uzak tutmak adına olduğu kadar, imanımızı sağlamlaştırmak adına da yapılması zorunlu bir vazifeydi. “Mektubat” ve Asıl Hikmet “Bismillah” deyip Mektubat’ı açtım. Yedinci Mektup’ta Üstad, Efendimizin Hz. Zeyneb’le evliliği konusuna değiniyordu. Bu vesileyle “çok kadınla evlilik” konusunu da izah ediyor ve bu konudaki şüphelere cevap veriyordu. Burada ortaya koyduğu mantık, son derece ilginç ve çarpıcıydı. Bu mektubu daha önce pek çok kere okumuş ve dinlemiştim. Fakat bu defa, tüm kamuoyu önünde zihinlere ekilen bir şüphenin giderilmesi adına okuyordum. Ve bu arada bugüne kadar dikkatimi çekmeyen önemli bir noktayı keşfettim… Âdeta zihnimde şimşekler çaktı.

Asıl cevap bu noktada düğümleniyordu. Peygamber evliliklerini nefsanî ve şehevanî telâkki eden eski zaman münafıkları gibi, yeni zamanın ehl-i dalaletine de verilen kesin ve susturucu cevap burada saklıydı. Üstad Bediüzzaman’ın buradaki izahından edindiğim sonuç özetle şudur: Evliliğin iki ana gayesi vardır… Birisi; neslin çoğalması, Diğeri; şehevanî duyguların meşru dairede tatmin edilmesidir… Neslin çoğalması, evliliğin illetidir. Yani en öncelikli gayesidir. Nefsanî arzuların tatmini ise, o vazifeyi gördürmek için yaratıcı tarafından verilmiş cüzi bir ücrettir. Tıpkı şahsî hayatın devamı için yemeğin içine konulan lezzet gibi… Gerek tarihî açıdan, gerekse insan yaratılışı açısından Peygamberimizin evliliklerini incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: 25 yaşına kadar, gençliğinin en heyecanlı çağında, kavmi içinde bekar yaşamış ve hiçbir kadınla ilişkiye girmemiştir. İffet sahibi olduğu, dost ve düşmanın ittifakıyla sabit olmuştur. Hatta kavmi ona, (her yönüyle güvenilen biri anlamında) “Muhammedü’l-Emin” unvanını vermişlerdir. Oysa içinde bulunduğu toplum, çok kadınla münasebeti normal addediyordu. O, eğer isteseydi, (gerek 25 yaşına kadar ve gerekse daha sonraki hayatında) pek çok (hem de bakire) kızla hayatını birleştirebilirdi. Ancak o böyle yapmayıp, kendisinden 15 yaş büyük, 40 yaşında dul bir kadınla evlenmiştir. Hem de bu evliliği, eşi vefat edene kadar tam 25 yıl sürmüştür. Yani elli yaşına kadar tek bir hanımla yetinmiştir. Onun evliliklerinde nefsaniyet olmadığının bir delili de, müşriklerin davasından vazgeçmesi için yaptıkları teklife verdiği cevapta saklıdır. Müşrikler, amcası Ebu Talip’e gelip, “Yeğenin eğer başımıza reis olmak istiyorsa, onu reis yapalım veya en güzel kız ve kadınlarımızı ona verelim.

Ta ki, bu davadan vazgeçsin” dediler. Amcası bu teklifi ilettiğinde Efendimiz (a.s.m.) şu karşılığı verdi: “Ey amca! Eğer sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar, vallahi ben bu davadan yine vazgeçmem.” Bu cevap, onun asıl amacının ne olduğunu çok net bir şekilde gösterir. Kadın gibi, reislik gibi insanların değerli addettikleri şeylerin onun nazarında ne kadar değersiz olduğunu ispata yeter. İkinci evliliği ise, Hz. Hatice’nin vefatından sonra, yine yaşlı ve dul bir kadınla, Hz. Sevde ile olmuştur. Hz. Sevde ile de üç yıl yaşadıktan sonra, yaklaşık 54 yaşına kadar hep tek kadınla yaşamıştır. İlginçtir ki, onun çok kadınla evliliği hayatının bundan sonraki son on yılı içinde gerçekleşmiştir. Bu gerçekler karşısında evliliklerinde şehvanî ve nefsanî arzuların tatmin gayesini aramak, insan tabiatını ve tarihî gerçekleri inkâr etmekle mümkündür… Ve bu yaklaşım asla insaflı ve mantıklı bir yaklaşım sayılamaz. Olsa olsa kasıtlı bir karalama maksadı taşır.

Hayatının son yıllarına rastlayan evliliklerinde yukarıda zikredilen evliliğin dayandığı her iki gayenin (neslin çoğalması ve nefsanî arzuların tatmini) bulunmadığını görürüz. Zira nesli, ilk eşi Hz. Hatice’den devam etmiştir. Daha sonraki evliliklerinde ise çocuğu olmamıştır. Sadece Mısırlı Mariye’den İbrahim dünyaya gelmiştir. Ancak o da bir buçuk yaşında vefat etmiştir. Görüldüğü gibi evliliklerin ana gayesi olan neslin çoğalması, Hz. Hatice’nin dışındaki evliliklerinde yoktur. Geriye evliliğin ikinci gayesi kalıyor… Yani nefsanî ve şehevanî duyguların tatmini… Peygamberimizin çok kadınla evliliğinde (gerek fıtrat ve gerekse tarihî gerçekler açısından) bu gayenin aranamayacağını gördük. Zira bir insanın nefsanî ve şehevanî arzularının en ateşli ve uyanık bulunduğu çağ, şüphesiz 15-45 yaş dönemidir… Şayet Hz. Peygamber, bu dönemde birçok güzel kadınla evlenmiş, sonradan onları terk edip daha başka genç ve güzel kadınlar almış olsaydı, şehvanî hisleri tatmin yolunda ileri sürülen iddialar bir dereceye kadar haklılık kazanmış olurdu. Oysa o böyle yapmamış, tam tersine, hayatının son on yılı içinde (53-63) (aralarında Ümmü Seleme gibi yaşça ilerlemiş ve birçok çocuğu olanlar da vardır) aldığı hanımları ileri yaşlarda ve dul olarak almıştır. Meselâ; Hz. Sevde, 53 yaşında ve duldu. Hz.

Zeyneb binti Huzeyme, 60 yaşında ve duldu. Ümmü Seleme, 4 çocuklu ve 65 yaşında bir duldu. Ümmü Habibe, dul ve 55 yaşındaydı. Meymune, 2 çocuklu ve duldu. Bir başka tarihî gerçek de şudur: Bu hanımlardan, eceli gelip ölenlerin dışında, hiçbirisinden ayrılmayı düşünmemiştir. Gençlik çağı geçtikten sonra nefsanî ve şehvanî arzularda gerileme olduğu inkâr edilemez bir fıtrat kanunu ve yaratılış gerçeğidir… İşte Peygamber Efendimizin evliliklerini tahlil ettiğimizde karşımıza bu ibretli tablo çıkmaktadır. Özetle ifade edecek olursak diyebiliriz ki: 15-45 yaş dönemindeki evliliklerde nefsanî ve şehevanî gaye aranabilir. Oysa Efendimiz, bu dönemde genç ve bakire kızlar ve kadınlarla evlenmemiştir. Tam tersine 40 yaşında, üstelik dul bir kadın olan, Hz. Hatice ile evlenmiştir. Ve bu evliliği Hz. Hatice’nin vefatına kadar sürmüştür. Evlilikleri, nefsanî duyguların büsbütün gerilemeye yüz tuttuğu 53 yaşından sonraki dönemde gerçekleşmiş olduğuna göre, bu evliliklerde mantığın gereği olarak başka gayeler aramak zaruridir. Bu sadece aklın ve mantığın değil, insan tabiatının ve insaflı bir değerlendirmenin de zorunlu bir gereğidir. Kaçınılmaz Soru Bu noktada şu kaçınılmaz soru akla geliyor: “O halde bu evliliklerde asıl gaye nedir?” Çünkü Peygamber Efendimiz gibi yüce bir şahsiyetin gayesiz en küçük bir davranışının bile olmadığı şüphesizdir… Buna göre, hayatının son dönemine rastlayan bu evliliklerde, normal evliliklerin dışında çok mühim hikmet ve gayeler olması gerekmez mi? Meselenin düğüm noktası işte buradadır.

Bu nokta bilinmediği ve gözden kaçırıldığı sürece bu evliliklerin asıl maksadı da anlaşılamaz. Konuya çözüm getiren Bediüzzaman Hazretleri, evvelâ bu evliliklerde pek çok gayenin bulunduğunu belirttikten sonra, asıl önemli olan noktaya şöyle parmak basar: Peygamberin sözleri gibi hal ve davranışları da dinî hükümlerin kaynağını teşkil eder. Bu hükümlerin dışa yansıyan kısmını sahabeler görüp tespit etmiş, ümmete bildirmişlerdir. Özel dairesindeki gizli hallerinden ortaya çıkan dinî hükümlerin şahitleri ancak onun nikâhı altında bulunan hanımları olabilirdi… Ve nitekim “Ezvac-ı Tahirat” denilen bu hanımlar, fiilen bu vazifeyi yerine getirmişlerdir. Kıyamete kadar hükmü devam edecek yüce bir dinin hüküm ve sırlarının neredeyse yarısının bu hanımlar eliyle bize geldiği düşünülürse, bu görevin ne derece büyük ve önemli olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Şu halde bu büyük vazifeye bir-iki tane değil, meşrep ve karakter bakımından pek çok farklı hanımlar lâzımdı… Burada özellikle altı çizilecek nokta şudur: Efendimizin özel dairesindeki dinî hükümlerin ve sırların tespiti ve kıyamete kadar gelecek olan ümmete duyurulması, öylesine büyük ve önemli bir vazifeydi ki, bu büyük vazife ancak farklı yaratılış ve karakterde hanımların katılımıyla görülebilirdi. İşte bu evliliklerin Mekke döneminde olmayıp da İslamî hükümlerin yoğunlukla ortaya çıktığı (nübüvvetin son yıllarına rastlayan) “Medine Dönemi”nde olması bu gerçeği doğrulayan önemli bir delildir. Bütün ümmeti kıyamete kadar ilgilendirecek mühim ve umumî bir görevin yerine getirilmesi için farklı yaratılışta, farklı yaşta, farklı karakterde hanımların görev başında olması gerekliydi. “Ezvac-ı Tahirat” Okulu Medine dönemi, İslamî hükümlerin yoğun biçimde geldiği ve Resulullah tarafından ümmete öğretildiği dönemdir. Erkek sahabeler Mescid-i Nebevî’de her zaman Resulullah’ı görüp, sorularını sorup, cevaplarını alabiliyorlardı. Neyi, niçin ve nasıl yapacaklarını kolaylıkla öğrenebiliyorlardı. Hanımlar için bu konu o kadar kolay olmuyordu. Onların da soracakları, öğrenecekleri vardı. Bu maksatla hanımlar, durumu Resulullah’a arz ederek, kendileri için Hane-i Saadet’te haftanın bir gününü ayırmasını istediler. Resulullah, onların bu teklifini kabul etti.

Ve hanımlar, haftanın bir günü Efendimizle bir araya gelip, sorularını sorup, dinî ahkâma dair cevaplarını alıyorlardı. Böyle bir ders sırasında hanımlar Efendimizle bir aradayken, enteresan bir hadise cereyan etti. Bir ara hanımlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Seslerini normalden fazla yükseltmişlerdi. Birbirlerine cevap yetiştiriyorlardı… O sırada kapının önünden geçmekte olan Hz. Ömer, Resulullah’ın huzurunda gürültülü konuşulmasından rahatsız olup, kapıyı çaldı. Kapıyı aralar aralamaz, onu gören hanımlar hemen sesi soluğu kesip, kendilerine çekidüzen verdiler. Hz. Ömer, bu durumdan da rahatsız oldu ve: “Hanımlar, bu nasıl iş? Benden çekiniyorsunuz, ama Resulullah’ın huzurunda gürültülü konuşmaktan sakınmıyorsunuz?” diye kadınları ikaz etmekten kendini alamadı. Bunun üzerine hanımlar, içten gelen bir itirafta bulundular: “Ya Ömer, sen çok sertsin. Resulullah öyle değil!” Her şeyini Resulullah uğruna feda eden Hz. Ömer, onunla ters düşmüş olmaktan hoşnut olmadı. Bunu fark eden Gönüller Sultanı araya girerek: “Ya Ömer, sen geniş bir caddede yürüsen, şeytan da karşıdan gelse, seni görüp yolunu değiştirir” dedi ve gönlünü aldı. İşte Hane-i Saadet, bir nevi “hanımlar okulu” olmuştu. Özellikle Efendimizin hanımları bu okulun devamlı öğrencileri, bir manada öğretmenleri idi… Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç.

Dr. Raşit Küçük bu hususu şöyle dile getirir: “İslam’ın hükümleri hem erkek, hem de kadın cinsini kapsayıcı niteliktedir. Fakat sadece erkeklere ve sadece kadınlara yönelik hükümler de vardır. Hz. Peygamber, genel hükümlerin veya erkeklerle ilgili hükümlerin öğretilmesi hususunda fazla sıkıntı çekmiyordu. Çünkü onlar kendi cinsleriydi. Kadınlarla ilgili ahkâmın öğretilmesinde, yaşanmasında ve yaşatılmasında müşküllerin halli ve soruların cevaplandırılmasında kadınlardan faydalanmak mecburiyetindeydi. Peygamber Efendimizin değişik yaş ve kabiliyetteki hanımları mümin hanımlar için bir eğitim-öğretim kadrosu niteliği taşıyordu. Âdeta evleri bir mektep, onlar da bu mektebin eğitimcileriydiler. Peygamber Efendimizin vefatından sonra da bu durum canlılığını koruyarak, hatta arttırarak kendini devam ettirmiştir.” (İzmir Ebedî Risalet Sempozyumu Tebliği, 1993) Aslında Resulullah’ın Medine’de, Mescid-i Nebevi’nin civarında bulunan okulu iki bölümden oluşuyordu. Birisi; erkek sahabelerden oluşan “Ashab-ı Suffa Okulu”ydu. Diğeriyse, hanımlardan oluşan “Ezvac-ı Tahirat Okulu”ydu. İslamî hükümlerin doğrudan doğruya Resulallah’tan öğrenilip, ümmete ders verilmesinde Ezvac-ı Tahirat’ın haneleri bir okul, kendileri de o okulun hem daimî öğrencileri hem de öğretmenleri idiler. Bu görev, yukarıda da belirtildiği gibi, Efendimizin ahirete intikalinden sonra da devam etmiştir.

Suffa Okulu’nun önde gelen “Demirbaş bir talebesi” ve bütün hayatını hadislerin muhafazasına vakfeden, bu hizmeti yerine getirirken hafızasının kuvvetlenmesi için Resulullah’ın duasına mazhar olan Ebu Hureyre olduğu gibi, Ezvac-ı Tahirat Okulu’nun da birinci talebesi; zekâ, hafıza ve kavrayış gibi üstün kabiliyetlere sahip, Efendimizin biricik eşi, Hz. Aişe’dir. Nitekim “Muksirun” diye anılan, en çok hadis rivayet eden sahabelerin başında 5374 hadisle Suffa Okulu’nun baş öğrencisi Ebu Hureyre geldiği gibi, dördüncü sırada 2210 hadisle de “Ezvac-ı Tahirat Okulu”nun öncüsü Hz. Aişe gelir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir