Ahmet Cevizci – Metafizige Giris

Metafizik, amacı şeylerin gerçek doğasını -var olanın var olmak bakımından anlamını, yapısını ve ilkelerini- belirlemek olan felsefî araştırmadır. Bu araştırma her ne kadar genellikle, oldukça derin ve en yüksek ölçüde teorik olan bir çalışmaya işaret eden bir şey olarak anlaşılıp birçok eleştirinin boy hedefi yapılmış olsa da, metafizikçiler tarafından, o bir bütün olarak gerçeklikle ilgili olduğu için, araştırmaların en temeli ve en geniş kapsamlısı olarak takdim edilir. I. Metafiziğin Doğası ve Kapsamı Terimin Kökeni Metafizik terimi, etimolojik açıdan pek aydınlatıcı bir terim değildir. O, “fizikten sonra gelen” anlamını taşır; buna göre, metafizik Aristoteles’in ilk öğrencileri tarafından, Aristoteles’in, *William Henry Walsh ve Bruce Withington Wilshire tarafından kaleme alınmıştır. onun kendisinin ilk felsefe adını verdiği konu üzerine olan denemesinin içeriğine atıfta bulunmak üzere kullanılan deyimdi ve Aristoteles’in ilk editörlerinden biri olan Rodoslu Andronikosça bu denemenin başlığı olarak kullanıldı. Aristoteles teorik düşünen filozof için, öncelikle doğal veya duyusal dünyada varolanların doğasını ve özelliklerini araştırmak ve ikinci olarak da, “Varlığın varlık olmak bakımından” karakteristiklerini serim – leyip, “hareketten bağışık olan tözün” veya şeylerin en gerçeği olan şeyin ya da doğal dünyadaki herşeyin kendisine nedensel olarak bağlı bulunduğu akledilir gerçekliğin özünü incelemek gibi iki görevi birbirinden ayırmıştı. Bunlardan birincisi “ikinci felsefec i meydana getirdi ve öncelikle Aristoteles’in, günümüzde Fizik olarak bilinen denemesinde gerçekleştirildi; Aristoteles ‘in (Tanrı onun sisteminde hareket etmeyen hareket ettirici olduğu için) aynı zamanda “teoloji” diye gönderme yaptığı ikincisi, aşağı yukarı onun Metafizik’inin konusunu oluşturur. Aristoteles’in modem okuyucuları hem Fizik ve hem de Metafizik’i felsefî de – nemeler olarak görme eğilimindedirler; empirik bir araştırma ile kavramsal bir inceleme arasındaki, bu eserlerin başlıklarının telkin ettiği türden bir ayırımın gerçekte pek bir temeli yoktur. Aristoteles gerek doğa felsefesinde ve gerekse metafiziksel fel – sefede, olgusal malzemeye hiçbir zaman kayıtsız kalmadı, bununla birlikte, o her ikisinde de empirik sınamaya elverişli teoriler oluşturmakla pek ilgilenmedi. Yine de, iki eseri birbirinden ayırmak gerekseydi eğer, Fizik’in tam tamına, duyuların nesneleri olan, Aristoteles’in kendisinin “duyusal tözler” adını verdiği, şeyleri konu aldığı için, açıktır ki, daha empirik bir eser diye tanımlanması gerekecekti; Metafizik’m konusunu meydana getiren, “ezelî-ebedî ve hareketten bağımsız olup, ayrı bir biçimde varolan” varlık, her hâlükarda çok daha uzaktır. Özgün başlıklarda işaret edilen bağın gerçek bir bağlantı olduğu da aşikârdır: Fizik- ‘te gerçekleştirilen doğayla ilgili araştırmalar doğallıkla, Varlık olmak bakımından Varlığa ilişkin olarak Metafizik’te yer alan araştırmalara götürür ve gerçekten de, tek bir felsefî disiplin meydana getirecek şekilde, sonuncuyla birlikte gider. Aristoteles’in bölümlemelerinin ardalanı, onun kendisiyle birçok konuda uyuşmazlığa düştüğü, ama temel fikirleriyle dü – şüncesinin önemli bir kısmının içinde geliştirilmiş olduğu genel kavramsal çerçeveyi sağlayan Platon’un düşüncesinde bulunmak durumundadır. Metafiziğin babası olarak bilinen kadîm Yunan düşünürü Parmenides’i takip eden Platon, sanı ya da inancı bilgiden ayırma ve bunlardan her birine ayrı nesneler izafe etme gay – reti içinde olmuştu. Platon için sanı, şeyleri bir düşte veya sadece gölgeleri aracılığıyla görmeye benzer olan, açıklıktan yoksun ve değişken bir bilgi tarzıydı; onun nesneleri de, buna bağlı olarak, durağan değildi.


Bilgi ise, bunun tam tersine, tümüyle açıktı; yanlış karşısında kendi teminatını yine kendisinde taşımaktaydı ve onun kendisine konu aldığı nesneler, ezelî-ebedî olarak her ne ise olup, dolayısıyla değişmeden ve olmadıkları bir şey gibi görünme aldatıcı gücünden bağışıktılar. Platon sanının nesnelerine fenomenler veya görünüşler adını verdi; bilginin nesnelerinden ise, numenler (aklın objeleri) veya oldukça yalm bir biçimde, ger – çeklikler diye söz etti. Onun felsefî mesajının ana fikrinin önemli bir kısmı, insanların dikkatlerini bu karşıtlıklara çekme ve onları salt fenomenlere dönük bir ilgiden uzaklaştırıp esas gerçekliğe ilişkin bir araştırmaya yönelme zorunluluğuyla etkileme amacı gütmekteydi. Platon’un filozofunun eğitimi tam olarak bu geçişi hayata geçirmekten oluşuyordu: Ondan dolay imsiz görünüşlerde ortaya çıkan çelişkilerin farkına varması ve dikkatini bu görünüşlerin gerisinde bulunan temel gerçeklikler, Platon’un kendisinin Formlar ya da İdealar adını verdiği gerçeklikler üzerinde yoğunlaştırması istenmekteydi. Platon için felsefe, şu hâlde, sıradan insanların -hatta zamanın Sofistleri gibi, aydınlanmış olma iddiasıyla ortaya çıkanların dahi- gözden tümüyle kaçırdıkları bir daha yüksek gerçeklikler kümesinin varoluşunu ve olağanüstü büyük önemini tanımaya bir davetti. Bu türden ger – çekliklerin varoldukları veya en azından onların varolduklarını düşünmek için ciddî bir vesile bulunduğu, daha sonraları, metafizik olarak bilinen disiplinde temel bir akide hâline geldi. Öte yandan, metafiziğin bizatihi kendisinin imkânıyla ilgili olarak yakın zamanlarda ortaya çıkan tartışma, bu akidenin kabul edilebilirliği ve, reddedildiği takdirde, metafizikçinin kendisine dayanabileceği alternatif bir temelin bulunup bulunamayacağı ile ilgili bir ihtilafa dönüşmüştür. Metafizik Tanımları Bununla birlikte, böyle bir soru üzerinde düşünmeye geçmezden önce, metafizikle fiilen uğraşanların teşebbüslerini, onların kendi amaçlarıyla kesin ve empirik bilim icracılarının problemleri arasına belirgin bir çizgi çekerken karşılaştıkları problemlere tek tek her durumda dikkat çekerek, tanımlama biçimlerinden bazılarını inceleme zorunluluğu bulunmaktadır. Burada kısaca dört görüşü ele alacağız: Bu görüşler metafiziği, (1) varolana veya gerçekten varolana ilişkin bir araştırma; (2) görünüşün tersine, gerçekliğin bilimi; (3) bir bütün olarak dünyaya ilişkin bir inceleme; (4) bir ilk ilkeler teorisi diye takdim eder. Farklı başlıklar altında söylenenler üzerinde düşünme, bu dört görüşün birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını ve metafizik konusunda yazan bireysel düşünürlerin, kendilerinden metafiziğin ne olduğunu söylemeleri istendiği zaman, -örneğin, İngiliz idealist filozofu F. H. Bradley’in Appearence and Reality [Görünüş ve Gerçeklik] (1933) adlı eserinin açılış sayfalarmda yaptığı gibibazen bu tanımlardan birkaçına birden başvurduklarını hemen gösterecektir. Varolana İlişkin Bir Araştırma Metafizikle ilgili ortak bir idialar kümesi, onun varolana ilişkin bir araştırma olduğunu dile getirir; metafiziğin görevi, genel gö- rüşü bu konuda eleştirel incelemeye tâbi tutmak, ve bunu yapar – ken de neyin tam anlamıyla gerçek olduğunu belirlemektir. Genel görüşün işte bu bağlamda kendi fikrini öne sürmeye sevkedilebildiği takdirde, neyin varolduğu konusunda kesinlikle güvenilmez bir kılavuz olduğu belli bir güvenle öne sürülebilir. Acaba düşlerin nesneleri, sandalye ve ağaçların olduğu türden elle tutulabilir gerçeklikler midir? Sayılar gerçek midirler, yoksa onların sadece soyutlamalar olarak mı betimlenmeleri gerekir? Bir adamın boyu, acaba o adamın kendisinin bir gerçeklik olduğu anlamda bir gerçeklik midir, yoksa, tözsel varlıktan ziyade, yalnızca daha somut olan bir şeyin bir görünüşü veya başka bir şeye yüklenmiş olma dışında varolamayan salt bir nitelik midir? Ortalama insanın kafasını bu türden sorularla karıştırmak ve onun bu sorulara verdiği cevapların kötü düşünülüp hazırlanmış cevaplar olduklarını göstermek çok kolaydır.

Bununla birlikte, metafizik için de, kendine ait daha tatmin edici cevaplarla ortaya çıkmak aynı ölçüde zordur. Birçok metafizikçi bu bağlamda, töz, nitelik ve ilişki gibi birbirleriyle yakından ilintili olan kavramlara dayanmıştır; onlar, her tözün her ne kadar niteliklere sahip olup, başka tözlerle ilişki içinde olsa da, yalnızca tözsel olanın gerçekten varolduğunu öne sürmüşlerdir. Buna göre, şu ağaç uzun olup yapraklarını döker ve bu çitin 50 metre kuzey indedir. Fakat bu gibi örnekler dikkatle incelenir incelenmez, ortaya birtakım güçlükler çıkar. Bir an için bireysel -somut bir varolan diye adlandırılabilen- bir ağacın töz ismine hak kazandığını varsayın; o, tam olarak nitelikleri olan ve birtakım ilişkiler içinde bulunan bir şey türüdür. Hiçbir nitelik, bu anlamda tözler varolmadıkça, gerçek olamaz: Ağaç olmadıkça, ağacm nitelikleri de varolmayacaktır. Şimdi sorulması gereken soru, tüm niteliklerinden yoksun olup, hiçbir ilişki içinde bulunmaması durumunda ağaca ne olacağıdır. Bu türden bir metafizikte, töz kavramı, bir şekilde sahip olabildiği niteliklerden ayrı olarak, kendi başına varolan bir şeyin kavramıdır; bu töz anlayışında ortaya çıkan güçlük, onun nasıl uygulanacağını bilme güç – lüğüdür. Töz kavramını örneklemek üzere seçilen somut bir şeyin belirli bir tasvire tekabül ettiği anlaşılır; bu, gerçekte, tözden özniteliklerinden ayrı olarak söz edilemeyeceği anlamına gelir. Böylelikle de, tözlerin nitelik ve ilişkilerinden daha fazla birinci dereceden varlıklar olmadıkları ortaya çıkar; birincisi olmadan ikinciler olamaz, fakat aynı şekilde ikinciler de, birincisi olmadan varolamaz. Tözle ilgili olarak, -örneğin, bir çitin bir töz mü, yoksa sadece belli bir tarzda şekillenmiş olan tahta ve metal mi olduğu türünden- şimdi tetkik edilemeyecek başka güçlükler de vardır. Metafiziğin görevlerini bu çizgiler üzerinde tanımlamada içerilen güçlükleri göstermek için, şimdiye kadar yeterince şey söylendi. Töz kavramını tanımlamanın, herşeye karşın başka bir yolu daha vardır: Onu yüklemlerin nihaî nesnesi olarak değil de, değişme boyunca varlığını sürdüren şey diye tanımlamak. “Nihaî olarak gerçek olan nedir?” sorusu, şu hâlde, evrenin kendisinden meydana geldiği nihaî madde ile ilgili bir sorudur. Bu ikinci töz anlayışı, selefinden daha açık ve daha kolaylıkla uygulanabilir olmakla birlikte, metafizikçinin bakış açısından, onunla ilgili güçlük de, bu töz konsepsiyonun metafizikçiyi bilim adamıyla doğrudan bir rekabet içine sokmasıdır.

İlk Yunan filozofu Thales, neyin nihaî olarak gerçek olduğunu araştırdığı, ve herşeyin su olduğunu bildiren şaşırtıcı haberlerle ortaya çıktığı zaman, o felsefî bir hipotezden ziyade bilimsel bir hipotez öne sürmekte olan biri olarak değerlendirilebilirdi. Bir Alman rasyonalist filozofu ve matematikçisi olan Gottfried Wilhelm Leibniz gibi daha sonraki yazarlar her ne kadar bilimsel iddiaların bu alandaki gücünün tam olarak farkında olup, onları herşeye rağmen metafiziksel bakımdan kabul edilemez oldukları gerekçesiyle reddetseler de, filozof olmayan kişinin Leibniz’in argümanını kendisine dayandırdığı temeli anlamakta güçlük çektiği olgusu değişmeden kalır. Leibniz doğanın gerçek atomlarının, söz gelimi maddî parçacıklar değil de, monadlar (yani, bileşikleri meydana getiren basit, yer kaplamayan, bölünemez tinsel tözler) olduğunu söylediği zaman, onun bu görüşü ne hakla öne sürdüğü itirazı yöneltilebi – lirdi. O bilimsel sonuçları böylesi bir güvenle kaydaderken, acaba kendisini haklı kılacak bilimsel bir çalışma yapmış mıdır? Yapmamışsa eğer, onu niçin ciddiye alalım?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir