Ahmet Tomor – Olum Ve Otesi

Yüce Allah buyuruyor: “Sizi boşuna yarattığımızı ve sizin (ölümden sonra) bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 115). Kâinatta (evrende)ki denge-düzenin gereği, bir saman çöpünü, bir dikeni boşuna yaratmayan yüce Allah soruyor; Ey gafiller! Sizi boşuna yarattığımı, bir saman çöpü, bir diken gibi, çürüyüp toprak maddelerine dönüştükten sonra, Toprak olarak kalacağınızı mı sandınız? Yüce Allah’ın AKIL ile bilinçlendirdiği, RUH ile sonsuzlaştırdığı ve en güzel bir şekilde yarattığı insanın varlığı, kesinlikle bir saman çöpü gibi yalnızca dünya hayatı ile sınırlı değildir. Toprak maddeleri ile başlayan ve ana karnında üreme hücresi ile devam eden insanın bedensel yapısı, Yüce Allah’ın koymuş olduğu, “Her şey aslına döner” kuralının gereği, ölüm olayından sonra yeraltında çürüyüp, tekrar toprak maddelerine dönüşür ama… İnsanın özü, aslı ve kalıcı kişiliği olan RUH, ölümsüz olduğundan, dünyadaki inanç ve yaşantısı doğrultusunda, Ya cehennem çukuruna dönüşen kabrinde ruhsal sıkıntılar ve kâbuslarla ya da cennet bahçesine dönüşen kabrinde, ruhsal zevkler ve feyizlerle Kıyâmet’in kopmasını bekler. İnsanın yeniden dirilmesine gelince!. Bilim ve teknolojinin zirveye tırmandığı çağımızda, bilimsel açıdan kesinlikle kanıtlanmıştır ki!. Hiçbir şey kendiliğinden var olamaz ve kendiliğinden başka maddeye dönüşemez. Atomların başka maddeye dönüşmesi ya da atomları bir arada tutan bağların kopması; ısı, ışık, ses ve sarsıntı gibi enerjilere bağlıdır. Bu enerji sağlandığında, atomlar arası bağ kopar ve atomlar yeni bir düzene geçer. Örneğin; iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun birleşmesi sonucu, yeni bir maddenin yani suyun meydana gelmesi gibi. Ölüm olayından sonra, çürüyüp toprak maddelerine (atomlara) dönüşen insanın bedensel yapısı, tabiî ki kendiliğinden dirilip kabrinden çıkmayacak. Sonsuz, sınırsız kudret sahibi ve bütün âlemlerin Rabbi olan yüce Allah, İsrâfil’e emir verince ve hazret-i İsrâfil Sûr’a üfleyince, Hayal edemeyeceğimiz derecede korkunç sesler, patlamalar, sarsıntılar olacak, korkunç enerji oluşacak ve atomlar yüce Allah’ın koymuş olduğu kurallar doğrultusunda birleşip, insan şeklini alacak, Sonra RUH ile birleşip, kabrinden fırlayacak… Sevgili Peygamberimiz buyuruyor: “Bu dünyada bir garip gibi, ya da yolcu gibi ol”. Bu dünyada kalıcı olmayan insan, gerçekten gariptir ve yolcudur. Toprak maddelerinden üreme hücresine dönüşen ve ana rahminden bu dünyaya bir bebek şeklinde gelen insan, dünyada kalıcı olmadığına göre, Buradan başka âlemlere gidecek ve öz vatanı olan Cennet’e kavuşuncaya kadar yolculuğu ve garipliği devam edecektir.


Babamız Âdem ve Annemiz Havva, bin yılı aşkın bir dönem Cennet’te kaldılar. Yediler, içtiler, gezdiler, eğlendiler ve tüm güzelliği ile Cennet hayatını yaşadılar. Sonra şeytan tarafından aldatılınca, aşağıların en aşağısı olan dünya gezegenine sürgün olarak gönderildiler. Cennet hayatına alışan hazret-i Âdem ile Havva’ya, doğal olarak bu dünya dar ve sıkıcı geldi. Ağladılar, gülemediler ve bu dünyaya uyum sağlayamadan göçüp gittiler. Cennet özlemi, ırsi olarak evlâtlarının genlerine yansıdı ve bilinçaltlarına yerleşti. Evet! Âdetullah böyledir. Hayvanat bahçesinde doğan canavar yavrularının genlerinde, içgüdülerinde, öz vatanları olan büyük ormanların özlemi olduğu gibi, Nefislerinin tutsağı olan gafiller, söz ve yazıları ile her ne kadar Cennet’i inkâra kalkışırlarsa da, Bilinçaltlarından kaynaklanan duygunun etkisi ile aşırı güzellikler karşısında, “Cennet gibi” demekten kendilerini alamazlar. Çünkü inancı ve yaşamı ne olursa olsun, bütün insanların genlerinde ve bilinçaltında Cennet inancı ve özlemi vardır. Çok hızlı, çok sesli ve çok renkli bir ortamda yaşam savaşı veriyoruz. Öğrenci, işçi, memur ve esnaf. Hepsi aceleci, hepsi sabırsız. Koşar adımlarla yürüyenler, kırmızı ışıkta geçenler ve duraklarda bekleyenler. Trafik de uyum sağlayamıyor bu ortama. Sıkışıyor, zorlanıyor ve zaman zaman duruyor. Ya çalışan hanımlar ve kız öğrenciler! Onların işi daha da zor. Geç kalma korkusundan çiğnenmeden yutulan birkaç lokmalık ayaküstü kahvaltı ve sonra aynanın karşısına dikilip makyaj yapma zorunluluğu!… Ya Rab! Ne işkence, ne çile!… Çağın gereklerinden midir? İnanç ve tevekkül zayıflığından mıdır? İnsanların aşırı lüks ve israfından mıdır? Nedendir? Bilemiyorum ama!… Bizi bekleyen ölümü ve ölümden sonrasını göz ardı edemeyiz ki!… Çünkü inkâr ve gafletle bir şey değişmez.

Gözünü kapayanların yalnız kendi dünyaları kararır. Bu nedenle ölümü unutamayız ve ölümden sonrasını yok sayamayız. Topraktan yaratılan bedensel yapımız dünyanın bir parçası olduğundan, dünyadan tamamen kopamayız. Bu nedenle dünya ile ilgilenmemiz doğal ve yeteri kadar çalışmamız zorunludur. Ancak, her şeyin hayırlısı ortasıdır. Âhireti unutturan dünya sevgisi ve namaza engel olan dünya işleri zararlıdır. En iyisi, dünyada kalacağımız kadar dünyaya ve âhirette kalacağımız kadar âhirete çalışalım ve bu işi bir çözüme kavuşturalım. Yüce Allah buyuruyor: “Ey imân edenler! Allah’tan korkun (günah işlemeyin) ve her nefis (insan) yarına (âhirete) neleri gönderdiğine baksın! Allah’tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızı ayrıntıları ile bilicidir” (Haşir, 18). Sevgili Peygamberimiz de; “Akıllı o kişidir ki; nefsini muhasebe eder ve ölümden sonrası için hazırlanır” buyuruyor. İnsanı hayvandan ayıran tek unsur AKIL’dır. İlâhi emirler akıl sahiplerini bağlayıcıdır. Aklın asli görevi ise geleceği düşünmek, nefsin muhasebesini yapmak ve ölümden sonrası için hazırlanmaktır. Askerler savaş, itfaiyeciler yangın söndürme tatbikatı yaptığı gibi… İsterseniz gelin, bizde ölüm ve mezar tatbikatı yapalım! Azrâil tatlı canımızı almaya gelince, “Şimdi git, yarın gel” diyemeyeceğimize ve karanlık mezarda yalnız kalacağımıza göre, güneş batarken en yakın bir kabristana yalnızca gidelim!… Kabristana girişimizde selam verelim. Onlar bizi görür ve selamımızı alırlar.

Sonra mezar taşlarındaki yazılara bakalım ve yerin altında yatanları bir düşünelim! Ya Rab! Kimler yatmıyor ki orada! Ünlü siyasiler, bürokratlar, komutanlar, iş adamları, gençler, nişanlılar, yeni evliler, çocuklar ve bebekler!… Mezar taşlarındaki isimlerinden başka hiçbir şeyleri kalmayan dönemin halkı ve ünlüleri!… Ama daha dün onlar da bizim gibi dünyada, toprağın üstünde idiler. Koştular, oynadılar, sınavlarda terlediler, derken iş güç sahibi oldular. Belirli makamlara geldiler, ara sıra tartıştılar, kavga da ettiler. Sonra? İşte sonrası çok hazin! Bir kefene dürülüp, bir çukura gömüldüler! Ya Rab! Bir kefen uğruna mı bunca savaş? Ancak, bir gerçeği unutmayalım! Ölüm, yalnız onların kaderi değil ki!… Dün onlar bizim gibiydiler, yarın biz de onlar gibi olacağız. Sonra, gerçekten ölmüş gibi mezarların arasına uzanalım. Güneşin batışını, havanın kararışını izleyelim. Esen yelin, titreşen ağaç yapraklarının zikrini dinleyelim. Mezar komşularımızla ilgilenelim ve gönül dili ile onlara isteklerini soralım. Şu an, onlar bizden ne istiyorlarsa, yarın aynı şeyleri biz de başkalarından isteyeceğiz. Mezar komşularımıza bol bol dua edelim ve ruhlarına bir Fatiha okuyalım. Sonra, yeniden dirilmiş ya da bize son bir fırsat daha verilmiş gibi, tekrar dünyamıza ve evimize dönelim. Aman ne olur! Ölümü unutmayalım. Mezarı unutmayalım ve mezar komşularımızın isteklerini elimizle götürmeye çalışalım!… Yüce Allah buyuruyor: “Ey imân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla (doğrularla) beraber olun” (Tevbe, 119). Sevgili kardeşlerim! İmânımızı koruyabilmek için öncelikle Allah’tan korkalım. Kesinlikle O’na isyan etmeyelim, günah işlemeyelim.

Sonra, yüce Allah’a sadâkatle bağlı, doğru, samimi insanlarla beraber olalım. Arkadaşlarımızı, dostlarımızı ve çevremizi iyi seçelim ve İslâm dışı yaşantılardan, ateş ve yılandan kaçar gibi kaçalım. Özellikle okuduğumuz gazeteleri, dinlediğimiz radyoları ve izlediğimiz kanalları iyi seçelim. İnancımıza ve İslâmi yaşantımıza en yakın olanları tercih edelim. İslâm dışı hayâsız yayınlardan eşimizi ve çocuklarımızı da koruyalım. Gereksiz bilgilerle, boş gündemlerle oyalanmayalım ve ekran başında “Gool!” diye bağırmayalım. Gülüp eğlenmekten ve ömrü boşa harcamaktan başka hiçbir yararı olmayan ruhsuz, mâneviyatsız, pastalı, börekli ziyafetlerden uzak durmaya çalışalım. “Ben özgürüm, dilediğimi yaparım” demeyelim! Hayır, kesinlikle tam özgür değiliz. Bu dünyaya gelişimiz elimizde olmadığı gibi, dünyada kalışımızda elimizde değil ki!… Ne zaman? Nerede? Ve nasıl öleceğimize biz karar veremeyiz ki! Takdir edilen vaktimiz gelince, sayılı nefeslerimiz tükenince ve Azrâil karşımıza dikilince!… Tatlı canımızı teslim etmekten başka elimizden ne gelir ki? Allah’a emanet olun…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir