An Duk – Safakta Kazandik Zaferi

•Haydi itiraf et bakalım, haklıymışım değil mi? Unutmamış seni işte!» diye kızkardeşi Su’yıı sıkıştırıyordu Kuyen. «Hem ne kada r da dokunaklı mektubu; ve de on sekizinciymiş bu, düşün bir kez. Daha ne istersin? Sen de neler getiriyorsun aklına… Şimdi her şey belli oldu. Onun mektupları da aynı seninkiler gibi kaybolmuş demek. Hey Allahım, yedi yıllık mektuplaşmanın sonucuna bak… hem de Kuzey, ülkemizin bir parçası olduğu halde!. Deli olur insan… Ama artık kocan için üzülmen bitti, değil mi Su?… Bu sana ders olsun; bundan sonra onun hakkında ‘korkarım Kuzey’deki iyi hayata alıştı, başkasını düşünmeye zaman bulamıyor,’ demezsin artık. İtiraf et, haksızdın, değil mi?» Genç kız sevinçten titreyen bir sesle konuşup duruyordu. Niyeti eniştesini savunmak değildi. Su’nun yedi yıldır yazdığı mektuplardan sonra eriştiği bu mutluluğa sevinmekteydi. Bu mutluluğa katılıyor ve onu korumaktan, güçlendirmekten sevinç duyuyordu. Gözleri parıldıyor; arasıra dudaklarını ısırarak sözlerini cesaret verici el hareketleriyle tamamlıyordu. Eniştesinin fotoğrafını alarak mektubu Su’ya geri verdi. Çabuk adımlarla verandaya doğru yürüdü. Küçük Tuy, merdivenlerde oynuyordu. Kuyen çocuğu yanma çekti.


«İyi bak bu resme. Kim bu adam, söyle bakayım teyzene?» diye sordu. «Babam!» dedi küçük kız. Fotoğrafı eline aldı ve dikkatle süzmeye bakladı. «Evet o.» «Nereden bildin?» Anam söyledi.» iri siyah gözlerini birden teyzesine çevirdi ve kuşkuyla sordu: «Teyze, gerçekten o mu?» Kuyen küçük kızı kucağına aldı, yatağın kenarına iliştikten sonra dizlerine oturttu. Başını salladı: «Elbette o şekerim. Şimdi iyice zihnine yerleştir yüzünü… Baban ve sen artık birbirinizi tanıyorsunuz.» Sonra kızkardeşine döndü: «San’ın mektubundan anlaşıldığına göre, senin son gönderdiğin haberi ve Tuy’un fotoğrafını almış. Düşünebiliyor musun Su?. Kocanın, kızının yüzünü tanıması tam yedi yıl sürdü.» Kuyen yeğeninin alnına sevgiyle bir fiske kondurdu: «Evet küçüğüm, baban yedi yıldan sonra senin şen yüzünü görebildi. O gittiğinde sen daha doğmamıştın, anlıyor musun?» Kocası Kuzendeki birliklere dönmeden önce birlikte geçirdikleri kısa vedalaşma saatlerini, sanki dünmüş gibi anımsıyordu Su. Tabanım kurtların delik deşik ettiği sırıklar üzerindeki bu aynı evde San, dudaklarında her zamanki gülümseyişi ve sakin haliyle, hareket saatini beklemişti.

Sakin görünüşünün arkasında, gizlediği şeyi o zamanlar yalnız karısı biliyordu. Köyde herkese, «iki yıl dediğin ne ki, çabucak geçer,» dediği halde, son gecelerinde gerçek düşüncesini karısına söylemişti: «Sevgilim, anamı üzmemek için iki yıl dedim, ama sana gerçeği söylemeliyim. Bunun böyle olacağına ben inanmıyorum. Bir yıl sonra yeniden başla yabilir ve üç, döıt, beş yıl da sürebilir. Her şeye karşı hazırlıklı olmalıyız.» Gece geç vakit karısının başını omuzuna daya mış ve bir anlık bir suskunluktan sonra kendi kendine konuşurcasına söylenmişti: «Acaba orada da buradaki kadar çeşitli meyve 1er var mıdır? Orada da mango, turunç var mıdır ki? Turunç… evet, kjışkusuz orada da turunç vardır Yal 8 nız hangi mevsimde yetiştiklerini bilmiyorum. Herhalde burada olduğu gibi Tet (*) zamanında değil.» Su, ilk önce kocasının sadece gidişinden söz etmemek için, bunları öylesine konuştuğunu düşünmüştü. Ama birdenbire bu safça sözlerle söylemek istediklerini anlayıverdi. İki yıl önce, Long Çau Ha (**) seferinin galipleri onuruna verilen bir ziyafette, sofralara yemek taşırken San’m dikkatini çekmişti. Önce bunun farkında olmamıştı. Sonraları San, saçlanndaki turunç çiçeği kokusundan çok hoşlandığını itiraf etmişti. İlk olarak bu ziyafet sırasında birbirlerini tanımışlar, sonra da bu karşılaşmayı unutmamışlardı. San, bir gün ona yalnız rastlamış ve gülümseyerek yavaşça sormuştu: «Turunç çiçeği kokusunu niye artık sürünmüyorsun?» Ve Su, bir hayli şaşırmış, kızarmış ve gülmemek için dudaklarını ısırmıştı. Öykülerinin başlangıcı bu karşılaşmaları olmuştu.

Ülkenin her yanından zafer haberlerinin geldiği o on ikinci ayda, Hon Dat’ta, yeni açan turunç çiçeklerinin iç bayıltıcı kokusu her yanı sararken aşkları başlamıştı. İki yıl sonra tam Dien Bien Fu’daki büyük zafer sırasında evlendiler. Düğünleri çevredeki en şenlikli düğün oldu. Topu topu bir ay birlikte yaşayabildiler ve sonra Aradan yedi yıldan fazla bir zaman geçti. Ve Su işte ancak bugün kocasından ilk haberi alabiliyordu. Kısacık bir mektubun içinden çıkan küçü cük bir fotoğrafta kocasının sevgili yüzüne yine kavuşmuştu. Yedi yıl… bu kadar uzun zaman ona şimdi gerçek değilmiş gibi geliyordu. 1*1 Budist takvime göre yeni yılın başlangıcı. (Ç.N.) (**) Long Çau Ha, Mekong deltasında üç vilâyetin adıdır. 1952’deki Long Çau Ha çarpışması, Fransız sömürge birliklerine karşı yapılan birçok askeri seferlerden biriydi. 9 «Zaman nasıl geçiyor?» dedi hayretle, «tam yedi yıl olmuş.» «Ama her halde bizim burada neler çektiğimizden hiç haberi olmamıştır,» dedi Kuyen. «Ondan boşanman için önüne sürdükleri kâğıtları imzalayasın diye seni nasıl zorladıklarını bir bilseydiI.

‘Kaplan kafesine’ ve ‘timsah çukuruna’ (*) attıklarını ve bütün öbür korkunç şeyleri bilseydi!» «Nereden bilsin?» dedi Su, dudaklarında sevecen bir gülümseyişle. «Belki bu gibi şeylerden konuşulduğunu işitmiştir, ama sahiden nasıl olduğunu nereden bilsin?» Tuy, onlar konuşurlarken teyzesinin dizinden inmiş, anasının küçük dikiş kutusuna gitmişti. Kutudan küçük bir ayna çıkardı. Yatağın dip tarafına oturarak, sırtını duvara dayadı. Sonra hiç sesini çıkarmadan aynada uzun uzun yüzünü inceledi. Daha sonra avucunu açıp babasının fotoğrafına baktı. Bir fotoğrafa, bir aynadaki yüzüne bakıyor, gözlerin, dudakların, kulakların bütün ayrıntılarını karşılaştırarak, benzerlikleri araştırıyordu. Gözleriyle kaşlarını, ne kadar uğraştıysa benzetemedi. Kendi gözleri yuvarlak, babasınınkiler ise eğiktiler. Resimdeki kaşlar çok sıktı. Ama işte, burunları ve ağızları hemen hemen 1 aynıydı. Gözlerini iri iri açtı ve yüreği sevinçle çarparak, diğer ortak çizgilerini araştırmaya girişti. Bü tün ayrıntılarına kadar babasına benzemek istiyordu. Çünkü, onun da yalnızca kendisine ait bir babası olduğunu öğrendiği günden beri, onu bütün kalbiyle sevmişti. Birdenbire, babasından gelen her şeyin çok güzel olması gerektiği ve babasının, onu kuşkusuz (*) «Kaplan kafesi» ve «timsah çukuru», Amerikan emperyalistlerinin ve kukla ordularının, tutsak düşen kurtuluş savaşçılarına uyguladıkları iki işkence yöntemidir.

«Kaplan kafesi» bir tabut kadar dar ve alçak bir çukurdur. Üstü dikenli tellerle örtülmüştür. Tutsaklar kızgın güneş altında bunun içinde çömeltilir ya da yatırılır. «Timsah çukuru» da aynıdır. Yalnız y an yany a su doldurulmuştur. Bunun içine konulan tutsakların vücutları zamanla çürümeye başlar. 10 dünyada her şeyden fazla sevdiği kanısına vardı. Bu sabah, anası ona fotoğrafı gösterip, bunun babası olduğunu söylediğinde, hemencecik inanmıştı. Çünkü, bir defa anası ona hiç yalan söylemezdi, ayrıca da resme bakınca, resimdeki yüze sanki daha önce rastlamış gibi bir duyguya kapılmıştı. Oysa şimdiye kadar babasının yüzünü yalnızca anasının tarifiyle kendi kendine kafasında canlandırmıştı. Su için, başından geçen en acılı olaylardan biri de şuydu: San vedalaşıp ayrıldıktan sonra Su, onun bir resmini küçük bavulunda saklamıştı. Fakat düşmanlar 1956 yılında onu tutuklayıp bölgenin başkentine götürdükleri zaman resmi bulmuşlar ve gözlerinin önünde yırtınışlardı. Aynı yıl küçük Tuy dünyaya gelmişti. Su bir yandan kızkardeşiyle konuşurken, bir yandan da gizlice çocuğunu gözlüyordu. Kuyen de döndü ve Tuy’un fotoğrafı nasıl titizlikle incelediğini görünce, gülmemek için elini ağzına kapattı.

Fakat kendisini tutamadı. Teyzesinin kahkahası küçük kızı ürküttü ve utanarak kıpkırmızı bir yüzle fotoğrafı ve aynayı koynuna saklamaya çalıştı. Su gülmedi. «Nasıl şekerim, benziyor musun babana?» diye sordu. Tuy sesini çıkarmadan sırtını döndü. Gözleri birdenbire yaşla dolmuştu. Su, içli çocuğun ağlamak üzere olduğunu farketti. Annesi bir gün Su’ya, ‘senin çocuğun tıpkı senin o yaştaki halin’ demişti. Kızına deminki soruyu sorduğunda kendi gözleri neden buğulanmıştı acaba? Çocuğu kucağına aldı ve ana kızın gözlerinden aynı anda yaşlar boşandı. Kuyen sessizce bu sahneyi seyrederek gülümsüyordu. Bu gözyaşlarının bugünkü mutluluğun sonucu olduğunu ve nedeninin yıllarca çekilen acılar, türlü türlü sınavlar ve bekleyişler olduğunu biliyordu. Fakat bu gözyaşlarının, kızkardeşinin ve bütün ailenin sevincini gölgelemesini istemiyordu. Hemen ayağa fırladı: •Tam ağlayacak zamanı buldunuz şimdi. Ondan haber gelmediği zaman yakınmandan yanına varılmazdı. Haberi aldın, bu sefer de gözlerinden çeşme 11 gibi yaş akıtıyorsun.

Seni anlayabilene aşkolsun!» Sonra kapıya doğru yürüdü: «Peki öyleyse, siz burada rahatlayıncaya kadar ağlayadurun; ben anamı bulup haberi götüreyim.» Su, hıçkırıklarını boğmaya çalışarak «ama onun haberi var,» dedi; «akşam yemeğine birkaç yengeç ve balık tutmak için sahile indi.» Kuyen sevinçle olduğu yerde kaldı: «Bak hele sen! Mektubu kutlamak için ziyafet var demek. Bir de eniştem eve dönerse, artık koca bir domuz kesilir herhalde.» «Onun için değil. Bu akşam Tam Çan ve Nan gelecekler de ondan.» «Sahi, ben onları unutmuştum. Parti Bölge Komitesinin genişletilmiş toplantısı bu sabah sona erdi. Tam Çan ve Nan bugün öğleden sonra dönüyorlar. Nan’ın ikinci köydeki VT-3 Müfrezesinden birkaç yoldaş, bana Tam Çan’ın bir süre için buraya atandığını söylediler.» (*) Su’nun sesi yine olağan haline dönmüştü: «Öyle sanıyorum ki, onu Parti Bölge Sekreterliğine seçmişlerdir, ne dersin?» «Kuşkusuz! Parti Sekreteri ve aynı zamanda Ajitasyon ve Propaganda Sorumlusu… Bana sorarsan, o buna gerçekten lâyıktır. Partinin onu hep düşmanın azdığı kötü günlerde buraya gönderdiğinin farkında mısın? Ve o her zaman sakin kalmış, en büyük tehlikede bile soğukkanlılığını yitirmemiştir.» «Haklısın. Ona her rastladığımda umutlarım yeniden canlanmıştır. Düşünüyorum da, köylülerimiz ne büyük işlere muktedir olduklarını, devrim sınavında nasıl da ortaya koyuyorlar… Tam Çan buna ne iyi bir örnek!.

Anam onun Fransızlar zamanında VinHan’da yaşadığını ve her hasat zamanı, sırtında hasır yorganı ile çalışmaya giderken gördüklerini anlatıyor.» (**) (*) VT-3 Müfrezesi, (Vo Trang Tüyen Truyen) silahlı propaganda müfrezesidir. (**) Durulmuş hasır şilte, silahı gizlemek için kullanılmaktadır. 12 «O zamanlar bile faaldi herhalde.» «Evet, hatta daha önceleri de. Ayrıca altın gibi de bir kalbe sahip. Hapse düştüğüm zaman, beni teselli etmek ve cesaret vermek için bir sürü mektup yazmıştı. Onları sana göstermiştim, değil mi?» «Tabii… Hepsini okudum.» Su, kızkardeşine çapkınca bir bakış fırlattı: «Unutma, Tam Çan olmasaydı, şimdi Nan’ı bırakmıştın sen. Sana her şeyi anlatmasaydı bugün hâlâ ağlayıp duracaktın.» Kuyen’in yüzüne hoşnutça bir gülümseme yayıldı. En zor durumlarda bile bu gülümseyiş dudaklarından eksik olmazdı. Bütün köylüleri onun bu gülümseyişinin ömür boyu silinmeyeceğine emindiler. 1958 yılının o ayma kadar hiç ağlamamıştı. O ay geçtikten sonra da üzüntüleri hiçbir iz bırakmaksızın uçup gitmişti.

Su’nun şakayla takıldığı olay şöyle geçmişti: Genç bir matbaa işçisi olan Nan, bir gizli örgütün irtibat adamı olarak Raç Gia kentinde çalışıyordu… 1955’te yakalanmış ve Fu Loy’daki tutsak kampına gönderilmişti. Orada, tutsakların Diyem (*) ve Amerikalılarca zehirlenmesiyle sonuçlanan mücadelelere katıldı. (**) Düşman, birçok tutsağı denize atmak üzere götürürken kurtulabilenlerden biri de o idi. Yolda kamyondan atlamış ve kaçmıştı. Köylüler, kelepçelerini eğeleyerek kesmişler, onu saklamışlar ve oradan (*) O zamanki Güney Vietnam Devlet Başkanı Ngo Din Diyem. (**) 1 Aralık 1958de ABD-Diyemkliğinin «FuLoy» deki toplama kampının gardiyanları, burada tutsak bulunan yurtseverlere zehirli yiyecekler verdiler. 1000 kişi hemen öldü ve 6000 kişide zehirlenme belirtileri görüldü. Yaşayanlar, yardım çağırmaya uğraşırlarken, askerler tarafından vuruldular ya da suda boğuldular. Katliam ortaya çıktıktan sonra, halk hemen hemen bütün vilayetlerde katliamın sorumlusu ABDDiyem kliğine karşı yürüyüşler ve toplantılar düzenledi. 13 gitmesi için yardım etmişlerdi. 1958’de Hon Dat’a geldiğinde henüz 22 yaşındaydı. Fakat genç yaşına karşın üç yıldır Parti üyesiydi. Partiye hapisteyken alınmıştı. Partiye alındığı gün, yumruğunu yalnızca hayalinde var olan bir bayrağı selamlamak üzere kaldırdığını sonraları Kuyen’e anlatmıştı. Hon Dat’ta ona, gençliği örgütleme görevini verdiler.

Böylece, o zamanlar henüz 17 yaşında olan Kuyen’le tanıştılar. Hon Dat da birçok köy gibi, uşak Ngo Din Diyem’in elindeydi. Bir defasında Nan, hemen hemen iki ay Kuyen’lerin evinin tahta tabanının altında oyulmuş bir gizli odada saklanmak zorunda kalmıştı. Oradan genç kızın ilk devrimci çalışmalarını yönetti. Genç kızın yalnız başına çalışmaya henüz alıştığı bir zamanda, düşmanın onu keşfettiğini öğrendi ve yine yerini değiştirmek zorunda kaldı. Yeni gizlenme yeri, gerçek mezarların arasına kazılmış bir sahte mezardı. Genç kız her gece bu sığınağa gelip ona yemeğini getiriyor ve çalışmaları üzerine konuşuyorlardı. Bazen yemekle birlikte mango veya muz da getirdiği olurdu. Elbiselerini değiştirir ve yıkamak için gizlice evine götürürdü. Gelmesine bir engel çıktığı zamanlarda onun yerine Sao Ana gelirdi. Fakat ihtiyar kadın ne zaman gelse gözyaşlannı tutamazdı. «Nan, daha ne zamana kadar bunlara katlanacağız,» diye sordu bir defasında, «insanların kollarını, bacaklarını kopartıyorlar, kafalarını kesiyorlar. Dün benim kızlar, bataklıkta, bir gün önce dövülerek öldürülen yedi adamımızın kemiklerini ve et artıklarını buldular!» Hıçkınyordu bunları anlatırken. «Kemikleri nereye götürdüler?» diye sordu Nan. «Bir naylon parçasına sarıp mağaraya gizlediler.

» Başka bir defa ise Sao Ana, Nan’ın elini avuçlarına almış, uzun bir duraksamadan sonra alçak sesle sormuştu: «Nan, biliyorsun ki, ben seni kendi evladım gibi görüyorum. Doğru söyle bana, Kuyen’le aranızda bir şey var mı? Eğer onu seviyorsan söyle, vereyim onu sana.» Genç adam heyecanla Sao Ana’nın ellerine sarıl14 mıştı. Kuşkusuz Kuyen’le birbirlerine âşıktılar. Ama onu şu anda en mutlu kılan şey, düşmanın bütün kudurganlığının üzerinde olduğu ve kendisinin bu acayip ve korkunç sığınakta yaşamak zorunda kaldığı bir sırada, Kuyen’in anasının ona bu yakınlığı göstermesi olmuştu. Kendi kendine düşündü: Sao Ana’nın bu davranışı, kendisine karşı duyduğu sevginin ötesinde, ancak devrime olan inancı ve bağlılığı ile açıklanabilirdi. Sığınağın karanlığında yalnız başına kalınca hayret içinde düşünmeye devam etti: Kendisi yarın öldürülebilirdi. Niçin bu kadın bu kadar kaygısızdı? Bu kadar zor koşullar altında yaşayan bir erkekle kızının yazgısını birleştirmekten korku duymuyor muydu? Kuyen henüz gençliğinin filizlenme çağında, çok güzel bir kızdı. Kukla birliklerin subayları da dahil olmak üzere, çevresinde dolaşan erkekler, Hon Tre’ deki sahile yüzmeye gelen kentli gençler çevresinden eksik olmuyordu. Ama Sao Ana komşularına sık sık. «böyle insanlar benim kızıma yaramaz,» derdi. Hayranlarının sürekli ilgileri Kuyen’i kızdırırdı. Fakat her gece mezarlığa geldiğinde, öfkesi bir sevecenlik ve umut denizinde yitip giderdi. Çocukluğundan beri gündüzleri bile buraya gelmeye cesaret’ ede mezken, şimdi hiç korkmuyordu. Artık ruhlardan değil, yalnızca polisten sakınmak zorundaydı.

Neyse ki, kukla birlikler mezarlığı o kada r az görüyorlardı ki, Nan, ormandaki gizli kampa geri gidinceye kada r iki ay bu sığmakta rahatça kalabilmişti. Fakat bir gün öğleye doğru kamptan ayrıldığında habersizce tuzağa düştü. Köyün kenarında pusuya yatmış birkaç kişi onu yakaladılar. Aynı gece kamp ve orman kuşatıldı. Neyse ki bütün adamlar salyangoz toplamaya gitmişlerdi. Böylece kukla hükümetin komandoları boş bir kulübeden başka bir şey bulamadılar. Ormandan kukla askerlerin sesleri işitiliyordu: «Allah belasını versin! Bize burası olduğunu söy lemisti.» Askerler yarım saat kada r kulübede bekledikten sonra çekip gittiler. Adamlardan biri kamptaki olaydan sonra, «bizi Nan ele vermiş olmalı.» dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir