Wilbur Smith – Gunesin Zaferi

Rebecca camsız pencerenin denizliğine dirseklerini dayayıp aşağı sarktı ve çöl sıcağı buhar kazanına kafasını sokmuşçasına yüzüne çarptı. Sanki aşağıdaki nehir fokurdayan bir buhar kazanıydı. Mevsim gereği burada Nil’in genişliği bir buçuk kilometreyi buluyordu. Akıntı o kadar güçlüydü ki, yüzeyde parlak anaforlar oluşuyordu. Beyaz Nil’in rengi yeşildi ve Belçika büyüklüğündeki bataklıktan taşman pislikler yüzünden kötü kokuyordu. Araplar bu muazzam bataklığa Bahr el Gazel, İngilizler ise Sud diyorlardı. Bir yıl önce serin aylarda, Rebecca babasıyla birlikte nehrin üst kısımlarına, bataklıklar çanağından doğduğu yere kadar seyahat etmişti. O noktadan sonra Sud’un kanalları ve lagünleri, yolu, izi olmayan, haritası yapılmamış, yüzeyde yoğun bir şekilde yabani bitkilerin yüzdüğü, ancak en becerikli ve deneyimli rehberlerin girebildiği oluşumlara dönüşüyorlardı. Bu sulak, hummalı dünya, timsahların ve hipopotamların, bazıları güzel, bazıları tuhaf çok çeşitli kuşların ve sudaki yaşama uyum sağlamak için toynakları uzamış, tüyleri kabalaşmış burgu boynuzlu garip antilopların yaşam alanıydı. Rebecca başını çevirince iri, sarı bir bukle bir gözünün üstüne düştü. Onu yana itip iki koca nehrin birleştiği noktaya baktı. İki uzun yıl boyunca her gün seyrettiği halde bu manzara hâlâ ilginç geliyordu ona. Bataklıktan kurtulan su, şelalelerin yarattığı girdaplarla hızla kuzeye doğru akıyor, bu hareket Nil’in o sakin akışını yer yer bozuyordu. İki Nil’in birleştiği noktaya kadar hantal bir şekilde ilerleyen akıntıya baktı. Öteki Nil doğudan geliyordu.


Dağlardan gelen sularla beslendiği için canlı ve tatlıydı. Habeşistan’ın sıra dağlarından gelen sularla karıştığı için bu mevsimde rengi gri-mavi oluyordu. Adını da renginden almıştı. Mavi Nil ikizinden biraz daha ensizdi, ama yine de muazzam bir su kütlesiydi. İki nehir, Fil Hortumu Şehri’nin bulunduğu üçgen biçimli kara parçasının zirvesinde buluşuyordu. Bu nedenle şehrin gerçek adı da Hortum’du. Nehirlerin karışımı bir anda olmuyordu. Rebecca bulunduğu yerin aşağısında, her biri kendi rengini ve karakterini koruyarak, aynı yatakta yan yana aktıklarını görebiliyordu, otuz kilometre daha böyle akıp Shabluka Boğazı’nın girişindeki kayalık bölgede buyuk bir ihtişamla birbirlerine karışacaklardı. “Beni dinlemiyorsun hayatım,” dedi babası sert bir sesle. Rebecca, ona doğru dönüp gülümsedi. “Kusura bakma baba, dalmışım.” “Biliyorum. Biliyorum. Bunlar alışma dönemleri,” diye hak verdi babası. “Ama gerçekle yüzleşmen gerek.

Artık çocuk değilsin Becky.” “Evet, değilim,” diye ateşli bir tavırla cevap verdi. Sızlanmaya kalkışmamıştı, zaten asla sızlanmazdı. “Geçen hafta on yedi oldum. Annem seninle evlendiğinde bu yaştaymış.” “Ve şimdi de ev sahibeliği görevi onun yerine senin omuzlarına yüklendi.” Sevgili karısını ve onun korkunç ölümünü hatırlamaktan dolayı sesi üzgündü. “Babacığım, kendinle çelişkiye düşüyorsun.” Güldü. “Eğer annemin yerini ben almışsam seni terk etmeye beni nasıl ikna edebileceksin?” David Benbrook’un kafası karışmış gibiydi, sonra üzüntüsünü bir yana bırakıp kızıyla birlikte gülmeye başladı. Kızı o kadar zeki ve tatlıydı ki çoğu zaman ona direnemiyordu. “Annene çok benziyorsun.” Bu cümle genellikle yenilip beyaz bayrak salladığı anlamına gelirdi, ama bu kez hemen pes etmemişti. Rebecca yine pencereye dönmüş, onu yarım kulak dinliyordu sadece. Babası yine midesini tırmalayan pençeleri ortaya çıkartan o tehlikeli konuyu açmıştı.

Nehrin karşı kıyısında, yerlilerin yerleşim merkezi Omdurman’da, sere serpe yayılmış binalar çevrelerini saran toprak rengi çölün ortasında, mesafe nedeniyle bebek evleri gibi küçük, serap yüzünden de dalga dalga görünmekteydi. Yine de kızgın güneşin altında çıkardıkları buhar ayırt edilebiliyordu. Rebecca nehrin o kıyıda bir canavarın kalp atışlarına benzer sesler çıkardığını duyabilmekteydi. Kana susamış bir canavarın, kendi ağının ortasında oturup aç gözlerle nehirden onlara doğru baktığını görür gibiydi. Yakında o ve yardakçıları onları kapacaklardı. Ürperdi ve yeniden babasının söylediklerini dinledi. “Tabi ki sende de annenin o delice cesareti ve inadı var, biliyorum, ama ikizleri düşün Becky. Bebekleri düşün. Onlar artık senin bebeklerin sayılırlar.” “Onlara karşı sorumluluğumun farkındayım,” diye parladı sonra yine aniden öfkesi söndü ve tebessüm etti… bu tebessüm babasının kalbini her zaman yumuşatırdı. “Ama seni de düşünüyorum.” Koltuğuna doğru gidip elini babasının omzuna koydu. “Sen de bizimle gelirsen babacığım, ben ve kızlar da gidebiliriz.” “Ben gelemem Becky. Benim görevim burda.

Kraliçenin başkonsolosuyum. Kutsal bir emanet taşıyorum. Benim yerim burası, Hartum.” “O zaman benim yerim de burası,” dedi Rebecca ve babasının başını okşadı. Parmaklarının altındaki saçları hala gür ve parlaktı, ama siyahtan çok gümüş rengi tel vardı. Babası yakışıklı bir adamdı ve sık sık onun saçını fırçalar, bıyığını kıvırırdı gururla, tıpkı bir zamanlar annesinin de yaptığı gibi. Babası içini çekti ve itirazlarını sürdürmeye hazırlandı ama tam o anda açık pencereden içeri tiz çocuk haykırışları doluşunca, irkildiler. Sesler tanıdıktı ve her ikisinin de yüreği ağzına gelmişti. Rebecca kapıya koştu, David de masasından kalktı. Sonra sesler bir daha yükseldi ve bunların korku değil heyecan çığlıkları olduğunu anlayınca ikisi de sakinleşti. “Saat kulesindeler,” dedi Rebecca. “Oraya çıkmanın yasak olduğunu biliyorlar,” diye bağırdı David. “Yasak olan pek çok yer var,” diye babasına hak verdi Rebecca. “Ve onları en kolay bulabileceğin yerler de oralar.” Kapıdan çıktı ve taş döşeli geçide ulaştı.

Geçitin sonunda kulenin içine çıkan döner merdiven bulunuyordu. Rebecca iç etekliğini toplayıp koşarak merdivenden çıkmaya başladı. Babası da çevik adımlarla, ama daha sakin bir şekilde ardından geliyordu. Rebecca kulenin güneş altında parlayan üst balkonuna ulaştı. İkizler alçak korkuluğa tehlikeli bir yakınlıkta dans ediyorlardı. Rebecca bir eliyle birini öteki eliyle de diğerini yakalayıp geri çekti. Başkonsolos sarayının yüksekliğine baktı oradan. Hartum’un minareleri ve çatıları aşağıda kalıyordu. Nil’in her iki kolunu da iki yana doğru tümüyle görmek mümkündü. Safran, Rebecca’nın elinden kurtulmaya çalışıyordu. “Ibis!” diye bağırıyordu bir yandan. “Bak! Ibis geliyor.” O ikizlerin daha uzun ve daha esmer olanıydı. Bir erkek çocuk gibi yaramaz ve dik kafalıydı. “Yiğit Ibis,” diye Amber de lafa karıştı.

Zarif ve açık tenli bir kızdı, heyecanlandığı zaman bile melodik çıkan hoş bir ses tonu vardı. “Yiğit Ibis’teki Ryder.” “Bay Ryder Courtney,” diye düzeltti Rebecca. “Büyüklere asla ilk adlarıyla hitap etmemelisiniz. Bunu bir daha söylemek zorunda kalmak istemiyorum.” Çocuklar bu azarı pek de ciddiye almamışlardı. Üçü birden heyecanla akıntıda ilerleyen güzel beyaz istimbotu izlemek üzere Beyaz Nil’i seyrediyorlardı. “Sanki pasta kremasından yapılmış gibi,” dedi ailenin güzeli, melek yüzlü Amber, küçük kalkık bir burnu ve koca mavi gözleri vardı. “Her gelişinde bunu söylüyorsun,” diye tarafsız bir şekilde vurguladı Safran. Hareli elâ gözleri, çillerle kaplı çıkık elmacık kemikleri ve gülen, geniş ağzıyla Amber’in tam tersiydi. Safran elâ gözlerinde muzip bir parıltıyla Rebecca’ya baktı. “Ryder, senin kavalyen öyle değil mi?” “Kavalye” kelimesini lugatına yeni katmıştı ve bu kelimeyi kolayca Ryder Courtney için kullanması Rebecca’yı çileden çıkartmıştı. Kızgınlığını gizleyip sakin bir sesle, “Hayır değil!” dedi. “Ve sululuk istemez Bayan Küçük Ukala.” “Tonlarca yiyecek getiriyor!” Safran Ibis’in çektiği tepeleme yüklü, altı düz dört mavnayı gösteriyordu.

Rebecca ikizlerin kollarını bıraktı ve iki elini gözlerine siper ederek görmeye çalıştı. Safran haklıydı. En azından mavnaların ikisi tepeleme Sudan’ın başlıca tahılı olan darı yüklüydü. Diğer ikisinde ise çeşitli eşyalar vardı, çünkü Ryder her iki nehirde iş yapan en başarılı tüccarlardan biriydi. Ticaret merkezleri, her iki Nil kıyısında, kuzeyde Atbara Nehri’nden Gondokoro’ya, güneyde Ekvator’a ve doğuda Mavi Nil’den Hartum boyunca ta Habeşistan yaylalarına dek, yüz mil kadar arayla sıralanıyordu. Tam o sırada David balkona çıkmıştı. “Tanrı’ya şükür geldi,” dedi yumuşak bir sesle. “Kaçmak için bu son şansın. Courtney, seni ve yüzlerce mülteciyi Mehdi’nin şerrinden kurtarıp nehirden kaçırabilir.” O konuşurken Beyaz Nil’den tek bir top atışı duyuldu. Hepsi hemen dönüp baktı ve kıyının öbür yanında Dervişlerin Krupps toplarının birinden yükselen dumanı gördü. Bir süre sonra, yaklaşan istimbotun yüz metre kadar ötesinde sular havaya fışkırmıştı. Patlayan şarapnel yüzünden sarı renkli köpükler saçılmıştı ortalığa. Rebecca çığlığını bastırmak için elini ağzına götürürken David kuru bir sesle, “Dua edelim ki, menzilleri fazla uzun değil,” dedi. Derviş bataryalarındaki öteki toplardan da ateş açılmıştı, küçük geminin etrafında art arda şarapneller patlıyordu.

Şarapnel parçaları nehir yüzeyinde tropikal yağmur damlalarına benzer çukurcuklar oluşturmaktaydı. Derken Mehdi’nin ordusuna ait büyük davullar olanca hırslarıyla gümbürdedi ve ardından fildişi boruların, yani ombeya’ların sesleri duyuldu. Kıyıdaki çamur tuğlasından yapılma evlerin arasından, dörtnala Ibis’e doğru gelen atlılar ve develere binmiş adamlar ortaya çıktı. Rebecca, babasının daima korkuluğun ucunda, üçlü ayağın üzerinde nehrin diğer yakasındaki düşman kalesine doğru ayarladığı uzun, pirinç teleskopa koştu. Parmak uçlarında yükselip teleskopu gözüne göre ayarladı. Derviş süvari birliğinin yarısı, kendi çıkardıkları kırmızı toz bulutu yüzünden görünmez haldeydi. O kadar yakına gelmişlerdi ki kızgın, karanlık yüzlerindeki ifadeleri görebiliyor, neredeyse ağızlarından çıkan küfür ve tehditleri seçebiliyor ve korkunç savaş naralarını duyabiliyordu. “Allah’u Ekber! Allah birdir ve Muhammet onun Peygamber’idir.” Biniciler Ansarlardı, yani Yardımcılar, Mehdi’nin seçkin muhafızları. Hepsi cüppe giymişlerdi, bu yamalı urbalar, tanrısızlara, imansızlara, kafirlere karşı açmış oldukları cihadın başından beri, giymelerine izin verilen tek giysiydi. Sadece mızrak ve taşlarla silahlanmış olan Ansarlar, son altı ayda üç kâfir ordusunu bozguna uğratıp adamlarını öldürmüştü. Şimdi Hartum’u kuşatma altında tutuyor, yamalı urbalarının içinde Allah’a ve O’nun Beklenen Mehdi’sine bağlılıklarını ve cesaretlerini gururla taşıyorlardı. Hayvanlarının üstünde çift taraflı palalarını ve düşmandan ele geçirdikleri Martini-Henry tüfeklerini sallıyorlardı. Kuşatma ayları boyunca Rebecca bu tür savaş sahneleri görmeye çok alışmıştı, o yüzden teleskopu nehrin diğer yanına, suda patlayan şarapnellerin arasındaki istimbotun açık köprü üstüne doğru çevirip yeniden ayarladı. Ryder Courtney’in aşina figürü köprü üstündeki korkuluğa dayanmış, hafiften eğlenerek kendisini öldürmeye çalışan adamların maskaralıklarını izliyordu.

Rebecca, ona bakarken doğruldu ve dudaklarının arasındaki ince uzun puroyu eline alıp çarkçısına bir şeyler söyledi. Çarkçı itaat ederek dümeni çevirdi ve Ibis ‘in dümen suları Hartum kıyısına doğru kıvrıldı. Safran’ın takılmalarına rağmen Rebecca, onu görünce bir aşk sızısı hissetmemişti. Sonra içinden gülümsedi, hissetse de o duyguyu tanıyacağından emin değildi. Kendisini bu tür duygulardan uzak sayıyordu. Yine de Ryder’ın böylesine bir tehlikenin ortasında sergilediği tutumdan ötürü bir beğenme duygusu sarmıştı içini ve hemen ardından arkadaşlık uyarısı gelmişti. “Eh, arkadaş olduğumuzu itiraf etmekten bir zarar gelmez,” diyerek kendini yatıştırdı ve onun kurtulmasını diledi. “Lütfen Tanrım, Ryder’ı bu fırtınanın ortasından kurtar,” diye fısıldadı ve galiba Tanrı da onu dinledi. Rebecca izlerken bir şarapnel parçası tam Ryder’ın başının üstündeki bacada bir delik açtı ve bacadan siyah bir duman fışkırdı. Ryder başını çevirip bakmamış, üstelik ince uzun purosundan derin bir nefes alıp rüzgârla savrulan gri bir duman üflemişti havaya. Hafif kirli beyaz bir gömlek giymişti, gömleğin yakası açıktı ve kolları da yukarı sıyrılmıştı. Başparmağıyla palmiye yapraklarından örülü geniş kenarlı şapkasını arkaya itti. İlk bakışta hantal bir adam olduğu izlenimini veriyordu, ama bu sadece kollarının ve omuzlarının genişliği yüzünden ortaya çıkan bir yanılsamaydı. İnce beli ve yanındaki Arap dümenciye eğilirken ortaya çıkan zarif silueti ilk izlenimi yalanlıyordu. David küçük kızlarının ellerinden tutup onları zapt etmiş ve korkuluklardan eğilerek konsolosluk sarayının bahçesindeki biriyle konuşmaya başlamıştı.

“Azizim general, acaba topçularınız karşı ateş açıp dikkatleri Bay Courtney’in gemisinden kendi üstlerine çekebilirler mi?” Saygılı bir ses tonuyla sordu. Rebecca aşağı baktı ve babasının kenti savunan Mısır garnizonunun komutanıyla konuştuğunu gördü. General “Çinli” Gordon imparatorluk kahramanıydı, dünyanın her yerinde savaşlar kazanmıştı. Çin’deki efsanevi, “Her Daim Muzaffer” ordusu kazandırmıştı bu lakabı ona. Başında kırmızı fesiyle sarayın güney kanadındaki karargâhından çıkmıştı. “Topçulara emir verildi zaten efendim.” Gordon’un yanıtı soğuk ve keskindi, kızgınlık içeriyordu. Görevinin hatırlatılmasına ihtiyacı yoktu. Sesi kolayca Rebecca’ya kadar ulaşmıştı. Belli ki savaş alanında bile hiç sıkıntı çekmeden sesini duyurabiliyordu. Birkaç dakika sonra Mısır topçuları kentin kıyılarındaki bataryalardan rasgele ateş açmışlardı. Topları küçük kalibreli eski tip Krupps dağ toplarıydı, kısa menzilliydiler ve çoğu zaman isabetli atışlar yapamıyorlardı. Ancak, Mısır garnizonunun beceriksizliğine alışmış biri için o günkü başarıları şaşırtıcıydı. Kuşatma başladığından beri her iki tarafın topçuları da birbirlerinin yerlerini iyice öğrenmiş olduğundan, doğruca Derviş bataryalarının üzerindeki berrak gökyüzünde kara şarapnel dumanları oluşmuştu birkaç tane. Derviş ateşi dikkat çekecek ölçüde azalmıştı.

Ciddi bir yara almamış olan beyaz istimbot, iki akarsuyun birbirine karıştığı noktaya ulaşmış ve ardında çektiği mavnalarla Mavi Nil’in ağzına doğru sancak yönüne keskin bir dönüş yapınca, kentin binaları batı kıyısındaki toplara karşı siper oluşturmuştu. Duaları kabul görmeyen Derviş topçuları sessizliğe gömülmüştü. “Lütfen aşağı iskeleye gidebilir miyiz onu karşılamak için?” Safran, babasını merdivenlere doğru çekiştiriyordu. “Hadi gel Becky gidip senin kavalyeni karşılayalım,” dedi. Ailece, ihmal edilmiş güneşli bahçeden koşarak geçerken General Gordon’un da peşinde Mısırlı subaylardan oluşan bir grupla limana doğru gittiğini gördüler. Kapının tam önünde yatan bir at leşi, sokağı yarı yarıya kapamıştı. Derviş ateşi sonucunda öleli neredeyse on gün oluyordu. Atın karnı şişmişti ve açık yaralarının üzerinde beyaz kurtçuklar kaynıyordu. Bir mavi sinek bulutu konup kalkıyordu vızıldayarak. Kuşatma altındaki kentin öteki kokularıyla karışan çürümüş at eti kokusu boğucuydu. Rebecca her nefes alışında kusmamak için kendini zorluyordu. Babasının görevinin onurunu ve kendi saygınlığını korumak için mide bulantısını bastırmaya çalışıyordu. İkizler ise iğrendiklerini göstermek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Önce şakacıktan öf pof ederken sonunda ikisi birden gerçek kusma sesleri çıkarmaya ve birbirlerinin oyunculuk yeteneğine tezahürat yapmaya başlamışlardı. “Bıktım sizden küçük vahşiler!” David kaşlarını çatmış gümüş kakmalı bastonunu 1 sallıyordu ikizlere.

Korkmuş gibi yapıp çığlıklar attılar ve şarapnellerle yanmış, yıkılmış evlerin molozlarından atlaya zıplaya limana doğru koşmaya başladılar. Rebecca ve David de adımlarını açmış onları izliyorlardı ancak gümrük binasını geçmeden aynı yöne koşturmakta ulan kent halkıyla karşılaşmışlardı. Bu bir insan nehriydi, dilenciler ve sakatlar, köleler ve askerler, köleleriyle gelmiş zengin kadınlar ve üstü başı yırtık pırtık Galla fahişeleri, bebeklerini sırtlarına bağlamış, zırlayan veletlerini ellerinden tutmuş sürükleyen anneler, resmi görevliler, parmaklarında altın ve elmas yüzükleriyle şişman köle tüccarları. Hepsinin tek bir amacı vardı: İstimbotun getirdiği yükün ne olduğunu keşfetmek ve küçük bir cehenneme dönen Hartum’dan kaçış umudu sağlayıp sağlamayacağını anlamak. İkizler kalabalığın içinde kolayca kaybolabilecekleri için David, Safran’ı omzuna almış, Rebecca da Amber’in elini sıkıca tutmuş, kalabalığı yararak kendilerine yol açmaya çalışıyorlardı. İnsanlar uzun boylu etkileyici görünümlü İngiliz konsolosunu tanımışlar ve ona yol açmışlardı. Kendisinden birkaç dakika sonra kıyıya ulaşınca General Gordon, ona katılmalarını söylemişti. O sırada Yiğit Ibis akıntıyı yararak yaklaşıyordu. Sakin, güvenli sulara yarım palamar boyu kala, çekme halatlarını saldı ve dört mavna başlarını Mavi Nil’in güçlü akıntısına vererek sırayla demirlediler. Ryder Courtney malları yağmadan korumak için her birine silahlı nöbetçiler yerleştirmişti. Sonra istimbotun dümenine geçti ve kıyıya doğru manevra yaptırmaya başladı. İşitme mesafesine gelir gelmez ikizler çığlık atmaya başlamışlardı: “Ryder! Biziz! Bize hediye getirdin mi?” Ryder kalabalığın gürültüsüne rağmen onları duymuştu, az sonra da babasının omzundaki Safran’ı fark etti. Purosunu ağzından çıkarıp bir fiskede nehre attı ve geminin düdüğünü çalan kordona asılıp havaya bir buhar salıverdi, bir yandan da Safran’a bir öpücük yollamıştı. Küçük kız gülücüklere boğulmuş ve bir yavru köpek gibi yerinde duramaz olmuştu. “O dünyanın en yakışıklı kavalyesi değil mi?” Bunu söylerken ablasına bakmıştı.

Rebecca, onu duymazdan geldi, ama Ryder’ın gözleri şimdi ona kaymıştı, o arada şapkasını çıkarmış ve terden ıslanmış gür, koyu renk kıvırcık saçları ortaya çıkmıştı. Çöl güneşi yüzünden yüzü ve kolları cilalı tik ağacı rengindeydi, ama şapkasının koruduğu saç dipleri krem rengi bir şerit halinde kalmıştı. Rebecca da ona gülümsedi ve bir reverans yaptı. Safran haklıydı: Gerçekten yakışıklı bir adamdı, özellikle de gülümsediği zaman, diye düşündü, ama gözlerinin kenarlarında kırışıklıklar vardı. Çok yaşlı dedi kendi kendine. En azından otuz yaşında olmalıydı. “Sanırım senden hoşlanıyor,” diye Amber görüşünü bildirdi. “Şu iğrenç saçmalığı keser misin matmazel,” diye uyardı Rebecca. “İğrenç saçmalık, matmazel,” diye yumuşak bir sesle tekrar etti Amber ve bu sözcükleri ilk fırsatta Safran’a karşı kullanmaya karar verdi. Nehirde Ryder Courtney tüm dikkatini istimbotu bağlama yerine yanaştırmaya vermişti. Geminin burnunu akıntıya bırakıp ustaca bir manevrayla olduğu yerde yan dönmesini sağlamış ve bu şekilde akıntıyla sürüklenerek çelik gövdesinin iskeleye asılı usturmaçalara yaslanmasını sağlamıştı. Gemiciler palamarları iskelede bekleyen adama attılar ve adam halatları bağlayarak gemiyi sabitledi. Ryder kazan dairesindeki zili çaldırdı ve Jock McCrump makine dairesinin bulunduğu ambardan kafasını uzattı. Yüzü gözü makine yağı içinde kalmıştı. “Evet, kaptan?” “Kazanda bir miktar buhar tut Jock.

Ne zaman ihtiyacımız olacağı belli olmaz.” “Peki, kaptan. O pis kokulu vahşilerle yolculuk yapmayı hiç istemem doğrusu.” Jock nasırlı koca ellerini bir parça üstüpü ile temizledi. “Kontrol sende,” dedi Ryder ve geminin merdivenini iskeleye uzattı. Sonra adamlarıyla birlikte kendisini bekleyen General Gordon’a doğru ilerlemeye başladı, ama birkaç adım sonra kalabalık etrafını sardı ve ağa yakalanmış bir balık gibi kıpırdayamaz hale geldi. Çevresini saran Mısırlılar ve diğer Araplar orasını burasını çekiştirerek yarı Arapça, yarı İngilizce, “Efendi lütfen, efendi, on çocuğum ve dört karım var. Güzel geminizde bize de bir yer verin,” diye yalvarmaya başlamışlardı. Ellerindeki para tomarlarını suratına sallıyorlardı. “Yüz Mısır Lirası. Başka param yok. Al efendi, ömrüm oldukça da Allah’a senin için dua ederim.” “Kraliçenizin altınları!” diye başka biri atıldı ve bir tef gibi taşıdığı bez çantayı şıngırdattı. Kadınlar mücevherlerini… ağır altın bileziklerini, yüzüklerini, taşlı kolyelerini çıkarıyorlardı. “Ben ve bebeğim için.

Bizi de alın yüce lordum.” Bebeklerini ona uzatıyorlardı; cılız sesli, açlıktan avurtları çökmüş, kimilerinde açık iskorbüt yaraları, kimilerinin sarındıkları peştemallarda kirli sarı koleralı dışkı lekeleri olan bebeklerdi bunlar. Ona ulaşabilmek için birbirlerini çiğniyor, itişip kakışıyorlardı. Bir kadın dizlerinin üstüne yığıldı ve bebeği tepişen kalabalığın ayaklarının altına düştü. Ayaklar alımda çiğnenirken bebeğin çığlıkları daha da cılızlaşmıştı. Sonunda çivili bir sandalet yumurta biçimi kafatasını ezdi ve çocuk kırık bir bebek gibi tozların içinde hareketsiz kaldı. Ryder Courtney öfkeyle böğürerek yumruklarını sıktı ve şişman bir tüccarı çenesine indirdiği tek yumrukla yere devirip omzuyla kendine yol içti. Kalabalık ona yol vermek zorunda kalmıştı, ama bazıları bu kez Yiğit Ibıs’e hücum edip güverteye çıkmaya çalışıyorlardı. Jock McCrump elinde bir somun anahtarı, arkasında gemi kancaları ve yangın baltalarıyla silahlanmış beş adamı ile merdivende onları bekliyordu. Jock güverteye tırmanmaya çalışan ilk adamın kafatasını çatlattı ve adam gemi ile taş iskele arasındaki boşluktan suya düşüp gözden kayboldu. Ryder tehlikeyi fark etmiş gemisine geri dönmeye çalışıyordu, ama sıkışıklıkta o bile hareket edemiyordu. “Jock gemiyi açığa al ve mavnaların yanına demirle,” diye bağırdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir