Anton Çehov – Bütün Öyküler 6 (1891-1893)

Sabahın 8’ydi. Subayların, memurların, buraya gezmeye gelen yabancıların boğucu, sıcak bir günden sonra erkenden denize girip serinledikleri, sonra çay, kahve içmek üzere gazinolara gittikleri bir saatti. Başında Maliye Bakanlığı’nın kasketi, ayakları terlikli, 28 yaşlarında, zayıf, sarışın bir genç olan İvan Andreyiç Layevski denize girmeye geldiği zaman sahilde birçok tanıdığına, bunlar arasında da dostu askeri doktor Samoylanko’ya rasladı. Gür siyah saçları dibinden kesilmiş gibi kısa, koca kafalı, boyunsuz, kırmızı yüzlü, iri burunlu, kırçıl favorili, şişman, göbekli bir adam olan Samoylenko’nun askerlere yaraşan tok, çatlak bir sesi vardı. Oraya yeni gelenler üzerinde ilk anda kaba, yaygaracı biriymiş gibi bir izlenim bırakmakla birlikte tanışıklığın üzerinden iki-üç gün geçince yüzü son derece yumuşak, sevimli, hatta güzel görünmeye başlardı. Hantallığına, ses tonundaki sertliğe karşın uysal, temiz yürekli, inanılmaz derecede iyi bir adamdı. Herkesin yardımına koşardı, kasabada senli-benli olmadığı kişi yok gibiydi. Arkadaşlarına ödünç para verir, hastalığında tedavi eder, evlendirir, barıştırır, kır gezileri düzenler, şiş kebapları kızartır, nefis kefal çorbası pişirir, kimin ne isteği varsa yerine getirmeye çalışır, yapamadıkları için başkalarına ricada bulunurdu. Arkadaşlarının neşe kaynağı sayılırdı, genel kanıya göre kusursuz bir adamdı. Ancak kahramanımızın iki zaafı vardı, bunlardan biri yumuşak bir adam oluşundan utanarak sert bakışlarıyla, yapmacık kabalığıyla bunu örtmeye çalışması; ikincisi ise yalnızca beşinci dereceden bir devlet memuru olduğu halde buyruğu altındaki hastabakıcıların, erlerin ona «beyefendi» demelerini istemesiydi. İkisi de boğazlarına dek suya girdikleri sırada Layevski söze başladı: —Benim şu soruma yanıt ver, Aleksandr Davidıç. Diyelim, bir kadını sevdin, onunla bir araya geldin. İki yıldan fazla birlikte yaşadığınızı varsayalım. Sonra da, olur ya, birdenbire soğuyuverdin, onu kendine yabancı hissetmeye başladın. Böyle bir durumda olsan ne yapardın? —Çok basit.


Hadi yavrum, canının istediği yere çek git, derdim. —Söylemesi kolay! Ama sığınacağı bir yer yoksa? Yalnız, kimsesiz bir kadınsa, beş parasızsa, çalışamazsa?. —O da iş mi canım! Eline beş yüz ruble tutuştururum ya da yirmi beş ruble aylık bağlarım, olur biter. —Diyelim, beş yüz ruble ödeyecek, yirmi beş ruble aylık bağlayacak gücün var; ama sözünü ettiğim kadın aydın, gururlu biri. Ona para vermeye cesaret edebilir misin? Üstelik nasıl bir yol bulacaksın? Samoylenko yanıt vermek istedi, bu sırada kocaman bir dalga ikisinin birden tepesinden aştı, sonra kıyıya çarptı, çakıl taşları üzerinden şarıldayarak geriye doğru kaydı gitti. Ahbaplar kıyıya çıktılar, giyinmeye başladılar. Samoylenko çizmesinin içindeki kumları silkeleyerek; —Elbette, sevmediğin bir kadınla ömür tüketmek kolay değildir. Ama önce insanca düşünmeli, Vanka. Ben olsam soğuduğumu hiç sezdirmem, ölünceye dek onunla yaşarım. Birdenbire söylediği sözden utandı, hemen kendini toparlayarak; —Bana göre hava hoş, isterse kadınlar hiç olmasın, dedi. Topunun birden soyuna kibrit suyu! Giyindiler, gazinoya gittiler. Orada Samoylenko kendi evinde gibiydi, onun için özel yemek takımı bile ayrılmıştı. Ona her sabah tepsiyle bir fincan kahve, kristal uzun bir bardak içinde buzla karışık su ve bir kadeh konyak getirirlerdi. İlk önce konyağı, sonra kahveyi, sonra da buzlu suyu içerdi. Bunlar çok nefis şeyler olmalı ki, içtikten sonra gözleri parlar, ucu çatallı sakalını sıvazlayarak denize bakar; —Ah, denizin görüntüsü ne güzel! derdi.

Sıkıntılı geçen uzun bir geceden, insana uyku uyutmayan boğucu sıcaktan, sanki gecenin karanlığını katmerleştiren gereksiz düşüncelerden sonra Layevski kendini bitkin, güçsüz hissediyordu. Denizde yıkanmak, kahve içmek onu kendine getirememişti. —Deminki konuşmamıza dönelim, dedi. Senden saklayacak değilim ya, bir dost olarak her şeyi anlatacağım. Nadejda Fiyodorovna ile başım dertte… hem de nasıl! Gizimi sana açtığım için beni bağışla. Anlatmadan edemeyeceğim. Sözün nereye varacağını sezen Samoylenko gözlerini süzdü, parmağıyla masayı tıkırdatmaya başladı. —Onunla birlikte iki yılım geçti, ama artık kendisini sevmiyorum. Daha doğrusu, aramızda sevgi mevgi olmadığını anladım. Bu iki yıl aldanmadan başka bir şey değildi. Konuşurken pembe avuçlarını süzmek, tırnaklarını kemirmek ya da gömleğinin kolunu parmaklarıyla buruşturmak gibi bir alışkanlığı vardı. Şimdi gene aynı şeyleri yapıyordu. —Bana bir yardımın dokunmayacağını biliyorum, gene de hepsini anlatacağım, çünkü bizim gibi bahtsız, gereksiz insanlar için konuşmaktan başka avuntu yoktur. Her hareketimi genel bir insanlık davranışı gibi göstermeliyim, anlamsız yaşantıma başkalarının kuramlarında (nazariyelerinde), edebiyat tiplerinde «Biz aydınlar yozlaşmaya başladık…» türünden bir açıklama, bağışlanma yolu bulmalıyım. Örneğin geçen gece, «Ah Tolstoy ne kadar haklı, yerden göğe kadar haklı!» diye düşünerek kendimi avuttum, böylece biraz ferahladım.

Gerçekten, dostum, Tolstoy büyük yazar! Kim ne derse desin öyle! Tolstoy’u hiç okumamış olan, ama her gün okumaya niyetlenen Samoylenko utana sıkıla; —Evet, dedi, yazarlar aslında kafadan uydurup yazarlar, ama o doğrudan doğruya doğadan alır örneklerini. Samoylenko içini çekti. —Aman Tanrım, uygarlık bizi ne kadar yozlaştırmış! Evli bir kadını sevdim, o da bana gönül verdi. Önceleri öpücüklerimiz, sessiz gecelerimiz, inançlarımız, Spencerlerimiz, ülkülerimiz, ortak amaçlarımız vardı. Meğer hepsi yanılgıymış bunların! Gerçekte onun kocasından kaçıyorduk, ama okumuş insanın iç boşluğundan kaçıyoruz diye kandırıyorduk kendimizi. Gözlerimizin önünde şöyle bir gelecek canlanıyordu: Önce Kafkaslara gideceğiz, o bölgeye, insanlara alışıncaya dek ben resmi üniforma giyerek memurluk edeceğim; sonra köy yerinde kendimize toprak satın alacağız, bağ, bahçe, tarla edinerek alın terimizle geçineceğiz. Benim yerimde sen olsan ya da senin şu zoolog von Koren olsa, Nadejda Fiyodorovna ile otuz yıl çıt çıkarmadan yaşar, mirasçılarınıza en azından bin dönümlük mısır tarlası bırakırdınız. Ama ben daha ilk günde kendimi batağa saplanmış hissettim. Kentte dayanılmaz bir sıcaklık, can sıkıntısı, ıssızlık… Kıra gidersin her çalının, her taşın altında börtü böcek, akrepler, yılanlar çıkar. Kırların ötesi dağlar ile bozkır… İnsanlar yabancı, doğa yabancı, cılız bir kültür… Bütün bunlar başkentte kürklü palto giyip Nadejda Fiyodorovna ile Nevski caddesinde kol kola gezmeye, kışın ortasında sıcak ülkeleri düşlemeye benzemiyor. Burada zorluklarla ölesiye savaşmak gerekir. Oysa benim gibi adamdan nasıl bir savaşçı çıkar? Zavallı bir sinir hastası, bir muhallebi çocuğuyum ben!. Daha ilk günden iş yaşamı, bağ-bahçeyle ilgili tasarılarımın beş para etmediğini anladım. Aşk konusuna gelince, sana şunu söyleyeyim ki, Spencer okumuş, sevdiği uğruna dünyanın öbür ucuna giden bir kadınla yaşamak basit köylü karıları Anfisa ya da Akulina ile yaşamak kadar tatsız bir olaydır. Evinde aynı ütü masası, pudralar, ilaç kokuları, her sabah saç kıvırma bigudileri, kendi kendini aldatış… Layevski’nin tanıdık bir kadın için böylesine açık konuşması karşısında yüzü kızaran Samoylenko; —Ev ütüsüz olmaz, dedi.

Vanya, bana kalırsa bugün senin keyfin yerinde değil. Benim bildiğim Nadejda Fiyodorovna bilgili, mükemmel bir kadındır, sen de çok akıllı bir adamsın. Komşu masalara göz gezdirerek konuşmasını sürdürdü: —Onunla evlenmemiş olmandan dolayı seni suçlayacak değilim. Evlilik konusunda peşin yargılı olmamak, çağdaş düşünmek gerekir. Gene de ben nikahlı yaşama yandaşıyım. Ama madem birliktesiniz, ölünceye dek birlikte yaşamalısınız. —Sevmeden mi? —Sana açıklamam gereken bir durum var. Sekiz yıl önce burada yaşlı bir acenta temsilcisi vardı, çok kafalı bir adamdı. Bu adam derdi ki, aile yaşamında esas olan katlanmadır. İşitiyor musun, Vanya, sevgi değil, katlanma! Sevgi biteviye sürüp gidemez. İki yıl severek yaşadınız, ama şimdi sürdürdüğün bu aile yaşantısı öyle bir döneme girdi ki, dengeyi korumak için bütün sabrını, dayanma gücünü kullanman gerekiyor… —Sen gene yaşlı acenta temsilcisinin dediklerine inan, ama bence onun öğütleri saçma sapan şeyler! Senin ihtiyar ikiyüzlülük edebilir, sabır idmanı yapabilir, sevmeyen bir adamı yaptıracağı idmanlar için kobay gibi görebilir… Şunu iyi bil ki, ben o kadar düşmedim. Eğer kendim dayanıklılık idmanı yapmak istersem evime jimnastik aletleri alırım ya da huysuz bir at edinirim. İnsanları rahat bıraksınlar, canım! Samoylenko buzlu beyaz şarap ısmarladı. Birer kadeh içtikten sonra Layevski birdenbire sordu: —Beyin gevşemesi nedir, söyler misin? —Sana nasıl anlatsam, bilmem ki… Bu öyle bir hastalık ki, heyin zamanla yumuşayıp sulanır. —Tedavisi var mı? —Hastalık kendi haline bırakılmamışsa evet.

Soğuk duşlar, pehlivan yakısı, içerden alınacak kimi ilaçlarla iyileştirilebilir. —İşte ben de o durumdayım. O kadınla daha fazla yaşayamam, benim dayanma gücümün üstündedir. Senin yanındayken güzel güzel düşünüyor, gülümsüyorum, ama evdeyken tüm cesaretim kırılıyor. Canıma tak etti artık, birisi onunla şöyle bir ay daha yaşamak zorunda olduğumu söylese alnımın ortasına bir kurşun sıkarım daha iyi. Öte yandan kadını tek başına bırakmakda olmaz. Kimi kimsesi yok, çalışmayı beceremez, ne bende para var, ne onda… Kime sığınsın, nereye gitsin? İnsan bir çare düşünüp bulamıyor. E, söyle bakalım, ne yapayım? Samoylenko ne söyleyeceğini bilemeyerek; —Şey… O seni seviyor mu bari? diye homurdandı. —O yaşta, o yapıda bir kadının bir erkeğe gereksinmesi olduğu kadar. Benden ayrılmak onun için pudralarından, bigudilerinden ayrılmak kadar zor olsa gerek. Onun tuvalet masasının ayrılmaz bir parçasıyım ben. Samoylenko utandı. —Bugün bayağı keyifsizsin, Vanya. Gece uykunu almamış olmalısın. —Evet, iyi uyumadım.

Genelde kendimi pek iyi hissetmiyorum. Başım arı kovanı gibi, içim sıkılıyor, üzerimde bir halsizlik var… Bir yerlere kaçıp gitmeli. —Nereye? —Şöyle kuzeye. Çam ağaçlarına, mantarlara, yeni insanlara, düşüncenin bulunduğu yerlere… Şimdi Moskova, Tula illerinden birinde buz gibi bir ırmağa girip yıkanmak, anlıyor musun, sonra en sıradan bir üniversite öğrencisiyle karşılaşıp birkaç saat çene çalmak için ömrümün yarısını verirdim. O biçilmiş otlar nasıl kokar, bilir misin? Geceleri bahçede gezerken evden piyano sesleri gelir, uzaktan trenin geçişi duyulur… Duygulandağı için gözlerinden yaşlar geldi. Bir yandan gülümserken bir yandansa gözlerinden süzülen yaşları göstermemek için yerinden kalkmadan yandaki masaya döndü, bir kibrit istedi. Samoylenko; —On sekiz yıl var ki Rusya’ya gitmedim, dedi. Orasının nasıl bir yer olduğunu unuttum. Bence Kafkasya’dan daha güzel bir memleket yoktur. —Vereşçagin şöyle bir tablo yapmış: Derin bir kuyunun dibinde ölüm mahkumları çile doldururlar. Senin şu güzel Kafkasyan da bence bu dipsiz kuyudan farklı değil. Bana Petersburg’da baca temizleyicisi ya da burada prens olmaktan birini seç deseler ben hemen baca temizleyiciliğini seçerdim. Layevski böyle diyerek düşüncelere daldı. Samoylenko onun eğik duran bedenine, bir noktaya dikili gözlerine, solgun, terli yüzüne, çökük şakaklarına, kemirilmiş tırnaklarına, yamalı çoraplarına, ayağının ucunda sarkan terliğine bakarak arkadaşına karşı yüreğinde bir acıma duydu. Layevski gözlerine çaresiz bir çocuk gibi gözükmüştü.

—Annen sağ mı? diye sordu. —Evet ama aramız açık. Bu birlikteliğimizi bağışlamadı. Samoylenko dostunu severdi. Layevski’yi birlikte içki içilir, şaka edilir, içli-dışlı konuşulur iyi bir çocuk, bir üniversiteli, temiz bir insan olarak görürdü. Öte yandan onun anlayışla karşıladığı tatsız yanları vardı. En başta zamanlı-zamansız çok içerdi. Sonra kumar oynar, görevine aldırmaz, kazancına göre harcamaz, konuşurken sık sık çirkin laflar eder, sokakta terlikle gezer, başkalarının yanında Nadejda Fiyodorovna ile tartışırdı. Bunlardan hiç hoşlanmazdı. Öte yandan dostunun eskiden edebiyat fakültesinde okuması, şimdi kalın iki dergiye abone olması, çoğu zaman pek az kişinin anlayacağı türden konuşmalar yapması, kültürlü bir kadınla yaşaması pek akıl erdirdiği şeyler değilse de hoşuna giderdi. Bu yüzden Layevski’yi kendinden üstün görür, ona saygı duyardı. Layevski başını silkerek; —Bir nokta daha var, dedi. Yalnız aramızda kalsın. Şimdilik Nadejda Fiyodorovna’dan saklıyorum. Onun yanında sakın ağzından kaçırayım deme! Üç gün önce kocasının beyin gevşemesinden öldüğünü bildiren bir mektup aldım.

Samoylenko içini çekti. —Toprağı bol olsun… Ondan niçin gizliyorsun? —Bu mektubu ona göstermek nikah için kilisenin yolunu tutmakla aynı anlama gelir de ondan. Önce ilişkilerimizin türünü belirlemeliyiz. Birlikte yaşayamayacağımız iyice ortaya çıkınca mektubu kendisine gösteririm. O zaman tehlike kalmaz. —Bak, beni dinle, Vanya. Büyük bir tatlılıkla dilekte bulunmak istiyormuş, ama dileğinin geri çevrilmesinden korkuyormuş gibi Samoylenko’nun yüzünde birden hüzünlü, yalvaran bir anlatım belirdi. —Evlen onunla, kuzum. —Neden? —Bu olağanüstü kadına karşı borcunu yerine getir. Kocası öldü, bununla yazgınız sana nasıl davranman gerektiğini göstermiş oluyor. —Sen ne tuhaf adamsın! Düşünemiyor musun, buna olanak yok! Sevmeden evlenmek inanmadan dua etmek gibi bir şeydir. Böylesine alçaklık insan olana yakışmaz! —Ama evlenmek zorundasın. Layevski öfkeyle sordu: —Neden evlenmek zorundaymışım?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir