Anton Çehov – Bütün Öyküler 7 (1893-1895)

Sofya Lvovna bağıra bağıra: —Bırakın beni, kızağı ben sürmek istiyorum! Arabacının yanında oturacağım! Arabacı, dursana, senin yanında oturmak istiyorum! diyordu. Kızakta ayakta dikiliyor, kocası Vladimir Nikitıç ile çocukluk arkadaşı Vladimir Mihaylıç ise düşmesin diye onu kollarından tutuyorlardı. Kızak hızla ilerliyordu. Vladimir Nikitıç öbür Vladimir’e kızarak; —Ben sana söyledim, hani ona konyak içirmeyecektin! dedi. Tuhaf adamsın, doğrusu! Albay deneyimlerinden biliyordu ki, karısı Sofya Lvovna gibi kadınlarda içkinin yarattığı bu çılgınca neşeden sonra çoğu zaman isterik bir kahkaha nöbeti gelir, arkasından da zırlamalar. Tüm korkusu, eve dönünce uyuyamamak, kompreslerle, damlalarla uğraşarak bir sürü rahatsızlığa katlanmaktı. Sofya Lvovna; —Heeey! diye bağırdı. Kızağı ben kullanacağım! Gerçekten neşeliydi, mutluydu. İki aydır, yani evlendikleri ilk günden beri albay Yagiç’le çıkar için ya da bazılarının söylediği gibi, par dépit [1] evlendiğini düşünerek buna çok üzülüyordu. Ama işte bugün kent dışında gittikleri lokantada kocasını gerçekten, çılgınca sevdiğini anlayarak eski neşesi yerine gelmişti. Kocası elli dört yaşındaydı, ama olsun, ne önemi vardı? Öyle sağlıklı, dinç, kıvrak, nükteci, yaşam dolu bir adamdı ki, lokantada masadan kalkıp şarkı söyleyen çingene kadınlarına eşlik etmişti! Eski toprak yaşlıların, beş genci birden cebinden çıkaracağı sözüne hak verdirecek kadar neşeliydi. Sanki gençlik günlerini yeniden yaşıyordu. Babasından iki yaş büyük olması da ürkütmüyordu Sofya Lvovna’yı. Kendisi daha yirmi üçünü yeni doldurmuştu, ama elini vicdanına koyup söylemesi gerekirse, kocasının canlılığı, çevikliği, yaşama isteği kendisininkinden kat kat üstündü. İçinden «Ah, canımın içi!», «Sevgilim!» diye geçirdi.


Ayrıca lokantada eski duygularından eser kalmadığını da açıkça görmüştü. Düne kadar deli gibi, umutsuzca sevdiği, çocukluk arkadaşı Vladimir Mihaylıç’a (ya da kısaca Volodya’ya) karşı artık hiçbir şey duymuyordu. Volodya akşam boyunca gözüne mızmız, can sıkıcı, önemsiz biri olarak gözükmüştü. Lokantada hesapları ödememek için sergilediği pişkinliği her zaman gösterirdi ama bu sefer onu iyice çileden çıkarmıştı. Volodya’ya, «Bu kadar yoksulsanız evinizde oturun!» dememek için kendini zor tutmuştu. Her zamanki gibi eğlence parasını gene Albay vermişti. Kızakta hızla giderken gözlerinin önünden ağaçlar, telgraf direkleri, kar yığınları birbiri ardından gelip geçtiği için, aklına hep birbirini tutmayan düşünceler geliyordu. Kafasından geçen düşünceler arasında lokantada yemeğe yüz yirmi ruble, çingenelere de yüz ruble ödedikleri vardı. İstese yarın da sokağa bin ruble fırlatıp atabilirdi. Oysa iki gün önce, yani evlenmeden, cebinde üç rublesi bile yoktu. En küçük gereksinmesi için babasına baş vurmak zorundaydı. Yaşamında ne büyük bir değişiklikti bu! Zihni gittikçe karışıyordu. Şimdi kocası olan albay Yagiç’in bir zamanlar, kendisi henüz on yaşındayken, teyzesine kur yaptığını anımsadı. Evde herkes Albay’ın teyzesini baştan çıkarıp yaşamını söndürdüğünü söylerdi. Doğruydu; teyzesi çoğu zaman yemeğe, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerle oturur, arabaya binip binip bir yerlere giderdi.

Onun için, «Zavallıcık, bir yerlerde duramıyor…» derlerdi. Yagiç o zamanlar çok yakışıklıydı, elde etmediği kadın yok gibiydi. Kentte herkesin tanıdığı, ünlü bir adamdı. Derlerdi ki, «Bir doktor her gün nasıl hastalarını görmeye giderse, o da her gün hayranlarını ziyaret eder.» Şimdi bile, kır saçlarına, yüzündeki kırışıklara, gözlük takmasına karşın ince yüzü özellikle yandan insana çekici geliyordu. Sofya Lvovna’nın babası askeri doktordu, bilmem hangi tarihte Yagiç’le aynı alayda görev yapmışlardı. Volodya’nın babası da askeri hekimdi. O da Yagiç’le ve Sofya Lvovna’nın babasıyla aynı alayda bulunmuştu. Karmakarışık aşk serüvenleri yaşamakla birlikte okumasını kesintisiz sürdüren Volodya, üniversiteyi başarıyla bitirdi. Sonra da uzmanlık alanı olarak batı yazınını (edebiyatını) seçti. Söylenenlere göre şimdi de doktora tezini hazırlıyordu. Otuz yaşına geldiği halde, kendi kazancı olmadığı için, ister istemez, askeri doktor olan babasının yanında, kışlada kalmaktaydı. Çocukluk günlerinde Sofya Lvovna ile onun ailesi aynı apartmanda komşu dairelerde otururlardı. Volodya onların evinden çıkmaz, birlikte oynarlar, dans ve Fransızca dersi de alırlardı. Ama çocuk büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olunca Sofya Lvovna ondan utanmaya başladı, sonra da ona deli gibi tutuldu.

Bu aşk son zamanlara değin, Yagiç’le evlenmelerine kadar sürdü. Volodya da kadınların gözdesiydi, daha on dört yaşındayken çapkınlığa başlamıştı. Onunla kocalarını aldatan bayanlar, «Volodya küçücük bir çocuk!» diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalışırlardı. Son zamanlarda bir arkadaşı onunla ilgili olarak şöyle bir şey anlatmıştı: Volodya üniversitede okuduğu yıllarda yakındaki bir pansiyon odasında kalır, kapısının her vuruluşunda içerden birtakım ayak sesleri işitildikten sonra alçak sesle, «Pardon, je ne suis pas seul» [2] diye özür dilerdi. Yagiç bu delikanlıdan çok hoşlanırdı. Nasıl Derjavin, Puşkin’in elinden tutmuşsa o da Volodya’dan yardımını esirgemezdi. Saatlerce, hiçbir şey konuşmadan ikisi bilardo ya da piket oynarlardı. Yagiç arabayla bir yere giderken yanına Volodya’yı da almadan edemezdi. Volodya da buna karşılık tez çalışmalarıyla ilgili düşüncelerini yalnız ona açardı. Şöyle garip durumlar da çıkardı arada bir: İlk zamanlar, Albay daha gençken bir de bakmışsınız aynı kadına kur yaparlarken rakip olmuşlar. Ancak birbirlerini kıskandıkları görülmemiştir. İkisi birlikte gittikleri toplantılarda Yagiç’e büyük Volodya, ötekine de küçük Volodya derlerdi. Kızakta büyük Volodya, küçük Volodya, Sofya Lvovna dışında bir bayan daha vardı. İkinci bayan herkesin kısaca Rita dediği, Sofya Lvovna’nın kuzeni Margarita Aleksandrovna’dan başkası değildi. Otuzunu aşmış, sarı benizli, kara kaşlı, kelebek gözlüklü bir kızcağızdı Rita.

Ara vermeksizin, en ayazlı havalarda bile sigara içer, o yüzden göğsünden, eteklerinden sigara külü eksik olmazdı. Sözcükleri uzata uzata genizden bir konuşması vardı. Başkalarının yanında soğuk tavırlar takınır, sarhoş olmadan istediği kadar kanyak, likör içer, tatsız, yavan bir sesle açık saçık öyküler anlatırdı. Evde bütün yaptığı, yaprakları arasına sigara külleri döke döke sabahtan akşama değin kalın dergiler okumak, bir de elmalı dondurma yemekti. Rita bir ara şarkı söyler gibi; —Sonya [3] , dedi, vaz geç şu delilikten! Senin yaptığına düpedüz budalalık denir! Kentin giriş kapısına yaklaştıkları sırada kızak biraz yavaşladı. İnsanlar, evler görünmeye başlamıştı; sakinleşen Sofya Lvovna kocasına sokuldu, kendini hülyalı düşüncelere bıraktı. Tam karşısında küçük Volodya oturmaktaydı. Genç kadının neşeli, hoppaca düşüncelerinin yanında şimdi keyfini kaçıranlar da vardı. Şöyle düşünüyordu: Karşısındaki delikanlı kendisinin onu sevdiğini bilmekten başka kocasıyla par debit evlendiği safsatasına da inanmaktaydı. Gene de Sofya Lvovna onu sevdiğini bir kerecik olsun ağzından kaçırmamıştı. Hiçbir şey belli etmek istemiyor, ona karşı beslediği duyguları elinden geldiğince gizlemeye çalışıyordu. Ancak Volodya’nın yüzünden Sofya Lvovna’nın içinden geçenleri gayet iyi anladığı belliydi. İşte bu, Sofya Lvovna’nın son derece onuruna dokunmaktaydı. Gene de en çok onuruna dokunan durum, evlendikten sonra Volodya’nın birdenbire onunla ilgilenmeye başlaması oldu. Eskiden hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor, susarak ya da havadan sudan konuşarak saatlerce yanında oturuyordu.

Şimdi de kızakta giderken hiç konuşmuyor, bir yandan elini tutarken bir yandan da hafif hafif ayağına basıyordu. Demek ki bütün beklediği, Sofya Lvovna’nın evlenmesiymiş… Volodya’nın onu küçük gördüğü kesindi. Ona karşı duyduğu tek ilginin kötü kadınlara, ahlaksız kadınlara karşı beslenen cinsten olduğu anlaşılıyordu. İşte Sofya Lvovna’nın önde oturup kızağı sürmek, bağırıp çağırmak, ıslık çalmak, taşkınlık yapmak istemesinin tek nedeni buydu. Elde ettiği evlilik başarısı ile kocasına olan sevgisi bu aşağılanma duygusuyla birleşince çılgına dönüyordu. Tam kadınlar manastırının önünden geçerlerken tonlarca ağırlıktaki büyük çanın dandanları duyuldu. Rita istavroz çıkardı. Ürperen Sofya Lvovna da; —Olga’mız bu manastırda, diyerek istavroz çıkardı. —Niçin manastırda? diye sordu Albay. Rita herhalde Sofya Lvovna’nın Yagiç’le evlenmesini kastederek, öfkeli öfkeli; —Par debit, dedi. Şimdi par debit evlenmek moda oldu. Sizin anlayacağınız, dünyaya bir çeşit meydan okuma… Olga eğlence düşkünü, hoppa bir kızdı. Balolarda erkeklerle dans etmekten başka bir şey düşünmezdi. Sonra ne olduysa birdenbire manastıra kapandı. Şu işe hepimiz şaşırıp kaldık… Küçük Volodya kürkünün yakasını indirip güzel yüzünü göstererek; —Söylediğiniz doğru değil, dedi.

Gerçeği bilmek isterseniz, olayın par debit sorunuyla bir ilgisi yok, başka ürkütücü nedenlere dayanıyor. En başta kızcağızın kardeşini küreğe mahkum ettiler, şimdi nerede bulunduğunu kimsecikler bilmiyor. Sonra da annesi kahrından öldü. Böyle dedikten sonra kürkünün yakasını yeniden indirdi, boğuk bir sesle şunları ekledi: —İyi etti de manastıra kapandı. Yoksa Sofya Lvovna gibi altın yürekli birinin evinde sığıntı olarak yaşamak kolay değil! Bunu da iyi düşünmek gerekir! Sofya Lvovna genç adamın sesindeki alaylı edayı sezdi, sertçe karşılık vermek istediyse de dilini tuttu. Bunun yerine, çılgınca taşkınlık isteği yeniden depreşti. Ayağa kalkarak ağlamaklı bir sesle; —Manastırdaki sabah ayinine katılmak istiyorum. Geriye dön, arabacı! Olga’yı görmek istiyorum! diye bağırdı. Kızak gerisin geriye döndü. Manastırın çanı tok sesiyle durmadan dandan ediyordu. Sofya Lvovna’ya öyle geliyordu ki, bu seste Olya’yı, onun yaşamını düşündüren bir şeyler vardı. O sırada öbür kiliselerdeki çanlar da çalmaya başladı. Arabacı kızağı durdurunca Sofya Lvovna aşağı atladı, yanına kimseyi almadan, tek başına, telaşlı telaşlı manastırın büyük kapısına doğru yürüdü. Kocası arkadan şöyle seslendi: —Lütfen, elinizi çabuk tutun! Vakit epeyce gecikti. Kapıdan içeri giren genç kadın, ana kiliseye gitmek için ağaçlı yola saptı.

Karlar ayaklarının altında kıtır kıtır ediyor, tüylerini diken diken ayağa kaldıran çan sesleri tam tepesinde gümbürdüyordu. İşte kilisenin kapısı. Önünde üç basamaklı bir merdiven vardı. Azizlerin resimlerinin asıldığı girişte ardıç ağacı ve günlük kokusu buram buram burnuna çalındı. Arkada bir kapı daha gözüküyordu. Siyahlara bürünmüş birisi yerlere değin eğilerek kapıyı açtı, ona selam verdi. Ayin henüz başlamamıştı. Rahibelerden biri tasvirlerin önünde dolaşıyor, tek tek mumları, başka biri de buhurdanlıkları yakıyordu. Şurada burada, sütunların, yandaki girintilerin diplerinde kımıldamadan duran insan gölgeleri göze çarpıyordu. Sofya Lvovna bu insanların sabaha dek böyle dikileceklerini düşündü; birdenbire burası ona karanlık, soğuk, can sıkıcı bir yer gibi geldi. Hem de gömütlükten daha sıkıcı bir yer!. Onun da içini sıkıntı basarak bu hareketsiz, ayakta donmuş gölgelere baktı; yüreği acıyla burkuldu. Rahibelerden birini gözü ısırıyor gibiydi. Neresinden tanıdığını kendisi de bilememekle birlikte bu kısa boylu, çökük omuzlu, siyah saçları topuz yapılmış rahibeyi Olya’ya benzetti. Oysa Olya manastıra girdiği zaman daha şişman, sanki biraz daha uzun boylu bir kızdı.

İçindeki heyecanı yenemeyerek, çekine çekine rahibeye yaklaştı, arkadan bakınca onun Olya olduğuna kesin inandı. Ellerini çırparak; —Olya! Olya! diyebildi. Heyecanından başka bir şey söyleyememişti. Rahibe de onu tanıdı, şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Bu karşılaşmaya öylesine sevinmiş olacak ki, tertemiz solgun yüzü, hatta siyah giysisinin altındaki beyaz başörtüsü bile daha bir parladı. Rahibe giysileri içinde iyice renksiz gözüken kuru ellerini çırparak; —Sonya, sen misin? Bakın şu Tanrı’nın işine! diye bağırdı. Sofya Lvovna arkadaşına sımsıkı sarılıp yanaklarından öptü, bu sırada ağzından şarap kokusu geliyor mu diye korktuysa da koşmaktan soluğu kesilmiş gibi derin derin soluyarak; —Buradan geçiyorduk, birden aklımıza geldin! dedi. Benzin ne kadar da soluk! Aman Tanrım! Seni görünce öyle sevindim ki! Ee, söyle bakalım, nasılsın? Burada canın sıkılmıyor ya? Öbür rahibelere şöyle bir göz atarak konuşmasını alçak sesle sürdürdü: —Biliyor musun, bende ne büyük değişiklikler oldu? Yagiç’le, yani Vladimir Nikitıç’le evlendim. Onu tanıyorsun, öyle değil mi? Çok mutluyum! —Ya! Şükür Tanrı’ya! Peki, baban nasıl? Sağlığı yerinde mi? —İyidir. Seni sık sık anıyor. Olya, yortularda bize gelsene! Niçin gelmiyorsun? Olya gülümsedi. —Gelirim. Niçin gelmeyeyim? Bayramın ikinci günü size uğrarım. Sofya Lvovna nedenini bilmeden ağlamaya başladı. Bir dakika kadar sessiz sessiz gözyaşı döktükten sonra gözlerini silerek; —Rita seni göremedi diye çok üzülecek, dedi.

O da kızakta, bizim yanımızda. Volodya da… Gene hep birlikteyiz. Büyük kapının önünde bekliyorlar. Onlarla görüşebilsen çok sevinirlerdi. Gel, istersen oraya kadar gidelim! Nasıl olsa ayin başlamadı daha. Olya razı oldu. —Peki, gidelim… Üç kere istavroz çıkardıktan sonra Sofya Lvovna ile birlikte manastır kapısına doğru yürüdü. Çıkışa vardıklarında; —Demek ki mutlusun, Sonya? dedi. —Evet, çok mutluyum. —Şükür Tanrı’ya. Gelenleri görür görmez büyük Volodya ile küçük Volodya kızaktan indiler, rahibeyi saygıyla selamladılar. Gencecik rahibenin solgun yüzü ile simsiyah giysisinin onlara çok dokunduğu belliydi. Olya’nın kendilerini görmek için ta yanlarına kadar gelmesine memnun olmuşlardı. Sofya Lvovna, üşümesin diye kızaktaki battaniyeyi Olya’nın üstüne örttü, kürkünün eteğini omuzlarına attı. Gözyaşları, içindeki sıkıntıyı azaltmış, sanki ruhunu temizlemişti.

Gürültülü, şamatalı, doğrusu pek de temiz olmayan bu gecenin birdenbire bu kadar temiz, böylesine huzur verici biçimde son bulmasına seviniyordu. Olya’yı yanında daha fazla tutmak için; —Gelin, onu biraz gezdirelim! dedi. Olya, kızağa bin de seni gezdirelim. Erkekler rahibenin bu öneriyi geri çevireceğini sanıyorlardı. (Din yolundakiler kızağa binmezlerdi.) Ama Olya’nın kabul edip kızağa bindiğini görünce şaşırdılar. Kızak kent giriş kapısına doğru yönelince hepsi sus pus olup oturdular. Şimdi tek düşünceleri Olya’yı rahat ettirmek, üşümemesini sağlamaktı. Bir yandan da genç rahibenin eskiden ve şimdiki durumu üzerine düşünüyorlardı. Karşılarındaki bu durgun, soğuk, solgun yüz belli bir anlam taşımıyor; sanki damarlarından kan yerine su akıyormuş gibi bembeyaz gözüküyordu. Oysa bundan iki-üç yıl önce Olya tombul, al yanaklı, genç erkeklerden söz eden, olur olmaz yerde kahkaha atan, şen şakrak bir kızdı. Kızak kent kapısına varınca geriye döndü. On dakika sonra manastıra vardıklarında Olya kızaktan indi. Çan yeniden çalmaya başlamıştı. Yerlere kadar eğilip rahibe selamı veren Olya; —Tanrı’m hepinizi korusun! dedi.

—Olya, bize geleceksin, değil mi? —Geleceğim, geleceğim. Böyle diyerek hızla yanlarından uzaklaştı, çok geçmeden karanlık kapının arkasında gözden yitti. Kızak rahibeyi bırakıp yeniden yola koyulduğunda hepsinin içine bir hüzün çökmüştü. Kızakta sessiz, suskun oturuyorlardı. Sofya Lvovna da tüm bedeninde bir kırıklıkla birlikte moral bozukluğu hissetti. Rahibeyi kızağa alıp kendisi gibi sarhoşların arasında gezmek zorunda bırakması ona budalaca, düşüncesizce, hatta dine saygısız bir hareketmiş gibi geliyordu. İçkinin verdiği çakırkeyiflilikle birlikte kendi kendini aldatma isteği de bir anda yok olup gitti. Kocasını sevmediğini, sevemeyeceğini; bunun saçmalık, aptallık olduğunu düşünüyordu şimdi. Evet, kocasıyla çıkarını gözettiği için evlenmişti, çünkü, birincisi, arkadaşlarının da söylediği gibi Yagiç zengin bir adamdı. İkincisi, Rita gibi evde kalmaktan korkuyordu. Üçüncüsü, doktorluk yapan babasının yanında yaşamaktan bıkmış usanmıştı. Bunların üstüne bir de küçük Volodya’ya nispet yapmak vardı. Bu işin bu kadar zor, sıkıntılı, bu kadar çirkin olduğunu başlangıçta kestirebilse dünyada kocaya varmazdı. Ama artık yapılan yanlışı düzeltemezdi, ister istemez bu felakete katlanacaktı. Eve geldiler.

Yumuşacık yatağına yatıp yorganı üstüne örter örtmez kilisenin o karanlık kapısı yeniden gözlerinin önünde canlandı. Buhurdanlıktan yükselen günlük kokusunu, sütunların dibinde dikilen gölgeleri anımsadı. Bu gölgelerin, kendisi rahat yatağında uyurken hep öyle kıpırdanmadan duracaklarını düşününce yüreğini dehşet bastı. Sabah ayini bitmek bilmezdi. Ardından sonu gelmez dualar, ardından öğle ayini, gene dualar… «Ama mutlaka Tanrı vardır, kesinlikle vardır. Er ya da geç bir gün ben de öleceğim. Öyleyse Olya gibi ölüm, öbür dünya üzerine düşünmeliyim. Olya kendi sorunlarını çözdü, onun için ahret konusu kapanmıştır. Ya bir de Tanrı yoksa? O zaman mahvetti kendini kızcağız. Ama dur! Niçin mahvoluyor? Nasıl mahvoluyor?» Bir dakika sonra aklına bu düşüncelerden farklı şeyler geliyordu: «Tanrı vardır. Ölüm kaçınılmaz… Ruhumuzun kurtuluşu için bir şeyler yapmamız gerekecek. Olya şimdi ölümünün yaklaştığını görse korkmaz. Hazırdır buna. En önemlisi öbür dünyadaki yaşam sorununu çözüp bitirdi. Tanrı var, bu kesin… Orası öyle ama manastıra girmekten başka çıkış yolu yok mu? Manastıra kapanmak yaşamı yadsımak, mahvetmek anlamına gelmez mi?» Sofya Lvovna yavaş yavaş korkuya kapılmaya başlamıştı.

Başını yastığın altına saklayarak; —Bunları düşünmemek en iyisi. Ne yararı var? dedi kendi kendine. O sırada bitişik odada Yagiç halının üstünde mahmuzlarını şakırdata şakırdata dolaşıyor, kafasında bir şeyler tasarlıyordu. Sofya Lvovna kocasının, salt adı Vladimir olduğu için kendi yönünden ayrı bir değer taşıdığını, onu daha bir yakın hissettiğini düşündü. Yatağında doğrulup tatlı bir sesle; —Volodya! diye çağırdı. —Ne var! Ne istiyorsun? —Hiç… Sofya Lvovna yeniden yattı. O sırada bir çan sesi işitildi. Belki de gene manastırın çanı çalıyordu. Sofya Lvovna loş kilise kapısını, o kara kara gölgeleri bir daha anımsadı. Kafasının içinde Tanrı, kaçınılmaz ölüm üzerine türlü türlü düşünceler dolaşmaya başladı yeniden. Çanın dandanlarını işitmemek için başını yorganın altına soktu. Yaşlılığın, ölüm sırasının ona gelmesine kadar epeyce uzun bir ömür süreceğini düşündü. Bununla birlikte o zamana değin her gün sevmediği bir adamın yakınlığını hesaba katmak zorunda kalacak; öbürüne, genç, sevimli, ona eşi bulunmazmış gibi gelen adama karşı duyduğu umutsuz aşkı ister istemez içine gömecekti. İşte şimdi sevmediği o adanı odasına girmişti, yanında yatmaya hazırlanıyordu. Bu düşüncelerle kocasına baktı, iyi geceler dileğinde bulunmak istediyse de yapamadığı için birdenbire ağlamaya başladı.

Yüreğini büyük bir sıkıntı kaplamıştı. Yagiç; —İşte gene aynı müzik başladı! dedi sitemli sitemli. Sofya Lvovna sonunda yatıştıysa da ağlamasının durması sabahın onunu buldu. Ağlaması durmuş, zangır zangır titremesi geçmişti, ancak bu sefer de şiddetli bir baş ağrısı başlamıştı. Kocası bitişik odada ikinci ayine gitmek için telaşlı telaşlı hazırlanıyor, giyinmesine yardım eden emirerine öfkeyle homurdanıyordu. Mahmuzları şakır şakır ederek bir şey almak için bir daha yatak odasına girip çıktı, biraz sonra gene geldi. Bu sefer apoletlerini, nişanlarını takmıştı. Romatizmalı bacakları yüzünden hafifçe aksıyordu. Sofya Lvovna onu yürüyüşüyle, bakışlarıyla tıpkı yırtıcı bir hayvana benzetti. Kocasının telefonda birisine şunları söylediğini işitti: —Lütfen hana Vasilyevski kışlasını bağlayın. —Bir dakika sonra— Vasilyevski kışlası mı? Telefona lütfen doktor Salimoviç’i çağırır mısınız? —Kısa bir süre sonra— Kimsiniz? Sen misin. Volodya? Ha, iyi. Lütfen babana söyle de hemen bize gelsin. Çünkü karım dünkü içki aleminden sonra epeyce kendini dağıttı. Evde değil mi? Hımmm!… Teşekkür ederim… Peki, ne yapalım… Mersi… Yagiç yatak odasına son bir kez girdi, karısının üzerine eğildi, istavroz çıkardı, elini öptürdü.

(Kendisini seven kadınlar elini öperler de, öyle alışmıştı.) Öğle yemeğine geleceğini söyleyerek çıktı gitti. On ikiye doğru hizmetçi Vladimir Mihaylıç’ın geldiğini haber verdi. Yorgunluktan, baş ağrısından sendeleye sendeleye yürüyen Sofya Lvovna göz alıcı, kenarları kürkle çevrili, leylak rengi sabahlığını bulup çabucak sırtına geçirdi; birkaç fırça vuruşuyla saçlarını düzene soktu. Yüreği anlaşılmaz bir sevgiyle doluydu. Sevincinden, korkusundan tir tir titriyordu. Ola ki Volodya fazla beklemeden gidiverirse! Onu şöyle bir görseydi!. Küçük Volodya ziyaret usulüne göre giyinmişti. Sırtında frakı vardı, beyaz bir boyunbağı takmıştı. Sofya Lvovna salona girince Volodya onun elini öptü, rahatsız oluşuna çok üzüldüğünü söyledi. Oturduktan sonra da sabahlığını övdü. Sofya Lvovna; —Olya ile dünkü görüşmemiz bana çok dokundu, dedi. Başlangıçta ona çok acımıştım ama şimdi durumuna imreniyorum. Olya artık devrilmez bir kaya, bundan böyle kimse onu yerinden kıpırdatamaz. Volodya, gene de bu kız için başka bir çıkış yolu olamaz mıydı, doğru yaptığına inanıyor musunuz? İnsanın kendini diri diri gömmeye kalkması bütün sorunları çözdüğü anlamına gelir mi? Bana kalırsa onunkisi yaşamak değil, düpedüz ölüm! Olya konusunun açılması üzerine küçük Volodya’nın yüzünde sevgiyle karışık bir acıma izi belirmişti.

Sofya Lvovna; —Volodya, siz zeki bir adamsınız, dedi. Onun gibi davranmanın bir yolunu gösterir misiniz bana! Biliyor musunuz, ben dindar bir kadın değilim, manastıra kapanmak istemem. Gene de onunkine benzer bir şey yapılabilir. Biraz sustuktan sonra konuşmasını sürdürdü: —Yaşantım pek de çekilecek gibi değil. Ne olur, benim için bir çıkış yolu bulun!. Bana bir şeyler söyleyin, kandırın beni! Bir sözcük olsun çıksın ağzınızdan! —Bir sözcük mü istediniz? Alın işte: Tararabumbum! —Aman, siz de benimle alay edip durmayın, saygı gösterin biraz! Neden benimle başka türlü, kusura bakmayın ama, züppece bir dille konuşuyorsunuz da bir dostla, namuslu kadınlarla konuşulduğu gibi konuşmuyorsunuz? Bir bilgin olarak başarılarınız var, bilimi seviyorsunuz. Niçin benimle konuşurken bilimden söz etmiyorsunuz? Neden? Ben buna layık değil miyim? Volodya sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. —Durup dururken bilimden söz açmanın gereğini anlamadım. Sizinle anayasadan mı konuşsak acaba? Yoksa hardallı turna balığından mı söz etsek? —Tamam. Ben değersiz, mızmız, kendine göre düşüncesi olmayan, dar görüşlü bir kadınım. Bir yığın kusurlarım var. Belki de akıl hastasıyım. Ahlakım da bozuktur. Bu yüzden beni küçük görmek gerekir. Ama Volodya, siz benden on yaş büyüksünüz, kocam da otuz yaş büyük.

Biliyorsunuz, sizlerin gözü önünde büyüdüm. İsteseydiniz benden her şey yapabilirdiniz, hatta bir melek bile… Ama siz (sesi titredi) bana karşı çok kötü davranıyorsunuz. Yagiç de benimle yaşlandıktan sonra evlendi. Siz ise… Küçük Volodya kadının yanına oturarak elini öptü. —Yeter, yeter! Felsefe yapmayı Schopenhauer gibilere bırakalım. Onlar ne isterlerse onu kanıtlasınlar. Bize de bu güzel elleri öpmek düşer! Genç kadın duraksayarak, kendisine inanılmayacağını bile bile; —Beni hor görmenize dayanamıyorum, dedi. Ne kadar acı çektiğimi bir bilseniz! Değişmeyi, başka bir yaşam sürmeyi öyle isterdim ki! Bunu mutluluk duyguları içinde düşünüyorum. (Bu sırada gözleri yaşardı.) İyi, namuslu, temiz bir insan olmak, belli bir amaç taşımak, yalan söylememek… Ne güzel şeyler bunlar! Volodya’nın yüzünde öfke izleri belirdi. —Hayır, hayır, edebiyat yapmak yok! dedi. Sevmem böyle şeyleri! Tıpkı sahnedeymişsiniz gibi konuşuyorsunuz. Biraz da insan gibi davranalım. Sofya Lvovna kendini haklı çıkarmaya çalışırken bir yandan da küçük Volodya kızıp gitmesin diye ona yaranmaya, gülümsemeye zorluyordu kendini. Yeniden Olya konusuna döndü; yaşam sorunlarının nasıl çözüleceği, nasıl iyi bir insan olacağı üstüne konuşmaya başladı.

Volodya ona aldırmadan, şarkı söyler gibi kendi kendine mırıldanıyordu: —Ta-ra-ra-bum-bum! Ta-ra-ra-bum-bum!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir