Anton Çehov – Bütün Öyküler 8 (1895-1900)

Odessa’dan Sivastopol’e giden vapurun güvertesinde top sakallı, oldukça yakışıklı bir adam yanıma yaklaşarak sigarasını yakmak istedi. Bu sırada; —Kamaranın önünde toplanan şu Almanlara dikkat buyurun beyefendi, dedi. Almanlar, İngilizler bir araya gelince yün, tahıl fiyatlarından ya da kendi özel işlerinden söz ederler. Oysa biz Ruslar nedense kadınlardan, yüksek konulardan konuşmayı severiz. Özellikle kadınlardan… Adamın yüzünü gözüm ısırıyordu. Bir gün önce aynı trenle birlikte Avrupa’dan sınırı geçmiştik. Voloçiskte gümrük denetiminde onu yanında bir kadın, bayan giysileriyle tıklım tıklım dolu bir yığın valizin, sepetin önünde görmüştüm. İpekli bir bez parçası için gümrük vergisi öderken adamcağızın utancından yerin dibine geçtiğini anımsıyorum. Yanındaki bayan sesini yükseltmiş, bağırıp çağırarak gümrük memurunu şikayet edeceğini söylemişti. Tren Odessa’ya gelirken adamın kadınlar kompartımanına börekler, portakallar taşıması dikkatimi çekti. Hava biraz nemliydi, vapur hafifçe sallandığı için kadınlar kamaralarına çekilmişlerdi. Top sakallı adam yanıma oturarak konuşmasını sürdürdü: —Demin de söylediğim gibi Rus erkekleri bir araya gelince yalnız kadınlardan, yüksek konulardan konuşurlar. Sanki biz öylesine aydın, önemli kişileriz ki, yalnız gerçekleri dile getirir, yüksek konuları tartışıp çözümlemeyi severiz. Rus tiyatro oyuncusu şaklabanlık yapmayı beceremez, basit bir vodvili bile derin anlam vererek oynamaya çalışır. Biz hepimiz öyleyizdir, en basit konuları dahi yüksek bakış açısından yorumlamak isteriz.


Bence bu, kendimize güvenimizin, içtenliğimizin, sadeliğimizin eksik oluşundan ileri gelmektedir. Sürekli kadın konusunu açmamızın nedeni, bence, kadınlarda aradığımızı bulamamış olmamızdandır. Kadına ülküsel, yüksek açılardan bakıp onlardan gerçeklerle uyuşmayan şeyler beklediğimiz, aradığımızı bulamayınca da doyumsuzluğa uğradığımız için umutsuzluğa düşer, büyük acılara boğuluruz. Acı çeken kişi sürekli aynı konuyu açar, öyle değil mi? Sizi konuşmalarımla sıkmıyorum ya? —Yok, yok, kesinlikle! —Öyleyse kendimi tanıtayım. Karşımdaki kişi böyle diyerek hafifçe doğruldu. —İvan İlyiç Şamohin. Moskovalıyım, toprak ağası sayılırım… Ben sizi yakından tanıyorum. Yeniden yanıma oturdu; yüzüme içtenlikle, gülümseyerek baktıktan sonra anlatmasını sürdürdü: —Kadınlarla ilgili bu konuşmaları Max Nordau türünden orta derecede önemli bir bilim adamı cinsel sapkınlıkla açıklar ya da bizleri toprak köleliği döneminden kalmakla suçlardı, oysa ben başka türlü değerlendiriyorum. Demin de söyledim ya, biz Ruslar ülküsel düşündüğümüz için doyumsuzluk içinde yaşarız. İsteriz ki, bizleri, bizim çocuklarımızı doğuran kadınlar bizden, yeryüzündeki her şeyden daha yüce bir konumda olsunlar. Gençliğimizde aşık olduğumuz kadınları şiirselleştirir, onları yücelttikçe yüceltiriz. Çünkü bizler için aşk ile mutluluk aynı anlama gelir. Rusya’da aşksız evlilikler hor görülür, tensel zevklerle alay edilir, hayvansal duygular herkeste nefret uyandırır. O yüzden kadın kahramanları güzel, şiirsel, yüce varlıklar olarak anlatan romanlar, öyküler bizde büyük başarı kazanır. Eğer Rus erkeği eskiden beri Rafael’in Madonna’sına vurgunsa, her zaman kadın özgürlüğünden yanaysa emin olun ki, bunda yapmacıklık, özenti yoktur.

İşte asıl felaket bundan sonra başlar. Biz Ruslar bir kadınla evlenir evlenmez ya da onunla bir araya gelir gelmez aradan birkaç yıl geçmeden düş kırıklığına uğrar, kendimizi aldatılmış hissederiz. O kadını bırakıp bir başkasıyla ilişki kurunca gene aynı şeyler gelir başımıza. Bunun sonucunda kadınları değersiz, düzenbaz, gelişmemiş, dar kafalı, haksızlık yapan, acımasız yaratıklar olarak görmeye başlarız. Bırakın yüce varlıklar olmalarını, biz erkeklerden daha aşağı gözükürler gözümüze. Kendimizi doyumsuz, aldatılmış hissedince, sorarım size, geriye ne kalıyor? Sağda-solda kandırıldığımızı söylemekten, herkese dert yanmaktan başka yapacak bir şeyimiz olabilir mi?. Şamohin’in konuşmalarından anladığıma göre adam durmadan Rusça konuşup Rus yaşam düzeninden söz ederken bundan büyük zevk alıyordu. Belki de yurtdışında uzun süre kaldığı, orada memleketini özlediği için böyle yapıyordu. Rusları övüp onları ülküsel düşünen kişiler olarak nitelerken yabancıları aşağılamaması da onun lehine bir durumdu. Dikkatimi çeken başka bir konu da içinde biriken acılar dolayısıyla kadınlardan çok kendinden söz etmek istemesiydi. Öyleyse beni günah çıkarma türünden uzun bir iç dökme süreci beklemekteydi. Gerçekten de bir şişe şarap ısmarlayıp birer kadeh içtikten sonra Şamohin anlatmasını sürdürdü: —Veltman’ın bir öyküsünde şöyle bir tümce (cümle) vardır. Öykü kahramanı, «Demek, böyle oldu?» der. Karşısındaki adam da ona, «Hayır, hepsi bu kadar değil, daha olayın başlangıcındayız.» yanıtını verir.

Onun gibi, benim anlattıklarım da daha olayın başlangıcı olup, size yaşadığım bir romanı sonuna dek anlatmak istiyorum. Özür dilerim, başınızı ağrıtmıyorum ya? Ona kendisini ilgiyle izlediğimi söyledim. —Anlatacağım roman Moskova’nın kuzeyindeki ilçelerden birinde başlar. Şunu hemen belirteyim ki, o bölgenin olağanüstü güzellikte bir doğası vardır. Çiftliğimiz coşkun akan bir ırmağın dik kıyısı üzerinde bulunur, o yüzden gece-gündüz su çağıltısı dinleriz. Gözünüzün önüne büyük bir bahçe, ıssız çiçek tarhları, arı kovanları, bunun ilerisinde bostan ve kıyısında kıvırcık yapraklı söğüt ağaçlarının yükseldiği bir ırmak getirin. Çiy düştüğü zaman söğütlerin yaprakları kırlaşan saçlar gibi boz bir renge bürünür. Irmağın öbür yakasında geniş bir çayırlık ile çayırlığın arkasında kopkoyu gözüken bir çam ormanı uzanır. Ormanın derinliklerinde kırmızı başlı mantarlar yetişir. Toplayabildiğiniz kadar mantar toplayın… Ormanda bol Ren geyiği vardır. Bir gün ölüp gideceğim, tabutumu çivileyip kapatacaklar, bana öyle geliyor ki, gene de hep bizim çiftliği göreceğim düşlerimde. Sabah erkenden doğan güneşin parıltısını, eşi bulunmaz güzellikteki bahar akşamlarını, bahçede cıvıldaşan bülbüller ile kuyruksallayanları, köyden konağa ulaşan akordiyon seslerini, evdeki piyanonun tıngırtısını, ırmağın delice çağlayışını unutamayacağım. Bizim orada hüzünlenip ağlamak isteyeceğiniz, kendinizi tutamayıp katılacağınız sürekli bir müzik çınlar kulaklarınızda… Ekili tarlamız çok değildi; gene de çayırlardan, ormandan yılda iki bin ruble kadar gelir elde ederdik. Ben evin tek çocuğuydum, ayrıca sade bir yaşantımız vardı, o bakımdan bu para ile babamın emekli aylığı bize bol bol yeter de artardı. Üniversiteyi bitirdikten sonra ilk üç yıl köyde kalıp çiftlik işleriyle uğraştım.

Beni bir devlet memurluğuna atarlar diye bekliyordum, o sırada sevdiğim çok güzel bir de kız vardı. Komşumuz toprak ağası Kotloviç’in kız kardeşiydi bu kız. Topraklarındaki seralarda ananas, şeftali yetiştirmek için uğraşan, gösteriş için konağının tepesine yıldırımsavar koydurup bahçesine kocaman bir havuz yaptıran komşum zamanla iflas ederek meteliğe kurşun atar duruma düşmüştü. El bebek, gül bebek büyütüldüğü için elinden bir iş gelmezdi; bütün yaptığı, köylüleri evde yapma ilaçlarla iyileştirmek, ruh çağırma işiyle oyalanmaktı. Her ne kadar nazik, yumuşak başlı, kafası çalışan bir adamsa da ben, ruhlarla konuşan, köylü karılarını manyatizma ile uyutan böyle adamlardan hiç hoşlanmam. Bir kere, özgür düşünmeyi bilmeyen, saplantılı, kafası boş inançlarla dolu insanlarda bir kavram kargaşası vardır; böyleleriyle konuşmak son derece zordur. İkincisi, bu kişiler kendilerinden başkasını sevmedikleri, bir kadınla yaşamayı beceremedikleri için benim gibi duyarlı insanlar üzerinde gizemli, olumsuz bir etki bırakırlar. Adamın dış görünüşünden de hazzetmezdim zaten. Upuzun boylu, ak tenli, şişman, kafası küçücük, parlak gözleri ufacık, beyaz parmakları şiş şiş bir adam getirin gözünüzün önüne. Elinizi sıkmadan ucundan hafifçe tutar. Durmadan özür diler karşısındaki insanlardan. Bir şey mi isteyecek, özür diler; verirken gene özür diler… Kız kardeşine gelince, yüzünün güzelliği görülmeye değerdi doğrusu. Şunu hemen belirteyim: Çocukluk, gençlik günlerimde Kotloviçleri hiç tanımazdım, çünkü babam N. Üniversitesinde profesör olarak çalışırdı, onlardan hayli uzakta yaşamıştık. Çiftliğe yerleşip bu aileyle tanıştığımızda kızları 22’sine girmiş bulunuyordu.

Daha önce üniversiteyi bitirmiş, Moskova’daki zengin halasının yanında iki yıl sosyeteye girip çıkmıştı. Onunla karşılaşıp ilk konuşmamızda seyrek raslanan Ariadna adı beni çok şaşırttı. Bu güzel ad ona öylesine çok yakışıyordu ki! Zayıf, incecik, sülün boylu, esmer tenli bir kız düşünün. Yüz çizgileri de ölçülü, ince, son derece soylu… Kızın gözleri ışıl ışıldı, ama ağabeyisindeki gibi akide şekerinin soğuk, yapışkan ışıltısı yoktu onda. Bakışlarından gençlik, çekicilik, gurur okunuyordu. Daha ilk görüşte çarpılmıştım, başka türlü olamazdı zaten. İlk izlenimim o derece güçlüydü ki, bugün bile doğa anamız bu güzel varlığı yaratırken bambaşka, şaşırtıcı bir amacı varmış gibi gelir bana; kendimi bu düşünceden kurtaramam. Ariadna’nın sesi, yürüyüşü, şapkası, hatta ırmak kıyısında birlikte balık avlarken ayaklarının kumda bıraktığı minik izler içimde sevinç uyandırır; onu gördükçe yaşama isteğiyle yanar tutuşurdum. Yüz çizgileri, bedeninin uyumlu ölçüleri bana ruh yapısı konusunda iyi bir örnekmiş gibi gelir; konuşması, tatlı tatlı gülümsemesi beni coşturarak onda başka başka erdemler aramama neden olurdu. Güler yüzlüydü, konuşkandı, neşeliydi, içtendi; Tanrı’ya inanışında, ölüme yaklaşımında bile bir şiirsellik vardı. Ruhunun girinti-çıkıntıları öylesine zengin ve çeşitliydi ki, onda gördüğünüz kusurlarda bile birtakım sevimli, hoş özellikler aramak zorunda kalırdınız. Diyelim, yeni bir at almak istiyor, ama parası yoktur. «Aman canım, dert etmeye değer mi? Çiftlikten bir şey satar ya da rehine verirsin, olur biler.» diyerek çıkardı işin içinden. Çiftliğin kahyası satılacak ya da rehine verilecek bir şey kalmadığını bin yeminle söylesin dursun, Ariadna kimseyi dinlemezdi.

Konağın yanındaki ek binaların saç çatı kaplamasını hurda fiyatına satmak, yaz mevsiminde harıl harıl çalışan atları yok pahasına pazara sürmek onun, gözünü kırpmadan yapacağı şeylerdendi. Bu gem tutmaz istekler çiftlikte herkesi çılgına çevirse de o bunları öyle incelikle dile getirirdi ki, sonuçta delice hevesleri bağışlanır, bir tanrıça ya da Sezar’ın karısıymış gibi densizlikleri hoş karşılanırdı. Böyle bir kıza gönül verdiğim için çiftlikte herkesten destek buluyordum. Irgatlara bolca votka ısmarladığımda bir gün adamlar önümde saygıyla eğilerek; —Ulu Tanrım, Kotloviçlerin kızıyla baş-göz etsin sizi, demişlerdi. Kendisini sevdiğimi Ariadna da biliyordu. Görüşmemizin arası fazla uzamaz, atına ya da tek atlı arabasına atladığı gibi bize gelirdi. Birlikte ne güzel günlerimiz geçmiştir! Babamla bayağı ahbap olmuşlardı. Yaşlı peder bisiklete binmeyi sevdiği için sonunda bunu Ariadna’ya da öğretti. Hiç unutmam, bir akşam birlikte bisiklet gezisine çıkacaklardı. Babam bisiklete binmesine yardım etti, yan yana yola koyuldular. O sırada Ariadna gözüme öylesine güzel gözüktü ki, sanki ona elimle dokunuyormuşum gibi heyecandan titremeye başladım. İkisi bisikletlerinin üstünde uyumlu bir güzellikle yan yana giderlerken karşıdan gelen, çiftliğimizin kahyasının bindiği kuzgun at birden kendini yana attı. Kızın güzelliği atın da aklını başından almıştı sanki. Benim ona karşı duyduğum sevgi, hayranlık Ariadna’yı da etkiliyordu muhakkak. O da bana çok yakın davranıyor, duygularıma karşılık verip beni sevmeye çalışıyordu.

«Ne hoş, ne şiirsel bir ilişki!» diyeceksiniz, öyle değil mi? Hayır, o beni, benim onu sevdiğim kadar sevemezdi, çünkü yapısında bir bozukluk vardı, oldukça soğuk bir kızdı. Gece gündüz kulağına Tanrı vergisi güzellikte, büyüleyici bir kız olduğunu fısıldayan bir şeytan yerleşmişti sanki ruhuna. Niçin yaratıldığını, yaşamın asıl amacını tam olarak bilmediği için kendisini ilerde büyük bir zenginliğin, şanın-şöhretin beklediğini sanıyordu. Balolar, at yarışları, sırma işlemeli giysiler, evinde gösterişli konuklar, cafcaflı bir salon, dizi dizi kontlar, prensler, elçiler, tanınmış ressamlar, sanatçılar hayal ettiği kesindi. Çevresindeki bu insanlar onun önünde eğilerek güzelliğine, giyim kuşamına hayranlıklarını bildireceklerdi… Çevresine egemen olma, başarı elde etme tutkusu bir insanın yakasına yapışmışsa sonunda olup olacağı budur: Ariadna gerek bana, gerekse doğaya, müziğe karşı soğuktu. Ancak zaman geçiyor; beklediği beyler, paşalar bir türlü gözükmüyordu. Kızcağız, ruh çağırma işiyle uğraşan ağabeyinin yanından bir türlü ayrılamıyor, durumu günden güne kötüleşiyordu. Öyle bir zaman geldi ki, kendisine yeni bir giysi, bir şapka alamaz duruma düştü; yoksulluğunu gizlemek için çeşit çeşit kurnazlıklara sapmaya başladı. Olmayacak şey ya, Moskova’da halasının yanında yaşadığı sırada Maktuyev adında bir prens onunla evlenmek istemişti. Zengin ama ciğeri beş para etmez adamın biriydi prens Maktuyev. O zamanlar kesinlikle reddetmişti, ama şimdi arada bir pişmanlık duyuyor, onu arıyordu. Bizim köylümüz içine hamamböceği düşmüş şırayı nasıl üfleyerek tiksine tiksine içerse, o da prens aklına düştükçe; —Kim ne derse desin unvan az şey değil, adam anlı-şanlı bir prens, diyordu. Besbelli, bir yandan şan-şöhret hayalleri kuruyor, bir yandan da beni yanından uzaklaştırmak istemiyordu. Beyler, paşalar çok güzel, ama gençlik de elden gidiyor, göz yummak kolay mı? O bakımdan bana aşık olmaya çalışıyor, seviyormuş gibi tavırlar takınıyor, hatta sevdiğini söyleyerek yeminler ediyordu. Ben sezgisi güçlü, duyarlı bir insanım; çok uzaktan da olsa birinin beni sevip sevmediğini yeminsiz, sözsüz hissederim.

Ariadna’nın bana yakınlığı buz etkisi yapıyordu, yanımda şarkı söylerken madeni bir bülbülün ötüşünü dinliyormuş gibi oluyordum. O, içindeki ateşin söndüğünün kesinlikle ayırdında (farkında) değildi, bu yüzden başı büyük dertteydi, onu kaç kez ağlarken görmüştüm. Diyelim, bir akşam ırmak kıyısındayız, bana sımsıkı sarılarak öpmeye başlamış… Bakışlarından onun beni sevmediğini, aramızda ne olacak, nasıl bir durum ortaya çıkacak diye merak ettiği için beni kucakladığını hemen anlardım. İçim buz gibi soğuduğu için elini tutar; —Sizin bu okşamalarınız bana büyük acı veriyor, bırakın Tanrı aşkına! derdim. Sıkıntıyla yanımdan uzaklaşırken; —Tuhaf adamsınız, şaşılacak şey! diye karşılık verirdi. Büyük bir olasılıkla aradan bir-iki yıl daha geçse onunla evlenirdik, böylece bu iş kapanırdı; ancak yazgımız romanın başka türlü bitmesini hazırlamış, anlaşılan. Günler akıp giderken aramıza başka bir kişi daha katıldı. Ariadna’nın üniversiteden arkadaşı Lubkov konuk olarak Kotloviçlerin çiftliğine gelmişti. Mihail İvanoviç Lubkov sevimli biriydi; arabacılar, uşaklar onun için «Aman, ne hoş adam!» derlerdi. Orta boylu, dazlak kafalı, zayıfça birini gözünüzün önüne getirin. Yakışıklı değil, ama solgun yüzü cana yakın, sert bıyıkları bakımlı, uzun boynu sivilceler içinde, dışarı çıkık gıdısıyla babacan bir adamdı Lubkov. Kara şeritli burun gözlüğü takar, ‘r’ ve ‘I’ seslerini çıkaramadığı için peltek peltek konuşurdu. Çok da neşeliydi, her şeyin gülünecek bir yanını bulurdu. Daha 20 yaşındayken aptalca bir evlilik yapmış, kendisine drahoma olarak Moskova’da Deviçye yakınlarında iki ev verilmişti. Eline geçen parayla eski hamamların onarımıyla uğraşır, yenilerini yapmaya çalışırken sermayeyi kediye yükleyip iflas etmiş.

Şimdi karısı, dört çocuğuyla ucuz otellerde kalıyor, yoksulluk içinde yüzüyordu. Gene de eğlenceli bir yanını buluyordu böyle yaşamanın. Kendisi 36 yaşındaydı karısı ise 42’sinde, bunda da gülünecek bir şey bulurdu. Adamın soylu bir aileden geldiğini ileri süren, kibirli, cakasından yanına varılmayan bir annesi vardı. Yaşlı kadın gelininden nefret ettiği için ayrı bir evde bir sürü kedisi, köpeğiyle birlikte yaşardı. Eh, geçimi için annesine ayda en azından 75 ruble vermesi gerekiyordu. Lubkov zevk sahibi bir adamdı, kahvaltısını «Slav çarşısında» yapar, öğle yemeklerini ise «Ermitaj» lokantasında yerdi. Bütün bunlara çok para gerektiğinden, amcası ise yılda 2.000 rubleden fazla vermediğinden bütün günü Moskova’da borç aramayla geçerdi. Dili bir karış dışarda, bir tanıdıktan öbürüne koşturmak da zevk vericiydi herhalde. Söylediğine göre ailesinin dırdırından kaçıp, doğanın kucağında dinlenmek üzere gelmişti Kotloviçlere. Her gün öğle yemeğinde, akşam yemeğinde, her gezintiye çıkışımızda bize karısını, annesini, alacaklılarını, icra memurlarını anlatır; onlarla ve kendisiyle alay ederken borç arayıp bulma yeteneği sayesinde bir sürü dost edindiğini söylerdi. O durmadan güldüğü için biz de çok gülerdik. Gerçekten onun bulunduğu yerde zaman başka türlü geçerdi. Ben daha çok gürültüsüzpatırtısız yapılan işlerden hoşlanırım: Balık avlamak, akşam gezintisine çıkmak, mantar toplamak gibi… Lubkov ise pikniğe çıkmaktan, tenis oynamaktan, tazılarla av peşinde koşturmaktan zevk alırdı.

Haftada birkaç kez piknik düzenlerdik; pikniğe çıkacağımız gün Ariadna eline kalemi, kağıdı alır, ciddi bir yüzle, heyecanla, Moskova’dan getireceğim şeylerin listesini yapardı. İstiridyeler, şampanyalar, bonbonlar… Paran var mı, yok mu, hiç sormazdı. Pikniklerde kadeh tokuşturmaların sonu gelmez, neşeli kahkahalar arasında Lubkov yaşlı karısını, annesinin semiz köpeklerini, sevimli alacaklılarını anlata anlata bitiremezdi. Lubkov doğayı sevmekle birlikte doğada bulunan her şeyi kendi zevki için yaratılmış, ona hizmet eden, iciğini ciciğini bildiği bir şey olarak görürdü. Diyelim, olağanüstü güzellikte bir kır görüntüsü karşısındayız; «Ah, şurada çay olsa da içsek, ne güzel olurdu!» derdi. Bir keresinde Ariadna’yı elinde şemsiyesiyle uzaktan geçerken görmüş, başıyla onu işaret ederek; —Bu kızın inceliği çok hoşuma gidiyor. Şişman kadınları hiç sevmem, demişti. Onun saygısız tavrı karşısında irkildiğimi anımsıyorum. Benim yanımda kadınlar hakkında böyle şeyler söylememesini isteyince ne dese beğenirsiniz? —Bunda gücenecek ne var, canım! İnce kadınları severim, şişmanlardan ise nefret ederim. Ne yaparsınız? Sesimi çıkarmadım. Keyifli olduğu başka bir zaman da neşeyle; —Çoktandır farkındayım, Ariadna Grigoryevna’nın hoşuna gidiyorsunuz. Onu elde etmek için daha ne bekliyorsunuz, kuzum? demişti. Kızarıp bozardım, ama elden ne gelir? Aşk ve kadınlar hakkında düşündüklerimi şöyle dile getirdim: —Erkekler kadar kadınlar da ne istediklerini bilirler. Ariadna Grigoryevna ne kadar şiirsel, ülküsel bir varlık olursa olsun doğanın yasaları dışına çıkamayacaktır. Onun bir koca mı, yoksa sevgili mi istediğini seçecek yaşta olduğunu kendi gözlerinizle görüyorsunuz.

Kadınlara saygım sizinkinden daha az değildir. Bana göre kadınla erkek arasında bildiğimiz ilişkiler kaçınılmazdır, ama bunlar gene de şiirselliği ortadan kaldırmaz. Şiirsellik başka şey, metres edinmek başka şey… Çiftlik işlerinde de aynı durumu yaşamıyor muyuz? Doğanın güzelliğini başka gözle görmek gerekir, ormanlardan, tarlalardan elde ettiğimiz geliri başka gözle… Ariadna ile ikimiz ırmak kıyısında balık avlarken Lubkov arkada bir yerde kumun üstünde yatar, benimle alay ederken bir yandan da akıl öğretmeye kalkardı: —Beyefendiciğim, bir insan roman yaşamadan nasıl ömür tüketir, anlamıyorum. Gençsiniz, yakışıklısınız, kısacası her kadının hoşlanacağı tipte bir erkeksiniz, ama keşişler gibi yalnız yaşıyorsunuz. Otuzuna varmadan yaşlanmışsınız, gönlünüz çoktan geçmiş. Ben sizden tam 10 yaş büyüğüm. Ariadna Grigoryevna, bu duruma göre söyler misiniz, hangimiz daha genciz? —Siz daha gençsiniz, diye karşılık verdi Ariadna. Balık avlarkenki suskunluğumuz, sürekli oltalarımızın ucuna bakmamız Lubkov’u bıktırmış olmalı ki, bir süre sonra kalkıp eve gitti. Bunun üzerine Ariadna; —Siz gerçek bir erkek değilsiniz, bağışlayın, ama miskinin birisiniz, dedi. Erkek dediğin kadınlara gönül vermekten, çılgınlık, yanlışlık yapmaktan, acı çekmekten korkmaz. Çünkü kadın erkeğin cüretini, küstahlığını bağışlar, ama şu sizin aklı başındalığınızı hoş karşılamaz. Bana ciddi olarak kızdığı belliydi. —Kadını elde etmek için kararlı, gözü pek olmak gerekir, diye sürdürdü konuşmasını. Lubkov sizin kadar yakışıklı değil, ama kadınlara ilginç geliyor; sizinkinden farklı davranışları dolayısıyla başarı elde ediyor. Tam bir erkek o… Sesinde beni azarlayan bir sertlik vardı.

Bir akşam babamla birlikte bizim evde yemek yerken sanki bana söylemiyormuş gibi konuşmaya başladı. Eğer kendisi erkek olsaymış köyde ömür çürütmez, yurtdışı gezilere çıkar, diyelim, kışı İtalya’da geçirirmiş. Ah, ne güzelmiş İtalya! O bunları söylerken babam da yangına körükle gidiyor; bir zamanlar çıktığı İtalya gezisini anlatarak oradaki doğa güzelliklerini, müzelerin zenginliğini dile getiriyordu. Bunun üzerine Ariadna kesin bir tavırla İtalya’ya gitmek istediğini bildirdi, hatta gözleri parlayarak yumruğunu masaya vurdu: Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! Ondan sonra İtalya konusu kapanmak bilmedi. Ah, İtalya şöyleymiş de, böyleymiş de… Her gün bunu konuşuyorduk. Ariadna’nın soğuk bakışlarından, inatçı tavırlarından eğer bir gün İtalya’ya giderse oradaki salonlarda ne büyük başarılar elde edeceğinin, ünlü yabancılarla, turistlerle tanışıp kendini göstereceğinin hayalini kurduğunu anlıyordum. Ben, bir süre daha beklememizi, geziye iki yıl sonra çıkabileceğimizi söyleyince yüzüme küçümsercesine baktı; —Kocakarılar gibi ince hesaplar yapıyorsunuz, dedi. Lubkov da İtalya gezisini destekliyordu. Fazla bir paraya mal olmazmış, hatta aile yaşamından kurtulup rahat soluk almak için kendisi de bizimle gelebilirmiş. İkisine karşı küçük bir okul çocuğu gibi safça davrandığımı itiraf etmeliyim. Hayır, kıskandığım için değil, sonuçta başıma olmayacak şeyler açılacağını sezdiğim için Ariadna ile Lubkov’u elimden geldiğince baş başa bırakmamaya çalışıyordum. Onlar da bunu anladıkları için beni tefe koyuyorlar, ikisinin yalnız bulunduğu sırada odaya girdiğimde az önce öpüşüyorlarmış da ayrılmışlar gibi yapıyorlardı. Havanın güzel olduğu bir sabah Ariadna’nın ispritizma düşkünü, şişik parmaklı, ak tenli ağabeyi içeri girerek benimle baş başa görüşmek istediğini bildirdi. Adam iyi eğitim almış, görgülü bir insan olmasına karşın, masanın üstünde duran bir mektup bulsa dayanamayıp onu okumadan edemezdi. İkimiz baş başa görüştüğümüz sırada Lubkov’un mektubunu okuduğunu, Ariadna ile aralarında bir şeyler geçtiğini söyledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir