Asli Erdogan – Tas Bina ve Digerleri

Sonunda sabah oldu . Yokuş yukarı tırmanan bir yük treni gibi ağır ağır, zahmetle yol alan geceden sonra, gün doğdu. Çatı katı penceremde bir leke sessizce belirdi, giderek derinleşti. Uykulu bir güneş, temkinli ve utangaç kuzey güneşi, yeni günün başladığını, bir yükümlülüğü yerine getirircesine ilan etti. Şu anda tüm gördüğüm, dik açı çizereesine yükselen ıslak çatıyla, devasa ağaçlar arasına sıkışmış bir dilim gökyüzü. Rüzgarla savnılan ince, yaslı dallar, hafifçe çürümüş titrek yapraklar. Boş yere havaya açılan dilenci elleri gibi. Aylardan ağustos, diyebiliriz ki mevsimlerden yaz . Güya yaz. Bu kuzey ülkesinin puslu kasvetine şimdiden yenik düştüm, ruhum denizin kuşattığı kentle, yağmurla, yosun kokusuyla dolu . 3 Ahşap evin içinde bir yerlerde, telefon uzun uzun, ısrarla çalıyor.


Odanın karanlığı insanı yanıltsa da, saat sekizi geçmiş, ama burası için, göçmenler yurdu için fazlasıyla erken. Bu saatlerde horlamalardan, iç çekmelerden, sıkıntılı uykusundaki ahşap evin soluk alıp vermelerinden başka ses duyulmaz. Sağırndaki odada, kıızeyin soğuk dilberierine şarapnel yaralarını göstermekten çok özel bir zevk duyan Bosnalı kalıyor – çoğumuzun yaraları daha sessiz. Solumdaysa. porno filmlerde çalışarak geçinen bir Rus, sabahlara dek çoktan kapanmış bir dönemi protesto eden şarkılar dinliyor. Daha ötede, ne kökenini, ne de yaptığı işi kimsenin bilmediği, saçları kızıla boyalı bir kadın, en dipteyse Sornalili anne masalını herkese yutturmuş, yüzde yüz Çingene, hayatı boyunca tek gün çalışmamış, çapkın ve otlakçı Romen var. Akordeonuyla en buz kesmiş yüreği bile çözdüğünü söyleyerek övünmeyi seviyor. Her biri bir başka topraktan, bir başka geceden gelmiş göçmenler, şimdi cephe gerisinin kana aşina uykusundalar. Nefret ettikleri kaderleriyle yetiniyor, çoktan teslim oldukları talihsizliklerinden başka şeye güvenmiyorlar. Ortak sığınağımızda, içki, ter, tütün, kirlenmiş ten kokulu bir bulut sürüne sürüne dolanmakta, dünyanın bütün taşkınlıkları ve hayal kırıklıklarıyla ağırlaşmış, ki bu bulutun içinde bazı sabahlar çok hafif ayak sesleri yankılanır. Belki yalnızlığın derbeder hayaleti, çamura ve nesnelere bulanmış, yalpalaya yalpalaya evi terk etmektedir, belki kızıl saçlı kadın yeni bir aşık denemiştir. Telefonun çalışı bitmeden, merdivenlerde ayak sesleri duyuluyor. Ağır, yorgun, uzun yoldan gelmiş adımlar, yaklaşıyor, yaklaşıyor, kapıının önünde duraklıyor. Saniyeler yerine geçen bir yürek kasılmasından sonra adımı duyuyorum. Belki hayal gücüm beni yanıltıyor, boğuk bir ses, anadilimde beni çağırıyor. 4 “Evet, benim. İçeri gelin .” Kapı keman sesi kadar dokunaklı gıcırtısıyla, neredeyse inleyerek açılıyor. içeriye dolan cıva soğukluğundaki esintiyle birlikte, kısa boylu, esmer bir adam beliriyor.

Omuzları çökmüş, geniş sırtı bütün odayı kaplıyor, kapı hiç açılmamışçasına kapanmış bile. Ziyaretçim bir süre kıpırdamadan duruyor, gövdesini güçlükle taşıyan ince bacaklarının üstünde, bir kuklanın mekanik hareketiyle aniden bana doğru dönüyor. Alçıdan yapılmış gibi duran yüzü, sanatçı baştan savma işini bitirerneden kuruyup katılaşmış gibi. irikıyım burnu sanki eriyip çökük yanaklarından aşağı akmış, gözleri derin çukurlarında görünmez olmuş. Üzerinden dökülen buruşuk, koyu renkli takım elbisesi yıllardır çıkarılmamış gibi . Kravatsız, tıraş olma alışkanlığını epeydir boşlamış. Siyah, kalın telli, seyrelmiş saçlarından serin ve karanlık gecenin kokusu yayılıyor. Onu daha önce gördüğüme emindim. “Şöyle bir uğrayayım, dedim. Burada yaşadığını öğrendim. ” Belki hoş geldin cümleleri mırıldanmam, ölü soğukluğundaki elini sıkınam gerekirdi . Belki korkmalıydım . Ama bu kıpırtısız liman kentinde korkacak hiçbir şey yoktu ki . Ölüm bile yoktu sanki. O da, tramvaylar gibi, tam vaktinde gelirdi, ne önce, ne sonra .

Soluk, beyaz elleriyle pardösüsünü kavramış, gözlerini kırpıştırarak odaını inceliyordu. Karanlığa alışmaya başlayan bakışları önce sert eğimli çatının altına sıkıştırılmış yatağı seçti. Demirden örümcek ağının üzerine atılmış cılız şilte, yeni durulmuş bir çatışmanın ardından, gece kibuslarıyla darmadağınıktı . Kitaplar, kavanozlar, kirli bardaklar, tepeleme dolu küllüklerle kaplı masada, bira şişesine geçirilmiş bir mum haL1 yanıyordu. Günün her saatinde karanlık, geniş, eşyasız bir odaydı benimki. Sabahları, avuç içi kadar pencerenin al5 tında durup da başımı kaldırdığımda, kendimi gökyüzüne doğru hızla ilerleyen bir denizaltında sanırdım. Gündelik hayatın her türlü ıvır zıvırı sağa sola saçılmıştı . Kadri bilinmeyen bu maritetli, sokulgan nesneler, mutlak yalnızlığıının tanıkları, sıkıntılı karanlığın izlerini taşıyorlardı. Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. Bavuldan taşan giysiler, masaya yığılı kitaplar sararıp solmuş, yırtılmış, lekelenmişti . Bardaklar saydamlıklarını yitirmiş, kalemler de, küflü ekmekler de iç karartıcı duvarlar gibi orasından burasından kemirilmişti . Tiksindirici bir sıvının dalgalandığı lavabonun üstünde, küçük bir ayna asılıydı. Aynanın sırları öylesine dökülmüştü ki, bütün bu hırpalanmış nesneler, kendi yansımalarını görmek istediler mi, bir türlü başaramaz, bulanık bir sisin içinde dağılıp giderlerdi. Bense nesnelerin zedelenmiş yüzeyinde kendimi görüyordum. Kendi zedelenmiş tenimi .

Boşluğa, hem içimdeki, hem dışarıdaki boşluğa direnen incecik bir zar gibi, yaralı berdi . “Soğuk diyarlar buralar, değil mi? ” Gözleri elektrik sobasına takılmış, gülümsemişti . Merhametli bir gülümsernesi vardı . “Üstelik daha ağustostayız. ” Konuşmadan yüzüne baktım. Bütünüyle kapkara iki gözden, sonu belirsiz bir çift tünelden başka bir şey göremedim. “İki ayı bulmaz ilk karın düşmesi. Önce denizden ciğerleri acıtan bir rüzgar esmeye başlar. Çamur birikimilerini kaplayan buz tabakası giderek derinleşir, bir sabah uyandığında kendini bembeyaz bir dünyada bulursun. Her şey donmuştur. Donmuş ve canlı canlı gömüldüğü buzdan tabunında yeniden doğacağı günü düş! em ektedir.” Odanın ışık alan merkezine, tavana dikilmiş, şaşkın bir gözü andıran dikdörtgen güneş lekesine yürüdü . Hep dar mekanlarda yaşamış birinin kısıtlanmışlığını fark ettim devinimlerinde, bu eşyasız odada bile sağa sola çarprnaktan korku-6 yordu sanki. Belki ardı sıra iz bırakmak istemiyordu . Yüzünde solgun bir ışık demeti dolandı.

Birden onu tanıdım. Toprak sarısı cansız ten, gözaltiarındaki morumsu şişlikler, kanlı damarlarla yol yol çizilmiş gözakları . O da geceleri uyku tutmayanlardandı. “Ama soğuktan da dayanılınazı karanlık. Şu güneş . ” Durdu, yerdeki parlak lekeye baktı. Sanki eğilip bir kapa ğı açsa, gün ışığı fişkırarak odayı dolduracaktı. Başımı pencereye çevirdim. Yeşil yeşil titreşen dallar, yaprakların üzerindeki gümüşümsü damlalar, camdaki gölgelerin yumuşak, düşsel dans ı . Bakışımı hem kucaklayan, hem sınırlayan engin mavilik. Kuzey güneşi parıldadığı ender anlarda, bütün dünya ışıldıyor, dönüşüyor, gülümsüyordu. Ancak hava derhal bulutlandı, oda eskisinden de karardı. “Şu güneşi günde bir, bilemedin iki saat göreceksin . Öğleye doğru ufukta, hastalıklı, beyaz bir leke gibi belirecek, daha tepeye varamadan güçten kesilecek. Aslında gerçek güneş hiçbir zaman doğmayacak.

Onun yersiz yurtsuz yalancı hayaleti günlerin yerine, içi boş çerçeveler dağıtacak. Dünyanın aydınlık yarısıyla, karanlık yarısı, bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılacak. ” Gözlerini duvarlara çevirdi, ben de, onunla birlikte, onun gözleriyle ezbere bildiğim tozlu duvarları taradım . Saç telleri gibi sarkan kablolar, borular, kabuk bağlamış yaraları andıran yağmur izleri arasında, insan biçimini yitirmiş bir gölge bana bakıyordu. Kendisinden daha iri, daha korkunç gölgesi, gölgeler arasında bir gölge daha . “İşte o zaman, uzun, kesintisiz, tek bir geceden oluşacak hayatın. Böyle bir geceye yalnızca hayaletler dayanabilir. Beyaza kesmiş insanlar, beyaza kesmiş ağaçlar, hayaletlerin dolandığı kent . İşte o zaman, belleğin uzun gecesi başlayacak. ” 7 Bu ses . Bu ürkünç, tanıdık, kederli ses daha önce de konuşmuştu benimle, defalarca . Ruhumda art arda kapılar açılıyordu; derhal kapıyordum onları, içeri dolan soğuk cıva esintisiyle titreyerek . “Neyse, fazla vaktimiz yok. Artık karar vermelisin.” Sigara pakerime ve muma uzandım.

“Karar vermeli ve bitirmelisin . Hayat böyle bir şey işte, basit ve yalın. Soluk”aı, ver, al . Basit ve yalın.” Aynaya doğru kısa, yoğun, onaylamayan bir bakış. fırlattı ama gördüğü bulanık, lekeli bir imgeydi yalnızca. “Sana binlerce yıl önce geçmiş bir öykü anlatacağım,” diye başladı, gözkapakları bir tabutun üzerine inercesine ağır ağır kapanarak. “Seni dinlemeyeceğim. Beni hep oraya geri götürüyorsun. (İlk kez konuşuyordum . Gerçekten konuşuyor muydum?) Oradan hiç çıkamadığıını hatırlatmak için geliyorsun. O karanlık hücre, nereye gitsem peşim sıra beni izliyor. Aslında içimde taşıyorum onu . Bir ağacın kökleri gibi geceleri büyüyor. Büyüyor, büyüyor, tenimi parçalayarak dışarı çıkıyor.

İlk bulduğu boşlukta somutlaşıyor.” Elimle odaını gösterdim . “Görüyorsun, sanki hep aynı üçboyutlu tabioyu yapıyor, kendimi içine kapatıyorum. Hayatım tek bir resmin sayısız taşbaskısı. Ağaçlar, ufuk, gökyüzü . Nereye baksam, içeriye ya da dışarıya, yalnızca bir duvar görüyorum. Hangi yöne dönsem, geçmişe ya da geleceğe, üzerime bir taş duvar geliyor. Belki de boşluğa dayanamadığım için duvarların arasına saklanıyorum. Boşluğun dipsizliğine . Gürültüsüne . ” “Ewel zaman içinde bir adam varmış,” diye sürdürdü sabırsızca. “İyi bir insanmış aslında. Bilirsin, herkes aslında iyi bir insandır. Ama bu adam gece olunca değişirmiş. Kötü bir adam olurmuş.

Anlıyor musun? Sözcükler sınırlıdır: Duvara 8 vuran gölgesine dönüşürmüş. Belki karısıymış onu bu hale getiren, adam ne denli kötü olursa, o denli üstüne titrermiş. “O uzak diyarda, güneş batar batmaz karanlığa bürünen bir bina varmış. Her diyarda olan taş b inalardan . Hatırlıyor musun? Karanlıkla birlikte uçsuz bucaksız, dipsiz bir sessizlik çökermiş. Ölümden de korkunç kabusları bilmeyenler, buna ölüm sessizliği derler. Aslında, sessizliğin içindeki sesleri, yokluğun soluk alıp verişini duyamadıklarındandır bu . “Ve o korkunç karanlık çöktüğünde, ay ışığı, beyaz saten eldivenli parmaklarıyla demir parmaklıkları okşarmış. Soluk altın renkli, mükemmel, kocaman bir yüreği vardır onun. Ama böylesi bir yürek karanlıkla baş edemez. Zaten insanlar demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye icat etmediler mi? “Ve o karanlık binanın çatısında kuşlar varmış. Bu kuşlar, yüzlerce yıldır, durup dinlenmeden çatıya kuru dallar taşırlarmış. Günün birinde, yeterince dal yığdıklarında, taş bina dayanamayacak, tuzla buz olacak sanırlarmış. Ama akşam olur, amansız bir yel eser, dalları savururmuş. Ama kuşlar, her sabah, yeniden işe koyulurlarmış.

Ağlıyor musun? Neden? “Ve o uzun gece başladığında, adam da hazır olurmuş. Hep aynı saatte yemeğini yer, karısının ütülediği takım elbisesini giyer, hep aynı saatte evden çıkarmış. Kimse bilmezmiş nereye gittiğini . Önce aheste, sonra giderek hızlanan, hummalı, şaşmaz, dönüşsüz adımlarla yürürmüş . Onu gören kuşlar işaretleşir, kentin bir ucundan diğerine seslenir, birbirlerini uyarırlarmış. Solgun, yufka yürekli ay ışığı bulutların ardına saklanırmış. Belki adam zifiri karanlıkta yolunu bulamaz diye umarmış. Ama insan gecede izlediği yolu unutmaz, de ğil mi? Dinle, daha bitmedi . “Ve o gölge adam, taş binaya vardığında, tüyler ürpertici çığlıklar yükselirmiş. Gündoğumuna dek kesilmeyen çığlık9 lar . Kuşlar çığlık atarmış, ay çığlık atarmış, kara alevlerden bir girdap gökyüzünü sararmış. Uçsuz bucaksız, dipsiz bir çığlığa dönüşörmüş gece. Tek, uzun, kesintisiz bir çığlığa … Kabaran uçurumun üzerinde incecik bir zar gibi titrermiş, çırılçıplak ve kana bulanmış, korkunç yaralar açılırmış her yerinde, yırtılır, yarılır, kanar, çatlar, yaralarma boşluğun susamış dudakları kapanırmış. Sonunda paramparça olur, dünyanın dört yanına dağılırmış. Karanlık göğün taşları biçiminde yağarmış insanların üzerine, karabasanlar ve lanetler; bir gölge gibi dolaşırmış uyuyanların arasında, kara bir kada örtermiş gövdelerini, en derin çukurları doldurur, en gizli damarlara sızar, kör bir kaplan gibi atılırmış uykunun üzerine .

İşte o zaman, belleğin tek, uzun, bitimsiz gecesi başlarmış. ” Başımı kaldırdığımda çoktan gitmişti. Masanın üzerinde mektubu duruyordu . Çekmecemi açıp onu da diğerlerinin arasına koydum. Dünyanın neresine gidersem gideyim, beni buluyorlardı. Ölüler bana yazıyor, artık anlatamadığım bir şeyi anlatıyor, eninde sonunda geri döneceğim bir yere çağırıyorlardı. Uğruna kendi öykümden kaçtığım hayat karşısında uyarıyariardı beni . Sığındığım geleceğin, geçmişin yeniden, yeniden anlatılmasından başka bir şey olmadığını biliyorlardı. Beni bekleyen geçmişin sürgündeki hayaletiydi yalnızca, hücreme, içimdeki o karanlık, ebedi hücreye gelen tek ziyaretçi . Zarfların tekini bile açmamıştım, ama biliyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir