Erdogan Tucan – Kanarya

Eminönü’ne kar serpiştiriyordu. Kaldırım ve caddelerdeki kalabalık sürekli artıyordu. İskeleden yolcusunu almış Kadıköy vapuru uzunca bir düdük eşliğinde ayrıldı. Bacasından kara dumanlar bırakarak ilerledi. Martılar, akşamın karanlığında süzüldü. Kestaneci, şekerci, gazeteci, köfteci ve balıkçının sesi yankılanıyordu. Kısacası günün yorgunluğunu taşıyan insanlar otobüse, tramvaya ya da vapura ulaşıp bir an önce evlerine varma telaşındaydılar. Sultan Ahmet tarafından gelen tramvay hızını keserek durağa yanaştı. Kapıların açılmasıyla caddede adım atacak yer kalmadı. Daha yenice koltuktan kalkıp yükünü eline alan Ferhat, kapılar kapanmak üzereyken kendini dışarı attı. Kaldırımları sarsarak ayrılan tramvayın arkasından bir süre baktı. Kalabalık dağılınca şapkasını kulaklarına kadar indirdi. Sağlamca bağlanmış hediyelik eşyaların ipini kavradı. Kırmızı ışıktan karşıya geçip bilet kuyruğuna girdi. Bilet alıp araba vapurunun merdivenlerinden yukarı çıktı.


Uygun bir yer bulup oturdu. Montunun düğmelerini çözüp rahatladı. Biraz kendine gelince etrafa bakındı. Yolcular birer ikişer yerlerini almış, motorlar tam kuvvet çalışıp hareket etmişlerdi. Sırtını koltuğa yaslayıp gözlerini kapattı. Akşama kadar gezdiği için ayaklarına kara sular inmişti. Parmakları sızlıyor, omzu ağrıyordu. Ne kadar yorulduğunu fark etti. Yaptığı iş bağlantıları gözünün önüne gelince tebessüm etti. Çerez, şeker, lokum ve büyüklü küçüklü hediyelik eşyalar… Siparişler de gelince dinlenme tesisinde satacağı ürün çeşidi artacaktı. Hesaplı ama kaliteli mallar almıştı. Elindeki tanıtım broşürüne bakarken vapurda dolaşan satıcının sesi duyuldu. – Nane şekeri, çekirdek, fıstık, lokum, pişmaniyeee! Ferhat, sondaki ‘pişmaniye’ kelimesine dikkat kesildi. Satıcının tepsisindeki pişmaniye paketlerini görünce “Tüh!” deyip elini dizine vurdu. “Nasıl da unutmuşum! Keşke biraz pişmaniye alsam da vitrine sıra sıra dizsem ne iyi satılırdı.

Neyse, İnternetten araştırıp sipariş veririm.” diye düşündü. Garson bir bardak çay bırakıp diğer masaları dolaştı. Ferhat, başını cama dayadı. Kız Kulesi ve Üsküdar’ın camileri karlı havada bir başka görünüyordu. Üç günlüğüne geldiği İstanbul’u doya doya gezememiş, ancak alışveriş yaparken önüne çıkan tarihi yapıları görebilmişti. “Yazın ailecek gelip İstanbul’u bir güzel gezmeli.” diye düşündü. Çayını yudumladı. Fakat pişmaniye aklının bir köşesinde hep onu meşgul etti. Vapur, limana yanaştı, kalın halatlarla bağlandı. Ferhat, yine acele etmedi. En son inenlerden oldu. Yoldan karşıya geçip Harem Otogarı’na girdi. Kalkmak üzere olan bir otobüsün muavinine: – Bozüyük’ten geçer mi, diye sordu.

Delikanlı, eşyaları bagaja yerleştirirken cevap verdi: – Yok Bey’im geçmez, dedi ve hareket etmek üzere olan otobüsün arka kapısından içeri atladı. Ferhat, kaldırıma çıktı. Işıklı panolarda yanıp sönen firma adlarını okudu. Gözüne kestirdiği firmanın kapısına yöneldi. Zorlanarak kapıdan girmek üzereydi ki kalabalığın arasında incecik bir çocuk sesine döndü. – Pişmaniyeee! Çocuğu göremedi. Firmada çalışan delikanlı kapıyı açtı. Ferhat’a, girmesi için yardım etti. – Buyurun, hoş geldiniz. Nereye gidecektiniz? Eşyalarını bir köşeye bıraktı. Paltosunun düğmelerini açtı. Rahatlayınca: – Bozüyük, dedi. – Hemen ağabeyime bir bilet. Delikanlı, Ferhat’ın çekindiğini fark etti. – Merak etmeyin otobüslerimiz yenidir.

Rahat edeceksiniz. Müşteri memnuniyeti bizim için önemlidir. Delikanlı, duvardaki otobüs fotoğraflarından birini gösterdi: – Otobüslerimiz son modeldir. Kendinizi evinizde gibi hissedeceksiniz. – Şey, saat kaçta hareket edecek? İkisi masaya yanaştılar. Orta yaşlarda, şişmanca, beyaz gömlek giymiş kravatlı biri gülümsedi. – Efendim, 21.30 ve 23.00’te. Ferhat, bir an önce yola çıkmak istiyordu. Görevli, bilgisayardan boş koltukları kontrol etti. – Yalnızca en arka sırada bir koltuğumuz boş. – Yok, olmaz, dedi. Rahat edemem. Diğerinde yer var mı? – Evet efendim.

Delikanlı işi bağlamış, müşteriye yardımcı olmuştu. Ferhat’ı bırakıp kapı önüne çıktı. Yeni müşteri çekmek için seslendi. Ferhat, görevlinin sorusu üzerine delikanlıyı takip etmeyi bıraktı. – On beş numara iyi mi? – Pencere kenarı olsun. Aklına önemli bir şey gelmiş gibi devam etti: – Ha, arka kapı önü olmasın. Bir keresinde oradan bilet aldım. Sabaha kadar ayaklarımı uzatamadım. Yorgunluktan bittim. – Anladım efendim. Görevli bileti hazırlarken Ferhat, başını dışarı çevirdi. Gürültülerin arasından tanıdık bir ses işitti. – Pişmaniyeee, pişmaniyeee! Dönüp bakınca, satıcının on iki yaşlarında bir erkek çocuğu olduğunu gördü. Tam kapıya yönelecekken görevli bileti uzattı. – Yirmi beş lira lütfen! Parayı çıkardı.

Görevli paranın üstünü verdi. – Çocuğu tanıyor musunuz, diye sordu Ferhat. Görevli, pişmaniye satan çocuğu sorduğunu anlayınca kapıdaki delikanlıya: – Yakup’u çağırır mısın, dedi. Firma çalışanlarının bu yakın ilgisi Ferhat’ı memnun etmişti. Cüzdanını arka cebine yerleştirdi. Eşyalarını gösterdi: – Bunları nereye bırakayım? Delikanlı eli boş girdi kapıdan. – Gitti, dedi. Merak etmeyin birazdan gelir. – Oğlum, Beyefendi’nin eşyalarına göz kulak ol. Delikanlı eşyaları arka tarafa bırakırken Ferhat, gazete almak için çıktı. *** Kar hızını arttırmış, lapa lapa yağıyordu. Otobüsler perona yanaşıp yolcuları aldıktan sonra ayrılıyordu. Ferhat, gazetesini okurken yine o ses kulağına çalındı. Gazetesini katlayıp çocuğun peşine düştü. Usulca, ayaklarının ucunda yükselip kalabalığın içinde pişmaniyeciyi aradı.

İşte, kestanecinin yanındaydı. Kalabalığı yarıp merdivenleri çıktı. Arkası dönük Yakup’un omzuna dokundu. – Pişmaniye yiyen bir pişman, yemeyen bin… Kaça satıyorsun? Çocuk: – Sadesi iki buçuk, deyip tepsiden bir paket uzattı. Bu ara pişmaniye ile ilgili ne var ne yok ortaya döktü. “Fıstıklısı, cevizlisi de var. İsterseniz saray helvalısı…” – Şu orta boy kaça? – Bu mu? Üç lira yetmiş beş kuruş. – Tadı güzel mi? Bu cevabı verirken büyüklerini taklit etti: – Sorulur mu ağabey, buyurun size ikramım olsun. Yakup’un bu kadar açık sözlü ve rahat tavırları Ferhat’ın hoşuna gitmişti. Ağzı laf yapan bu çocuğu sevmişti. Sattığı malı hem iyi tanıyor hem de iyi tanıtıyor, müşteriyi alması için de zorlamıyordu. Bu tatlı dilli çocuk hiçbir müşteriyi kaçırmazdı. Pişmaniye, Ferhat’ın ağzında dağılıp gitmişti. Gerçekten çok lezzetliydi. – Nasıl, beğendiniz mi? Ağzındaki lokmayı bitirmeden cebinden bir beşlik çıkardı.

– Harika! Yakup, pişmaniye paketini poşete koyup verdi. Paranın üstünü vermek için ceplerini karıştırdı. Bir tek bozuk para bile bulamadı. Ferhat: – Üstü kalsın, okul harçlığı yaparsın, dedi ama aldığı cevap onu çok etkilemişti: – Çok şükür kazanıyorum. Paranın üstünü alıp duvarın kenarındaki boyacıya ver. – Neden? – Onun bakmak zorunda olduğu iki kardeşi var. Hem benim paraya ihtiyacım yok. – Yok mu? – Evet, şu dükkân bizim. Babam pişmaniyeleri kendi üretiyor. Ferhat hem şaşırdı hem sevindi. – Kendi mi üretiyor, diyerek kolundaki saate baktı. Pişmaniyeyi gökte ararken yerde bulmuştu. Üstelik ayağına kadar gelmişti, şükretti. Otobüsün kalkmasına kırk beş dakika vardı. Bu süre iş bağlamak için yeterliydi.

Pişmaniyenin kalitesini bizzat kontrol etmişti. Üretim yerini de görüp beğenirse iş tamam! – Şu dükkânı bir görelim, dedi. *** Yakup öne düşüp yolu gösterdi. Çocuk heyecanla kendini içeri atarken Ferhat, vitrini inceledi. Temiz ve sadeydi. Florasanla aydınlatılan vitrinde çeşit çeşit pişmaniyeler sıralanmış, müşteri bekliyordu. Dışarıdan bakıldığında dükkân iyi bir izlenim veriyordu. Yaşlıca bir nineyle dedeyi, içerideki bayan güler yüzle uğurladı. Çocuk: – Abla, bu Bey babamı görmek istiyor, dedi. Ferhat, alıcı gözüyle içeriyi süzdü. Epeyce geniş olan dükkân iyi döşenmiş, duvarlara raf monte edilmişti. Ufak tefek hediyelik eşya da göze çarpıyordu fakat raflarda daha çok, pişmaniye vardı. Tezgâhtar, arka tarafa açılan kapıdan kayboldu. Ferhat, vitrine yanaşıp kutuların içindeki pişmaniyeleri inceledi. Yakup ise iyi bir müşteri bulmanın sevincini yaşıyordu.

Birazdan elli beş yaşlarında şişman, tombul yanaklı biri elini kurulayarak çıktı. Kendi oturdukları taburelerden birini misafire uzattı. – Buyurun oturun. Hoş geldiniz. Adım Muhsin. – Hoş bulduk, ben de Ferhat. Tezgâhtar, içeri giren bir müşteriyle ilgilenirken Yakup küçük minderleri taburenin üstüne koydu. – Şey, oğlunuzla tanıştım. Pişmaniyelerin kendi imalatınız olduğunu söyledi. – Evet, baba mesleği. Çocukluğumdan beri bu işle uğraşıyorum. Aslen İzmitliyiz. – İstanbul’a mal almak için geldim. Dinlenme tesisim var. Eğer anlaşırsak sizden pişmaniye almak isterim.

Babanın gözleri birden ışıldadı. Belki de ilk defa toptan mal alacak bir müşteri kazanacaktı. – Neden olmasın, dedi. Tam bu sırada kapıdan boyacının sesi duyuldu. Baba, delikanlıyı geri gönderecekken Ferhat, Yakup’la göz göze geldiler. – Dur, şunları boyayıver, dedi ayakkabılarını göstererek. Yakup, minnet dolu bir bakış attı Ferhat’a. Bu ikisinin arasındaki sırdı. Boyacı, terlik verdi. Köşeye çekilip işine başladı. Ferhat: – Muhsin Usta, alışverişe karar vermeden önce atölyenizi görmem mümkün mü? – Tabi, hay hay, diyerek ayağa kalkıp kapıyı araladı. Ferhat, içeri adımını atacakken Muhsin Usta engelledi. – Hayır, böyle giremezsiniz. Şu galoşları da alın. Hem ayağınıza hem de başınıza… İmalat bölümü çok temiz ve düzenliydi.

Ferhat, hiçbir yerde çöpe, kire, toza rastlamadı. Kullanılan kaplar yıkanmış, bir köşeye sıralanmıştı. Her şey yerli yerindeydi. Muhsin Usta, malzemeleri ve makineleri tek tek tanıttı. Ferhat’ı geniş bir masa üzerine dökülmüş pişmaniyeleri küçük küçük topak yapıp paketleyenlerin yanına götürdü. – Pişmaniye yapmak incelik ister. Malzemesini bulmak kolaydır lâkin yapmak usta işidir. Yoksa yaptıklarınız bulgur gibi dağılıverir. Biz, burada on çeşit pişmaniye üretiyoruz. Sohbet, alışveriş derken vakit hayli ilerlemişti. Ferhat, müsaade isteyip üstünü giydi. Ayakkabıları pırıl pırıl parlıyordu. Boyacı çok özen göstermişti. Dükkândan çıkarken iki eli pişmaniye paketleriyle doluydu. Bütün çeşitlerden örnekler almış, ayrıca sipariş de vermişti.

*** Ferhat, dışarıda buz gibi bir havayla karşılaştı. Gece ilerlemiş, kar sakin sakin yağıyordu. Firmanın önündeki perona baktı, otobüs henüz gelmemişti. Kapıdan girerken delikanlının: – Ağabey, nerde kaldın, sözüyle irkildi. Sizi çok aradım, araba yarım saat önce gitti. Ferhat’ın sırtını ter basarken paketler elinden kaydı. – Gitti mi, diyebildi cansız bir sesle. Kolundaki saate baktı. İnanmak istemedi. Görevli duvardaki saati işaret etti. – Sizi arattım ama… Ferhat çaresizlik içinde koltuğa çökerken: – Ne yapacağım şimdi ben, dedi. Bu ara Yakup bir poşetle içeri girdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir