Ayşe Kulin – Nefes Nefese

siz uyursunuz bütün gece ben bir ilmek daha atarım gecelerden gecelere … Tekin Gönenç Macit evden çıkarken gecikeceğine dair uyarmıştı Sabiha’yı ama yine de iyi terbiye almış insanların iç rahatsızlığını duydu saat sekizi geçince. Toplantı odasından izin isteyerek çıktı, kendi ofisine geçti, siyah telefonun zırrt zırrt diye gürültü çıkararak dönen kadranını çevirip bekledi. Sabiha’nın sesini duyunca, “Bu akşam yine toplantıdayız,” dedi, “beni yemeğe beklemeyin.” “Yine mi yoksun, Macit,” dedi karısı bezgin bir sesle, “neredeyse yirmi gündür yemek yiyemedik birlikte … Kuzum, aranızda hiç kimsenin mi çoluğu çocuğu, karısı yok evde onları bekleyen?” “Alman ordusu Bulgar hududumuza dayanmış, sen neden bahsediyorsun allahaşkma. Ah siz kadınlar!” dedi Macit, telefonu kapatırken. 1 Kansı da aynı annesi gibiydi. Ev hayatının alışılagelmiş ak.ışı, çocukların yemek ve uyku saatleri, ailenin masa başında hep birlikte toplanabilmesi, savaştan bile önce geliyordu düzenini kurmuş kadınlar için. Atatürk boşuna çabalamış bunlardan meslek kadınları yaratabilmek için diye düşündü, bizimkilerden ancak ana olur, eş olur! Eş … mi? Macit’in dudağının ucu büküldü hafifçe. Sabiha’nın kızlarının bakımını tamamen dadıya teslim etmiş olmasını pek yadırgamamıştı ama bir eş olarak aylardır süregelen tavrına içerliyordu için için. Önceleri, karısındaki soğukluğu, sabahlara kadar uzayan toplantılara karşı sessiz bir protesto zannedip için için hırslanmıştı. Ne hakkı vardı ona çok çalıştığı, eve geç saatlerde döndüğü için kızmaya? O mu çıkarmıştı harbi? O mu düzenliyordu sabah saatlerine sarkan toplantıları? Ya savaşın içinde buluverselerdi kendilerini, çevrelerindeki hangi kadın kocasının yüzünü görebilirdi bir daha dünya gözüyle? Macit böyle düşünüyordu ama karısının bu halinin sırf şımarıklıktan kaynaklanmadığını da biliyordu için için. Bir bunalımın eşiğinde duruyor gibiydi Sabiha. Güzel havalarda piknik yapmayı, at yarışlarını izlemeyi, yağışlı günlerde kağıt oyunları oynamayı seven genç kadının içinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu ne zamandır. Eve dönüşlerinde karısını çoktan yatmış, uyumuş buluyordu.


Yanına uzandığında, beline sarılacak olsa, öte yana dönüyordu. Yatağa birlikte girmeye fırsat buldukları ender gecelerde ise, bahanesi hep hazırdı hemen uyumak için. Besbelli bir sorunu vardı ama tam da bunalıma girecek zamanı bulmuştu. Bu yoğun iş temposu içinde, nasıl vakit bulup ilgilenebilirdi ki onunla. Toplantılar gece yarısından önce bitecek olursa, ertesi gün sabahın yedisinde bakanlıkta buluyordu kendini Macit. Herhangi bir zaman diliminde yaşamıyorlardı ne zamandır. Her iki yanı da ateş olan, ince, uzun bir sırat köprüsünden geçiyordu Türkiye. Bir tarafta sadece kendi çıkarlarını düşünen İngiltere’nin kendi yanında savaşa katılmaları için bitip tükenme2 yen ısrarları, diğer yanda Almanya’nın tehditkar tavrı ve bunlar yetmezmiş gibi, başlarında Demokles’in kılıcı gibi sallanan, Kars’ta, Ardahan’da ve Boğazlar’da hep gözü olan Rusya’nın aba altından gösterdiği sopa … Türkiye’nin, kim olursa olsun, tuttuğu taraf ola ki savaşı kaybederse, Rusya’nın hemen önlerine koyacağı Boğazlar’a ilişkin ağır fatura, iki yıldan beri süren ve ne zaman ve nasıl biteceği belli olmayan bir kabustu!. Birinci Dünya Savaşı’nda, kaybeden tarafa yandaş olmanın neye mal olduğunu bizzat görmüş, dersini iyi öğrenmişti İnönü ve şimdi kimin kazanacağını bilip de onun yanında vaziyet almak için veremeyeceği şey yoktu. Ama hiçbir falcı da ortaya çıkıp bir kehanette bulunamıyordu. Kehanet, sabahlardan akşamlara ve yine sabahlara kadar süren toplantılarda her söylenen sözü, her atılan adımı değerlendirerek, geleceği görmeye çalışan Dışişleri Bakanlığı’nın ve Genelkurmay’ın beyin takımına kalmıştı. Macit o takımın içinde yer almaktan gurur duyuyordu ama İtalyanlar Yunanistan’a saldırdıklarından beri, Türkiye’nin etrafındaki ateş çemberi giderek daralmıştı ve yarattığı asabiyet sadece hükümetin adamlarına değil, ailelerine de sirayet etmişti. Ankara sıcak bir yaza hazırlanıyordu yine. Kırklı yıllarda mevsimler adlarının hakkını verirdi başkentte: Kışlar bol karlı ve müthiş soğuk, yazlarsa buram buram sıcak olurdu. Önlerindeki yaz aylarının ise cehennemi aratmayacağı, Ankara’yı her bakımdan bunaltacağı şimdiden belliydi.

Bir hafta kadar önce Alman Sefiri Von Papen, Hitler’den bir mesaj getirmişti başbakana. Uzun süren ziyaretin sona ermesini, nefeslerini tutup beklemişlerdi ilgili memurlar. Macit, Hitler’in mesajında neler olduğunu tahmin edebiliyordu, ilk bakışta iyi niyetli temennilerle dolu gözüken, Türkiye’ye her çeşit savaş malzemesi verebileceklerini, Türk topraklarından asker geçirmeyeceklerini ve Boğazlar’daki Türk haklan3 nın güçlendirileceğini vaat eden mektup, satır aralan iyi okunduğunda, Türklere, “Karar verme zamanınız gelmiştir. Yanımızda yer almayacak olursanız, savaş sona erdiğinde, Boğazlar konusunda verilecek kararların sonuçlarına katlanırsınız,” diyordu. O çok uzun akşamın sabaha sarkan toplantısında İnönü, “Almanlar bize, sabrımızı tüketmeyin, sizin sırtınızdan her an Rusya ile anlaşabiliriz demeye getiriyorlar,” demişti, “İngiltere’nin, Yunanistan’da savaştığı ve Libya’ da hezimete uğradığı şu günlerde yardımımıza koşacak hali yok. Bu yüzden Almanları kızdırmayı göze alamayız. Haydi beyler, öyle bir yol bulalım ki, ne şiş yansın, ne de kebap.” O yol, oyalama yoluydu. Her iki tarafı da kızdırmadan, incitmeden ama ne evet ne de hayır demeden, sırtlarını sıvazlayarak oyalama yolu. Başbakan, o akşamın sabahında, Türkiye’nin içine düştüğü çok tehlikeli ve hassas durumu izah edebilmek için, İngiliz Büyükelçisi’ni Başbakanlık’a davet etmişti. İkinci Dünya Savaşı süresince yaşadığı en sıkıntılı ve endişeli günlerine giriyordu Türkiye. Çünkü savaş, bir orman yangını gibi her tarafa bulaşmaya başlamıştı ve savaşan her iki tarafın da Türkiye’den beklentileri vardı. Odasına girdiğinde aceleyle yakıverdiği sigaradan iki derin nefes daha çekip kristal tablada söndürdü ve toplantı odasına geri döndü Macit. Dışişleri bakanı ve genel sekreter yerlerinde yoktular. “Macit Bey, bugünün değerlendirmelerini Cumhurreisi bizzat görmek istemiş.

Ben raporları takdime hazır ettim. Sizi makamda bekliyorlar,” dedi yardımcısı. Macit, Köşk’te Dışişleri’ne ayrılmış bölümdeki odasına koştu aceleyle. Birkaç aydan beri, çalışmalarını İnönü’ye anında sunabilmeleri ve onun talimatlarını anında alabilmeleri için, Köşk’te, kendilerine ayrılan odalarda çalışmaktaydılar. Birkaç sa4 at önce tazelediği bilgilerin dosyasını çıkardı çekmecesinden, tekrar aceleyle gözden geçirdi ve fırladı. İnönü, kocaman masanın başında ve uzun arkalı koltuğun içinde her zaman olduğundan daha naif, daha ufak tefek ve daha sinirli gözüküyordu. Özel kalem müdürünün Macit’in elinden alarak önüne koyduğu dosyanın sayfalarını evirip çeviriyor, kafasının içinde art arda dolanan tilkilerin sesini dinliyor ama hiç konuşmuyordu. Masanın çevresinde oturan adamlar da suskundular. “Bugün radyoları iyi dinlediniz mi?” diye sordu birden karşısındakilere. “Evet efendim. Arkadaşlar bütün Avrupa ajanslarını dinlediler. Raporumuzu genel sekreterimize az önce sundum. Arkadaşlar hala dinlemedeler efendim. Bulgaristan’ı ise sürekli dinliyor, yarım saatte bir rapor hazırlıyorlar.” “Bulgaristan’daki ajanlarımız da bizi günü gününe bilgilendiriyorlar, lakin henüz Hitler’in aşağı mı ineceği, yoksa kuzeye yürüyerek Sovyetler’e mi saldıracağı meçhuldür efendim,” dedi bir başka genç memur.

Genç adamlar odadan çıkarken, Macit içerde kaldı. Dışişleri bakanı, “Cumhurreisim, sayenizde ateşin bize sıçramaması için her türlü tedbir alınmıştır,” dedi, “Zat-ı aliniz Yalova’ya gönül rahatlığı içinde hareket edebilirsiniz efendim. Biz sizleri dakika dakika haberdar edeceğiz.” İnönü’nün, ‘Almanlar hangi istikametten gelecekler, ah bunu bir bilebilseydim,’ diye mırıldandığını duydu Macit. Almanlar, Bulgarlarla anlaştıktan sonra Türkiye’nin komşusu durumuna gelmişlerdi. Gelişmiş silahları ve güçlü ordusuyla, burunlarının dibine kadar inmiş Hitler’in şimdi ne yapmaya kalkışacağını bilemiyor ve bu yüzden çok korkuyordu İnönü. Hitler Türkiye üzerinden Mısır’a gitmek isteyebilirdi. Veya yine Türkiye üzerinden Kafkaslar’a yürüyebilirdi. Onun hangi hedefe ilerleyeceğini, kendi kurmaylarından başka kimse bilmiyordu ve Türkiye 5 her seçeneğe göre hazırlıklı olmak durumundaydı. Ama en kötü ihtimal Almanların Ruslarla anlaşması olurdu ki bu, Türkiye’nin felaketi demekti. Macit, raporların okunmasını bekledikten sonra, genel sekreterle birlikte toplantı odasına geri döndü. Toplantı, son gelen raporların da okunması, değerlendirilmesi ve İnönü’ye sunulur hale getirilmesi yüzünden uzadı. Saatler sonra, Ankara yazının serin akşamında tek başına evine doğru yürürken sıkıntılıydı. Dünyayı kavuran ateşin uzağında kalmayı başarmak pahalıya mal oluyordu hükümete. Evlerde kadınlar sonu hiç gelmeyen nakarat halinde pahalılıktan şikayet etmekteydiler.

Ankara’nın memurları bile bu kadar sıkıntı içindeyseler kimbilir yoksul Anadolu insanı ne durumdaydı. Devlet, memurunu kısmen koruyabilmenin gayreti içinde, Sümerbank mamullerini ve şekeri daha ucuza satıyordu onlara. Karaborsayı ve istifçiliği önlemek için karne sistemi getirildiğinden, nüfus cüzdanlarının içi damgalarla dopdqluydu. Tüm tedbirlere rağmen karaborsayı önlemek mümkün olamamıştı. Sürüyle açıkgöz, harp zengini olarak köşe dönerken, halk birçok ihtiyaç maddesini bulamamaktan, kuru ekmekle, tahılla karnını doyurmaktan ve pahalılıktan dolayı kızgın ve bezgindi. Hayati bir hedefe, ülkesini savaşa sokmamaya odaklanmış Milli Şefe ise halkın şikayetlerini iletmek mümkün olmuyordu. Ateşin ta en içinden geçerek gelmiş, savaş cehennemine bizzat tanık olmuş bir adam için, bu hedefin dışında her şey ikincil kalıyordu. Macit derin bir iç geçirdi, İnönü’nün ertesi gün Yalova’ya hareket edeceği kesinleşmiş gibiydi. Bu yüzden önündeki hafta içinde toplantılar çok geç saatlere sarkmayabilir, belki daha erken dönerdi evine de Sabiha’nın sitemlerinden kurtulurdu. *** 6 “Bir pik.” “İki karo.” “Pas.” “Pas … Pardon pardon, dört pik.” Genç kadınlar ellerindeki kartlardan başlarını kaldırıp Sabiha ‘ya baktılar. Sabiha’nın solgun yüzü hafifçe kızardı.

Lila tayyörünün içinde bir leylak gibi ince ve kırılgan görünüyordu. “Çok dalgınsın bugün,” dedi Hümeyra, “neyin var kuzum?” “Bir şeyim yok. İyi uyuyamadım dün gece, dikkatimi veremiyorum. Oyuna benim yerime Nesrin girsin, olur mu?” “Olur mu hiç ! Çay içelim, toparlarsın kendini.” “Hümeyra, bugün beşten önce ayrılmak zorundayım zaten.” “Neden?” “Hülya’yı Marga’dan* alacağım. Dersi beşte bitiyor.” “O işi Nanny yapmıyor mu?” “Bugün bir işi var.” “Aman sen de, ne işi olacakmış dadının?” “Dönüş için alışveriş yapacaktı. Biliyorsun, İngiltere’ye dönüyor bu ayın sonunda.” “Aaa, bilmiyordum Sabiha! Neden?” diye sordu Belkıs. “Büyüdü artık Hülya. Koskoca kız oldu, peşinde dadının dolanmasına lüzum kalmadı,” dedi Sabiha. “Ama İngilizce de öğretiyordu çocuğa.” “Öğreneceğini öğrendi.

Babası biraz kendi başına kalsın, işlerini kendi görsün istiyor.” Çay içmek için oyuna ara vermişlerdi. Sabiha iskemlesini iterek kalktı, çay servisinin yapıldığı yemek odasına yürüdü. İçinden ne çay içmek, ne de masanın üzerinde sergilenmiş çeşitli pastalardan, kurabiyelerden yemek geliyordu. Bir an evvel dışarı, açık havaya çıkmak istiyordu sadece.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir