Aziz Nesin, BabIâli’ye harbin son yıllarında gelmişti, ilk başvurduğu yer «Yedi Gün» dergisiydi. Bu derginin sahibi Sedat Simavî, benim çok yakın dostumdur. Birgün bana bu yeni kabiliyetten sozaçtı ve onu Babıâlî’de eşi görülmemiş değerli bir yazar olarak vasıflandırdı. Yedi Gün, Aziz Nesin için dar geliyordu. Ona daha geniş bir faaliyet sahası gerekti. Sedat Simavî, onu yanıma alıp beraber çalışmamı tavsiye etti ve şöyle dedi: — Bu genç her türlü yazıda ustadır, işe başladıktan sonra birgün matbaaya inme, telefonla Aziz Nesin’in senin namına başyazı yazmasını iste. E rtesi gün çıkacak yazıyı okuduğun zaman, sen de ¿şaşacaksın. Bu genci bir denemeye karar verdim. Ertesi gün odama kısa boylu, iddiasız, otuz yaşlarında bir genç girdi. Ve kendisini, Aziz Nesin diye tanıttı. Onu ilk defa görüyordum. Zaten BabIâli’de de tanınmış değildi. Oturttum. Gazetede neiş yapabileceğini sordum. — Ne isterseniz… Sedat Simavî, bana, Aziz Nesin’in mizahî fıkradan başyazıya kadar her alanda faydalı olabileceğini söylemişti. Onu en basit işten başlattım. Çalışkan, kabiliyetli bir genç görünüyordu. Birkaç gün sonra reportaj getirdi, parmağım ağzımda kaldı. Eski veya yeni hiç bir gazetecinin bu kadar kuvvetli bir reportajım okumamıştım. Aziz Nesin’in kabiliyetlerinden birini keşfetmiş bulunuyordum. Kendisine bu sahada çalışmasını rica ettim. Bir müddet böyle geçti. Birbirinden güzel reportajlar getiriyordu. Birgün bana kendisini başka sahada da denememi teklif etti. — Meselâ? dedim. — Meselâ, size fıkralar yazayım… Ertesi gün bir fıkra getirdi. Hayret! Bunda da olağanüstü başarı göstermişti. Sedat’ın dediği doğru çıktı. Ben değerli bir iş arkadaşı kazanmıştım. Fakat Aziz Nesin gösterişi sevmez, sokulganlık göstermezdi. Matbaaya bir gölge gibi gelip giderdi. Onun varlığından, hemen de benden başka kimse haberli değildi. İşte Sabahattin Ali’yle bu sıralarda tanışmış. Onunla birlikte Marko Paşa adındaki dergiyi çıkarmaya başlamışlardı. Polis biryandan Sabahattin’i takip ediyor, biryandan da Aziz Nesin üzerinde baskı yapmaya çalışıyordu. Marko Paşa, bu şartlar içinde doğdu. Fakat bu dergi, mizah alanında Türk gazeteciliğinde:’ yepyeni bir ufuk açtı. O vakte kadar mizah dergileri, Fransadakilerden çalma kelime oyunları, cinsî’ latifeler ve bayağı güldürücü şeylerden ileri gitmiyorlardı. Her dergide birbirine benzer fıkralar çıkıyordu. Artık, okurlar bezmişti. Oysa Marko Paşa, sosyal ve politik meselelere dokunuyor, cemiyeti ve hayatı hicvediyordu. İktidarı, gayet ince bir zekâ ile tenkit ediyordu, öyle parlak bir başarı kazandı ki, bütün Babıâlî şaşıp kalmıştı. Marko Paşa, satışını altmışbine kadar çıkardı. O vakit, bütün Türk basınında bu başarı, hiç kimseye, hattâ gündelik gazetelere büe nasip olmamıştı. Fakat iktidarın rahatı kaçmıştı. Polis sinirlenmişti. Bu iki genç, onlarca ortalığı birbirine katıyorlardı. Savcılık, ilk fırsatta bir vesile bulup Marko Paşa’yı kapattı. Onlar, Merhum Paşa adıyla yayınlarına devam ettiler. Savcı onu da kapattı. Onlar bu defa dergilerine Malûm Paşa adını taktılar. Polis artık bu kadarına dayanamadı. Bu gençler, iktidarla alay ediyorlardı. Buna alışılmamıştı. En iyisi, işi kısa yoldan kestiler, derginin çıkmasına engel olamıyacaklarım anlaymca, bir sebeple Sabahattin v ve Aziz Nesin’i tevkif ettiler. Böylece Marko P aşanın çıkmasını önlediler ve bu gençlerin ağızlarımı kapadılar. YUSUF ZİYA ORTAÇ’IN «BİZİM YOKUŞ» ADLI KİTABINDAN Satırbaşı… Yok, yok, o satırbaşı değil, o bir bölüm başıdır: Mizah edebiyatımızda bir bölümbaşı… Sonra? Size bir fıkracık anlatayım. Ünlü Fransız kemancısma: — Siz, demişler, çağımızın başta gelen değerisiniz, erişilmez değeri… Birinci keman!.. Acaba ikinci kimdir? Hazin, acı bir dudak büküşle cevap vermiş: — İkincilik, üçüncülük, dördüncülük açıktır… Beşinci falanca gelir! Aziz Nesin, o gururu bile geride bırakmış güçlü mizahçı da böyledir. Sahiden nice güzel yazarlarımız, ince yazarlarımız var. Ama, hepsi Aziz Nesin’den sonra. Galiba ilk hikâyesi bizde çıkmış: Yirmiiki yıl önce, açtığımız bir yarışmada birinciliği kazanarak. Ondan sonra hep birinci… Yalnız Türkiye’de mi?… Bordighera’da yapılan milletlerarası yarışmaya da iki kere girdi ve bayrağımızı, Fransızları, İtalyanları, Amerikalıları arkada bırakıp başta koşturdu ! Aziz Nesin’i Bizim Yokuş’ta yıllarca görmedim. Marko Paşa’yı çıkardı: Tek parti günlerinde, cesareti aşan yazılar yazarak… Bunlar, siyasî mizahın acı yemişleridir. Sonra, çilelerle dolu yıllar geçirdi… Nasıl geçirmesin? İsmet Paşa o zaman ortanın solunda değildi ki!.. O çileli günlerini hiç bilmiyorum Aziz’in. Birbirimiz için iki yabancı insan bile değildik, iki meçhul şeydik! Biraz eskiye döneyim, şöyle onüç yıl kadar geriye… Sene 1952… Birgün bizim Yazıişleri Müdürü Selâmi geldi iyimser gülerek. Elimde bir iş vardı. Gözlüğümün üstünden baktım yüzüne: — Hayrola üstad? Elindeki kâğıtları uzattı: — Güzel bir hikâye… Okuyunuz da başlığını yaptıralım… — Kimin? — Bir gencin… Tanımazsınız! Tekrar başımı önümdeki işe indirdim: — Okumam… Meçhul imzaların yazılarını okumaktan usandım artık… Sesi yalvarış olup âdeta: — Vallahi güzel… Mutlaka beğeneceksiniz… Bica ederim okuyunuz! Yalnız hikâyeden değil, Selâmi’den de kurtulmak lâzım: — Peki, dedim, okurum… Elimdeki şu iş bitsin de… Selâmi gıktı, işim bitti ve meçhul gencin hikâyesini okumaya başladım. Aman efendim aman… Aman bayım aman… ne hikâye be!… Hop oturup hop kalkıyorum yerimden! Zile bastım, Selâmi geldi: — Hârika, dedim… Hârika!.. Hemen matbaaya gönder, dizilsin… Önümüzdeki sayıya yetiştirelim. Ahmet Beye söyle, iyi para verilsin… Heveslendirelim çocuğu! Ertesi hafta iki hikâye daha getirdi Selâmi: Yine onun diye… îki hikâyeyi iki solukta okudum. Sonra, parmağım tekrar zile uzandı, Selâmi tekrar odama geldi. — Kini bu genç?.. — Tanımazsınız… Edebiyat heveslisi bir çocuk! Gözlerimi açtım, kaşlarımı kaldırdım, sesimi kesinleştirdim: — Olmaz Selâmi, dedim, olmaz böyle genç… Olmaz böyle çocuk… Olmaz böyle hevesli! Mizah edebiyatının bütün ustalarını kafamdan geçirmiştim: Ne Ercüment Ekrem, ne Refik Halit, ne Reşat Nuri… Hiçbirinde bu çap yoktu. Hikâyenin konusu ile, hikâyenin kuruluşu ile, hikâyenin akan Türkçesi ile başka şeydi bu… Selâmi, baktı olacak şey değil, fısıldadı: — Aziz Nesin! O kadar zamandır adı işitilmiyordu ki, yeni, •eski bütün şöhretleri birer birer düşünmüş, tartmış, yalnız onu hatırlıyamamıştım birtürlü… — Aman, dedim, bul, getir bana… Selâmi alt dudağını büküp başını dikti: — Gelmez… — Neden? — Gelmez işte… Malûm ya, duyulmasını istemiyor ! Hakkı vardı elbet, tek parti’den de, çift part i ’den de çekmediği kalmamıştı ki… Ama zorladım, ama dayattım, ama kestim attım : — Mutlaka getireceksin… Mutlaka konuşacağım… Mutlaka… Kaçmacak adam mıyım ben? Kışa yaklaşan bir gündü. Aziz Nesin geldi: Ürkek, utangaç, isteksiz… H attâ güvensiz… Öyle yılmış ki insanlardan!.. Son derecede sevinerek karşıladım kendisini. Oturmadı, ilişti koltuğa… — Kahve, çay… dedim. Çay tiryakisi olduğunu bilmiyordum henüz. — Çay, diye fısıldadı. Çaylarımızı karşılıklı içmeye başladık. Onu övüyordum. O yazılardan imza esirgenir miydi hiç?.. Kimden korkuyordu? Kimden çekiniyordu? Yavaş yavaş iliştiği koltuğa oturdu. Çayları yeniledik. Her biten sigaradan yenisini yakıyordu. — Koymıyalım imza, koymıyalım… Çok görmüş, çok geçirmiş Aziz kendi adından korkuyordu… Ona emniyet, ona cesaret vermek için bir kahkaha çatlattım: — Kimden korkacağız Aziz Bey?.. Neden korkacağız Aziz Bey?… Niçin korkacağız Aziz Bey? Ben sizin imzanızdan değil, Türk edebiyatını, Türk mizahmı bu güzel hikâyelerden yoksun bırakmaktan korkarım… Onlan yaymamaktan, onları okuyucularımıza vermekten korkarım! (*) Gözlerinde şüphe kalmamıştı. Yüzünde belli belirsiz bir yumuşama vardı. İnanmaya, güvenmeye başlamıştı bana… Hayır, bana değil kendisine. Birkaç kere gitmeye niyetlendi. Oturttum. Son davranışında, eli elimde sordum: — Devamlı bir işiniz var mı Aziz Bey? Ne sevimli, ne çocuksu bir yüzü vardı: yanaklı yanaklı… Kapkara, sık, kuvvetli saçlar, çekik badem gözler… Dudakları belli belirsiz gülümsedi galiba: — Yok. — Benimle çalışmak ister misiniz? Evet, diyecekti. Ama iyi gönlü razı değildi bir- (*) Merhum Yusuf Ziya Ortaç’ın, aradan zaman geçmiş olduğu için, anılarında unutkanlıkla bazı yanılgılara düştüğü görülüyor. 1952 yılında Akbaba’da çalışmaya başladım. Derginin yüzde seksen oranında yazılarım ben yazdığım halde, hiç bir yazım imzamla çıkmıyordu. 1952’den, 1956 yazında İtalya’daki yarışmada birincilik alana kadar, Akbaba’da Aziz Nesin imzası çıkmamıştır. Yusuf Ziya Ortaçla aramızda, yukarıdaki konuşma geçmiştir; ama imza konusunda değil, yazmak konusunda… Bazı nedenlerle Akbaba’da yazmak istemiyordum. Sayın Ortaç’ın üstelemeleri karşısında yazmaya başladım. Ortaç, bana Akbaba’da yazdırabilmek için, Vali’den, Başbakan’dan ve daha birçok yerlerden, benim bilgim dışında, izinler almıştır. Sanki b ir özel dergiye yazar değil de, büyük elçi atamyormuşum gibi… Akbaba’ya bağlanmam, iktidarın işine geliyordu. Merhum Yusuf Ziya Ortaç’uı, beni Akbaba’ya alarak, ikinci kez basma girişimi sağlamasını, unutulmaz bir iyilik saymaktayım. A.N.
Aziz Nesin – Anılar 1 – Poliste
PDF Kitap İndir |