Aziz Nesin – Kazan Toreni

Biri — Buyurun efendim, rica ederim, böyle buyurun! Bizim gazetecilere karşı son derecede şeyimiz vardır. Yaaa… Başka biri — Tebrik ederim beyefendi. İkincisi — Teşekkür ederim. Ama anlayamadım,, neyi tebrik ediyorsunuz? Başka biri — Yeni kazanınızı… — Haaa. Evet, evet… Kazanı değil mi? Kazamız olmuyor Beyefendi… Kazan çok mühim… — Büfeye buyursanıza… Bir aperatif… Vali bey de teşrif edecekler. Neredeyse, bir yerden çıkar gelirler. Üçüncü — Zâtiâlinizle bir yerden tanışıyoruz, ama nereden? Başka üçüncü — Simanız bana da hiç yabancı gelmiyor. Sizi bir yerden gözüm ısırıyor. Durun bakayım, siz Mezbahaya yeni yapılan kapının açılış törenine teşrif etmişmiydiniz? — Maalesef… Efendim, törenleri aynı güne getiriyorlar, yetişemiyoruz. Bendeniz o gün, cam fabrikasına yeni bir baca ilâvesi dolayısiyle yapılan törene gitmiştim. — Ah beyefendi, ben o törene maalesef gelemedim. Arkadaşlar söylediler, bir Çerkestavuğu varmış, anlata anlata bitiremediler. Efendim, insan her tarafa birden yetişemiyor. — Durun, durun… Sizi şimdi çıkardım, siz Japonya’dan satın alman geminin… — Tamam, geminin dâvetine gelmiştim.


Ben de sizi hatırladım. Hattâ o gün hep kremalı turta yiyordunuz da, dikkatimi çekmiştiniz. — Evet, evet… Pek severim kremalı turtayı. Efendim, daha evvel şeydeki ziyafette biraz fazlaca kaçırdığımdan, o canım etlere el süremedim. Daha başka biri — Bu koydukları ne kazanıymış? Daha daha başka biri — Vallahi bilmem… Kazan işte… Çamaşır kazanı değil herhalde… — Üzerinize afiyet, midemden çok muztaribim. Hazımsızlık başladı… — Bendeniz de öyleyim Beyefendi. Son zamanlarda herkes midesinden şikâyetçi. Sâri bir hastalık oldu. Ben yanımda karbonat taşıyorum, isterseniz bir avuç vereyim, yutun. — Ah, teşekkür ederim. Bundan sonra öyle yapmalı. Ben de yanımda bulundurayım… — Yaradı beyefendi… Geğirmek iyidir. — Öö Ööööö Üüüüü… Aman hindi kızartması pek nefis olmuş. Buyursanıza!… — Teşekkür ederim, ben börekleri tercih ederim. İçlerinden biri — Bu şişman zat kim? İçlerinden öbürü — Hangisi? Viski içen mi? — Hayır öbürü. — Hani muzu ısırıyor, o mu? — Öteki… — Soğuk et yiyor hani?.

— Onun arkasında, elini mayonezli levreğe uzatmış… — Haaa… Bilmem, hep görürüm ama… Bir adam — Maksat tören mören değil… Bütün bu ziyafetler filân hep görüşmemize vesile… Adamın biri — Tabiî, ona ne şüphe… Bu ziyafetler de olmasa, görüşemiyeceğiz vallahi… Efendim, eskiden, bendeniz çocukken, peder merhum, bendenizi elimden tutar, her gün bir tekkeye götürürdü. Pazartesileri Üsküdar’da bir Rüfaî dergâhına giderdik. Salı günleri Kasımpaşa’daki Nakşibendî tekkesine, çarşambaları, Çürüklük’teki Kadiri tekkesine, Perşembeleri, Mevlânakapıdaki Mevlevîhaneye… Her Allanın günü bir tekkeye… Evet, evet… Biz de öyle… Orada lokma ederdik. Gani gani yemekler… Bakır siniler dolar, dolar boşalırdı. — Maksat yemek değil, muhabbet… — Elbetteee… Ciğerden almıyorsunuz… — Bendeniz dolmaya bayılırım da… Güzel de yapmışlar. — Burası ne fabrikası beyefendi? — Vallahi iyice bilemiyorum ama, galiba… makinelere filân bakılırsa, bir makine fabrikası olacak. — Maşallah çok büyük bir fabrika… — Efendim, ne de olsa medeniyet ilerliyor tabii… Tavsiye ederim, uskumru dolmaları pek güzel… — Mersi. Buradan çıkınca şeydeki törene gideceğim de… — O zamana kadar hazmolur beyefendi. Tören mi dediniz? Ben de geleyim bari… — Aaaaa… Tabiî… Buyurun… — Efendim, insan takip edemiyor, bâzı törenleri kaçırıyoruz ne de olsa … — Maalesef… Geçenlerde gazeteler, Amerika bize atom tesisatı verecekmiş diye yazdı. Sakın burası yeni atom fabrikamız olmasın… — Şurada kazan mazan diye lâf ediyorlar. — Kazanmalı, kazanmalı beyefendi, çalışıp kazanmak lâzım. Bir insan — Kurdelâ kesilmiyecek mi? Başka bir insan — Vali Beyefendiyi bekliyorlar. — Bu fabrikanın sahibi kim beyefendi? — Amerikalıların olacak… — Hiç zannetmem. Amerikalılar böyle ziyafet miyafet vermezler adama… Fabrika bizim olmasına bizim ya, acaba Tekel İdaresinin mi, Sular İdaresinin mi? — Amma yaptınız. Fabrikada su yapılır mı? Ne fabrikası burası? — Kazan fabrikası… — Öyleyse Tekelindir.

Herhalde rakı kazanları… Şu adamı her törende görürüm. — Şu baştakiler kim?. — Davetli mebuslar… Yarın şeydeki açılış törenine gelmiyor musunuz? — Tabiî… Gitmesem ayıp olur. Bademler bayat, farkında mısınız? Bir kişi — Memleketin kalkınması her şeyden evvel fabrikalara dayanır birader… İkinci biri — Keşke her gün bir fabrika açılsa… İstakozlar pek güzelmiş… — Siz İstakozu, dünkü törende verilen ziyafette yiyecektiniz. Bu küçük kim? Mahdum mu? Allah bağışlasın. — Cümleninkini… — Al oğlum, bak elma mı istersin, portakal mı? Pasta mı? Al yavrum… — Şişşşt!… Beyefendi geldi… — Kim o? — Bilmem… Fabrikanın sahibi galiba… Yoksa Bakan mı? — Umum müdür olmasın… Şey… Bendeniz zatiâlinizi bu kadar zamandır tanırım, her törende, her şölende buluşuruz da, sorması ayıp olmasın ama, zâtıâlinizin ne iş yaptığım bilmem… — Bendeniz mi?… Şey… Beyefendi açış nutkuna başlıyor galiba… — Muhterem vatandaşlar!. Bugün (çatal bıçak sesleri) açılış törenini yaptığımız Tezgâhtarağa Elektrik santralımızın dördüncü kazanının yerine konması münasebetiyle, hepinizi tebrik ederim. Bu kazanı, Amerikadan hiçbir yardım görmeden, kendi kendimize yerine koyduk. Macar millî takımının 3 — 1 yenen azmimiz, enerjimiz, heyecanımız burada da kendini göstermiş, kazanın tam ocağın üstüne konulmasında, üç Amerikalı mütehassıs, iki mühendis, dört ustabaşından başka hiçbir yabancı kuvvete lüzum gösterilmeksizin, kazanı mezkûr, mahall-i mahsusuna kendi kuvvetlerimiz tarafından vazedilmiştir. Ancak kazan yerine konulduktan sonra, içindeki suyun bir türlü kaynamadığının sebebi araştırılınca, ocağın altı metre kadar kazandan geride kaldığı görülmüştür. Kazan ağır olduğundan, altına. ayrı bir ocak yapılmasına teknisyenler lüzum görmüşlerdir. Bu kazan, Yakın Doğu, Orta Doğu ve Balkanların en büyük kazanıdır. Aynı zamanda kalaylıdır ve bakırdır. Kalaylı ve bakır olmakla beraber yalnız iki yerinden deliği olup, bu delikler, hiçbir Amerikan yardımına lüzum görülmeden kendi tarafımızdan üstüpü, eczalı pamuk ve kara sakızla tıkanmıştır.

Deliklerden akan sular kazanın altındaki ocağı söndürmeyecek kadar cüz’i bir hale getirilmiştir. Eğer Terkos suları kesilmemiş olsaydı, şimdi gözünüzün önünde tecrübesini yapardık. Bu kazan, Kabakçı Mustafa isyanında Yeniçerilerin kaldırdığı kazan olup, oradan Sadrâzam Kırkayak Halil Paşanın konağına götürülmüş ve bu konakta uzun zaman aşure kazanı olarak, kullanılmıştır. Sonradan yandan çarklı araba vapurunun kazanı olarak uzun yıllar vazife görmüştür. Kazanın dokuz kulpu vardır. Biz ona yeni bir kulp uydurarak fabrikaya koyduk. Bu kazanın… Birisi — Birader, bu kazan uzun sürer ben gidiyorum. Başka biri — Ben de… Yarın şeydeki törende buluşalım, — Olur, eyvallah… — Güle güle… — Bu kazan… KEDİ NEDEN KAÇTI? «Her şeyin, her işin bir nedeni vardır.» Hayır, olmadı. Ben yazıma daha bir bilgiç lâfla başlıyacaktım. «Ne olursa olsun, insanlar rahatlamak zorundadır.» Doğrusu, bu da olmadı. Bir insan büyük lâf edebilmek için, önce kendisi büyük adam olmalıdır. Buyüzden kendikendime hep acır dururum. Her konuşmamın başında, bir kocaman lâf, kitaplara geçecek değerde bir büyük lâf ettiğim halde, hiçkimse ne bana, ne de lâfıma metelik vermez.

Peki, bu büyük adam dedikleri neler söylemişler sanki… Falan büyük adam «yazın sıcak olur» demiş. Am’an ne espri, aman ne güzel söz… İnsanların yüzyıllar boyu aradığı gerçeği üç kelimeyle vermiş. Büyük adamın ölürken, son sözü «Kapıyı açın!» olsa, artık bundan ne büyük gerçekler çıkarılmaz. «Kapıyı açın!» dedi. Bu söz, büyük adamın insanlığa gösterdiği yoldur. «Kapıyı açın!» ne demek bu? Bu, ne büyük lâftır. Düşünün bikez. Bü iki kelimede yüklü, gizli anlamı çözmek için kitaplıklar dolusu kitap yazılsa, yine az. Yâni diyor ki… Ne diyor? — Ey insanlar!. Eşek gibi ahıra kapanmayın! Ahırın kapısını açın da içeriye bilim güneşinin ışıkları dolsun. Hayır, öyle demiyor. «Kapıyı açın, görüşünüz de dünyaya açılsın. Hapsolduğunuz kendi zindanın nıztan kurtulsun.» İşin doğrusu, büyük adam da her adam gibi can çekişirken bunalmış, nefes darlığından kurtulmak için «Açın kapıyı!» demiş. İşte bu.

Ölünce, öbür dünyaya gider gitmez, ilk işim Goethe’yi bulup sormak: — Sizi son nefsinizi verirken «Perdeleri açın, biraz daha, biraz daha ışık!» demişsiniz? Bu büyük sözün anlamı nedir? Goethe’nin gülerek şu karşılığı vereceğini biliyorum. — Kim? Ben mi? Ben mi «biraz daha ışık…» demişim? Gözlerimin feri sönüyordu. Çevremdekileri görmek için demişimdir herhalde…» Yoldan geçiyordum. Bir evin kapısından, bir kedi can acısiyle bağırarak önüme sıçradı. Sonra alabildiğine kaçtı gitti. İşte beni böyle derin derin düşündüren, ‘bu kedi oldu. Kedi neden böyle bağırarak evden fırladı? «Her şeyin, her işin bir nedeni vardır.» Kedi, neden kaçtı? İşte size bunu açıklayacağım. Ama bitürlü açıklama yolunu bulamıyorum. Demokratik bir metodla aşağıdan yukarıya doğru mu anlatayım, yoksa bizim Doğu geleneğimize göre yukarıdan aşağı mı? Yâni kediden Bakana mı çıkayım, yoksa Bakandan kediye mi ineyim? Biz yine geleneklerimizden caymıyalım. Kedinin dayak yemesi, yediği dayağın acısiyle kapıdan fırlaması olayı şöyle başladı: Bütün gazeteler, ama hep birden, bir Bakana çok şiddetli saldırıya geçmişlerdi. Bakanın buna canı çok sıkıldı. Ne yapacağını bilmiyordu. Ne yapacağını bilmediği ve canı çok sıkıldığı zamanlar yaptığı gibi, Müsteşarını çağırdı. Ona bişey sordu.

Müsteşar, cevap verdi. Başka bişey sordu. Müsteşar onu da açıkladı. Bakan, can sıkıntısından kurtulmak, rahat etmek zorundaydı. Çünkü «ne olursa olsun, insanlar rahatlamak zorundadır.» Bakan, Müsteşardan başka bir şey daha sordu. Müsteşar o işi nasıl yaptığını anlattı. Hayır, o iş öyle yapılmayacaktı. Neden öyle yapmıştı Müsteşar? Olmaz öyle şey…! Olur! Olmaz! Olur işte! Olmaz işte! Bakan, sonunda bir püf noktası bulunduğuna sevinçli, Müsteşara epeyce söylendi. Rahatladı. Eğer içi rahatlamasa, o can sıkıntısiyle geceki toplantıya gitseydi, ertesi gün dillerde dolaşan başarısını elde edemezdi. «Ne olursa olsun, insanlar rahatlamak zorundadır.» Müsteşar, nasıl rahatlıyacaktı? İstifa mı etsin? Hayır. Ne diye istifa edecekmiş? Genel Müdüre, falan meseleyi sordu. Genel Müdür falan meseleye cevap verdi.

Genel Müdüre filân meseleyi sordu. Genel Müdür, filân meseleye de cevap verdi. Pişmekân meselesi… Ona da cevap verdi. Verdi ama, o fişmekân mesele öyle olmayacaktı ki… Tamam. Sekreterini çağırdı: — Yaz! dedi. Müsteşar söyledi, sekreteri yazdı. Ooooh!. Rahatlamıştı. Eğer içini dökmese patlıyacaktı Müsteşar. Evinin, çoluğunun, çocuğunu rahatını, huzurunu kaçıracaktı. İyi ama, Genel Müdür ne yapsın şimdi? Müsteşarın yazdıkları yenir yutulur şey mi? Zile hastı: — Müfettiş Ali Beyi çağırın! —. Ali Bey, on gündür teftişte. — Veli Beyi çağırın, — Başüstüne! Müfettiş Veli Bey geldi. — Buyurun Beyefendi! — Şu şey işi ne oldu? — Oldu Beyefendi! — Öbür iş? — O da oldu. — Nasıl oldu? — Şöyle, şöyle, şöyle oldu efendim! — Öyle olmayacaktı ki… Kim dedi size şöyle şöyle şöyle yapın diye?.

Böyle, böyle, böyle olacaktı. Allah, Allah!. Genel Müdür söylendi, söylendi,… Oooh, dünya varmış. İçini dökmese boğulacaktı. Müfettiş ne yapsın şimdi? Yâ sabır… Yâ sabırla olmuyor. — Müdür Bey. — Efendim! — Nasıl efendim? Ben size bu sabah ne dedim? — Bu sabah mı? Bir şey demediniz. — Nasıl demedim? Bişey dedim, ben size. — Bu sabah ben sizi görmedim ki… — Öyleyse dün sabah demişimdir. — Dün siz rahatsız. — Öyleyse önceki sabah… — Evet, söylemiştiniz.;. Hah, söylemişti işte… Ne söylemişti? Söylemişti de neden yapılmamıştı peki? Olmaz böyle şey… Anladınız mı, olmaz. İstemem, Katiyen olmaz !. Müdürün suratı asıldı.

«Ne olursa olsun, insanlar rahatlamak zorundadır.» — Muavini çağırın bana… — Başüstüne! Müdür muavini geldi. Müdür sordu: — D. cetveli yapıldı mı? — Yapıldı efendim. — Tamam mı yapıldı? — Evet, tamam. — Liste eklendi mi? — Eklendi! Sanki ne diye her şeyi de tastamam yaparlardı?… — Gönderildi mi? — Gönderildi. Biraz geciktirseler olmaz mı? — Ne gün gönderildi? — Dün. — Neee? dün mü? Bu ne ihmâl, bu ne biçim iş? Hiç kimse çalışmıyor. İş çıkarmalı, iş… Günü gününe iş isterim… Anladınız mı? Ooooh… İnsan içini döktü mü, ne kadar da rahatlıyor. Müdür Muavini, kısım âmirinin odasına girdi. Burnundan soluyordu: — Bunlar ne? — Muhasebeye gönderilecek evrak. — Hıh… Tamam. Zaten siz… Muavin Bey çıkınca, barut kesilen Kısım Âmiri, masaya yumruğunu indirdi: — Nerede Hasan Bey? — Hangi Hasan Bey? İkinci kısımdaki Hasan Bey mi, kayıt memuru Hasan Bey mi, evrak kalemindeki Hasan Bey mi, yoksa tahrirattaki kâtip Hasan Bey mî? — Hangisi olursa… şey… yâni tahrirattaki kâtip Hasan Bey… — Efendim, paydos zili çaldığından gitmiş… — Öyleyse sen gel buraya! — Benim adım Hüseyin. — Hüseyin müseyin… Ben dinlemem. Ben size diyorum ki… On dakika kadar bağırdı, çağırdı.

Şamandıraya yanaştıktan sonra istim bırakan gemi gibi boşaldı. Rahat rahat daireden çıktı. Memur Hüseyin Bey, odacıya söylemediğini bırakmadı. Bu camların hali nedir be? Ya şu tavandaki örümcek ağları?… Şu masaların tozu… Yerlerin pisliği… İstemem böyle şey!… İstemem!… Anladın mı, işte o kadar… Hüseyin Bey, kıştan çıkıp yaza girerken, sırtından paltosunu atmış adamın hafifliğiyle, rahatlığıyla daireden çıktı. Canı burnuna gelen odacı, kavga etmek için kapıcıyı aradı, bulamadı. Kapıcı gitmişti. Ne yapsın? «Her ne olursa olsun, insanlar rahatlamak: zorundadır.» Tramvaya bindi. — Ayağıma bastın. Önüne bak! Adam aldırmadı. Biletçi geldi. — Bilet! — Görmüyor musun kalabalığı. Bir elim askıda, bir elim baskıda… Cüzdan çıkar mı şimdi? — N’apalım? — İnerken veririm. — Olur mu öyle şey? — Olur! — Olmaz. — Bal gibi de olur.

— Kontrol gelir, dinler mi? İn aşağı… Bir patırdı, bir gürültü. Odacı fırsat yakalamıştı. — Hay sizin gibi biletçinin de… Son seferini yapan biletçi, evine döndü. Karısı mutfakta gülüyordu. — Ne gülüyorsun ulan! İnsan kocasını… Ver etti sopayı. Sonra geçip sofraya, rahat bir yemek yedi. Biletçinin karısı ağlıyordu. Ayağının altında dolaşan kedinin sırtına iki maşa indirdi. Kedi can acısıyla kendini sokağa dar attı. Biletçinin karısı, kocasına sokuldu. Aşkın en iyisi, göz yaşından sonra gelendir. İkisi de rahattı… «Her şeyin, her işin bir nedeni vardır.» Eğer gazeteler Bakana saldırıya geçmeselerdi, şu kedi durup dururken böyle bağıra bağıra fırlar mıydı? İnsanlar rahat… Kedi önümden öyle bir kaçtı ki, rahatlamak için onun ne yaptığını göremedim.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir