Balibar, Wallerstein – Irk Ulus Sınıf

Bu kitapta topladığımız ve birlikte sunduğumuz bu denemeler kişisel çalışmamızın, her birimizin sorumluluğunu tek başına yüklendiği anlarıdır. Ancak durumun ve koşulların özelliği bu denemeleri, son yıllarda yoğunlaşan ve bugün bir yansımasını ortaya koymak istediğimiz bir diyaloğun unsurları haline getirdi. Aydınlatılmasına katkıda bulunmak istediğimiz canalıcı soru şudur: Çağdaş ırkçılığın özgüllüğü nedir? Kapitalizmde sınıflara bölünmüşlükle ve ulus-devletlerin çelişkileriyle nasıl ilişkilendirilebilir? Irkçılık görüngüsünde bizi, karşılıklı olarak, milliyetçilik ve sınıf mücadelesinin eklemlenmesini yeniden düşünmeye iten nedir? Bu soru yardımıyla “Batı Marksizmi”ne gireli on yıldan fazla olan daha geniş bir tartışmaya da katkıda bulunmak istiyoruz. “Batı Marksizmi”nin, bu tartışmadan, çağını yakalayabilmek için yeterince yenilenmiş bir şekilde çıkacağı umulabilir. Bu tartışmanın uluslararası bir tartışma olarak ortaya çıkması ve felsefi düşünme ile tarihsel sentezi ve kavramsal bir yeni baştan inşa ile günümüzde (özellikle Fransa’da) ivedi olmaktan da öteye giden siyasal sorunların çözümlenmesini birleştirmesi kuşkusuz bir rastlantı değildir. Burada bazı kişisel bilgiler vermek isterim. 1981 yılında Immanuel Wallerstein’la ilk kez tanıştığımda (1974’te yayınlanmış olan) The Modern World-System adlı eserinin ilk cildini okumuştum, ancak henüz İkinciyi okuyamamıştım. Bu nedenle ona üretim tarzlarının dönemselleştirilmesine dair “geleneksel” Marksist tezin “kuramsal olarak bilinçli” bir sunumunu borçlu olduğu­ İRK, ULUS, SINIF 8 mu bilmiyordum — bu tez, modernliğin başlangıcını saptamak için tarihi, ya 1500 dolaylarında (Avrupalılar’ın yayılmasıyla ve dünya pazarının yaratılmasıyla birlikte) ya da 1650’ye doğru (ilk “burjuva” devrimler ve bilimsel devrimle birlikte) “kesmeyi” önerenlere karşı, manüfaktüı dönemini bir geçiş dönemiyle ve tam anlamıyla kapitalist tarzın başlangıcını da sanayi devrimiyle özdeşleştirmektedir. Özellikle de, Spinoza’nın müdahalesini — yalnızca, “ortaçağa ait” bir geçmiş açısından değil çağdaş eğilimler açısından da devrimci olan çizgisiyle— zamanının siyasal ve dinsel gruplarının mücadelelerinin (milliyetçilikle kozmopolitliği; demokrasi yanlılığıyla “kitle korkusu”nu birleştirmeleri nedeniyle) tuhaf bir şekilde atipik olan oyunlarının çerçevesine oturtmak için, tam da Wallerstein’ın 17. yüzyıl Hollanda hegemonyası çözümlemesinde bir dayanak noktası bulacağımı da bilmiyordum. Buna karşılık, Wallerstein’ın da bilmediği, bizim yetmişli yılların başından beri, Kapital’i “yapısalcı” okuyuşumuzun ortaya çıkardığı tartışmaların ertesinde ve tam da dönemselleştirmenin klasik çıkmazlarından kaçınmak için, sınıf mücadelesinin ve karşılığında bu mücadelenin sonuçlarının çözümlenmesini, sadece, ideal bir araç olarak ya da değişmez bir sistem olarak değerlendirilen — ki bu, yapının tamamıyla mekanist bir anlayışla kavranmasıdır— üretim tarzının gelişiminden değil, aynı zamanda toplumsal oluşumlar çerçevesinde kapitalizmin gelişiminden de önemli sayma gerekliliğini kabul ettiğimdi. Bundan, bir yandan üretim ilişkilerinin biçimlendirilmesinde sınıf mücadelesinin tarihsel görünümlerinin (Marx’ın çift anlamlı üstyapı kavramıyla belirtilenler de buna dahil olmak üzere) bütününe belirleyici bir rol atfetmek gerektiği sonucu çıkıyordu. Öte yandan yine bu, kapitalizmin, birikimin dünya ölçeğine çıkmasını ve emek gücünün proleterleşmesini zorunlu olarak gerektirdiğini öne süren Marx’ı sürekli doğrulamaya yönelerek, ama farklılaşmamış “dünya pazarı” soyutlamasının ötesine geçerek, emek (ya da ücretliler)-sermaye ilişkisinin yeniden üretim alanı sorununu bizzat kuramın içine koymayı zorunlu kılıyordu. Aynı şekilde, Althusser’in, her toplumsal oluşumun birçok üretim tarzının birleşmesi üzerine kurulu olduğu tezinin yanısıra ÖNSÖZ 9 Fransa’da yetmişli yıllarda göçmen işçilerin özgül mücadelesinin ortaya çıkışı ve bunların siyasal açıdan yorumlanmalarının güçlüğü de beni, işçi sınıfının bölünmesinin ikincil ya da kalıntı bir görüngü değil, günümüzün kapitalist toplumlannın, devrimci dönüşüm perspektiflerini ve hatta toplumsal hareketin günlük örgütlenmesini belirleyen yapısal (ki bu değişmez demek değildir) bir niteliği olduğuna ikna etmişti.1 Son olarak, “reel sosyalizmin” Maocu eleştirisinden ve “kültür devriminin” (benim kavradığım şekliyle) tarihinden benim aklımda kalan, kuşkusuz revizyonizmin şeytan ilan edilmesi ve Stalinizm nostaljisi değil, “sosyalist üretim tarzının” gerçekte devlet kapitalizmiyle proleter komünizm eğilimlerinin değişken bir birleşimini meydana getirdiği bilgisidir.


Bu farklı düzeltmeler, dağılmış oldukları durumda bile, bir “tarihsel kapitalizm” sorunsalını yapının ve tarihin biçimsel antitezinin yerine koyma ve ticari olmayan toplumlann “genelleştirilmiş iktisat” toplumlarına geçişleri süresince eklemlenen üretim ilişkilerinin değişkenliklerini bu sorunsalın ana sorusu olarak tanımlama eğilimindeydiler. Ben diğerlerinin aksine Wallerstein’ın çözümlemelerine sık sık yöneltilmiş olan ekonomizm suçlamaları konusunda çok da hassas değildim. Aslında bu terimin anlamı üzerinde fikir birliğine varmak gerekir. Marksist Ortodoksluk geleneği içinde ekonomizm, üretici güçlerin gelişimine dair bir determinizm olarak görünür: Wallersteincı dünya ekonomisi modeli, bunun yerine, kapitalist birikim ile çelişkilerinin bir diyalektiğini kendi tarzınca gayet iyi ortaya koyuyordu. Wallerstein gelişme ve durgunluk evrelerinin çevrimini içine yerleştirebileceği tarihsel koşullar hakkında kendini sorgularken, bana Marx’ın gerçek tezi ve ekonomizm eleştirisinin ifadesi gibi gelen şeyden uzaklaşmamıştı. Bu tez toplumsal üretim ilişkilerinin, üretici güçlere önceliğidir. Bu önceliğe göre kapitalizmin çelişkileri, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiler (örneğin, Engels’in itibar kazandırdığı 1. Burada Yves Duroux, Claude Meillassoux ve Suzanne de B runhoffun emek gücünün yeniden üretimi ve “ücret biçiminin” çelişkileri konusundaki araştırmalarının bu görüşler üzerindeki belirleyici etkilerini anmak zorundayım. IRK, ULUS, SINIF 10 formülasyona göre, üretim ilişkilerinin “özel” niteliğiyle üretici güçlerin “toplumsal” niteliği arasındaki çelişkiler) değil, özellikle bizzat üretici güçlerin gelişimi içindeki çelişkilerdir; “ilerlemenin çelişkileredir. Diğer yandan ekonomizm eleştirisi denilen şey, en çok, siyasetin ve devletin, ya pazar ekonomisi alanına ya da sınıf mücadelesinin kendisine nazaran özerk olduğunu savunmak adına yapılır; ki bu da Marx’in kesin bir biçimde karşı çıktığı liberal ikiciliği (sivil toplum/devlet, iktisat/siyaset) pratikte yeniden sahneye çıkarmak demektir. Oysa Wallerstein’in açıklayıcı modeli, benim anladığım şekliyle, hem sistemin toplu yapısının, genelleştirilmiş bir iktisatın toplu yapısı olduğunu düşünmeye, hem de bu iktisatın dokusunu devletlerin oluşum süreçlerinin, siyasal hegemonyaların ve sınıf ittifaklarının oluşturduğunu düşünmeye izin vermekteydi. Böylece kapitalist toplumsal oluşumların neden ulus biçimini aldıklarını çözmek sorunu ya da daha iyisi, “güçlü” bir devlet aygıtı etrafında tekleşmiş ulusları, birlikleri dışarıdan ve içeriden engellenen bağımlı uluslardan ayırt eden şeyin ne olduğunu ve bu farkın kapitalizmin tarihiyle nasıl dönüştüğünü çözmek sorunu, bir kördüğüm olmaktan çıkıp belirleyici bir koz halini almaktaydı. Gerçeği söylemek gerekirse benim sorularımın ve itirazlarımın devreye girdiği yer de burasıydı. Bu itirazlarımdan üçünü, tarihsel materyalizmin “geleneksel” bir anlayışını ortaya koyup koymadıklarına karar vermeyi okura bırakarak, kısaca hatırlatacağım. İlk olarak, egemen sınıfların hegemonyasının, son çözümlemede, emek sürecini ve bundan da öte bizzat emek gücünün, işçilerin hem geçimini hem de kültürel formasyonlarını kapsayacak geniş bir anlamda, yeniden üretimini örgütleme kapasiteleri üzerine kurulu olduğuna hâlâ inanmaktaydım.

Başka türlü söylemek gerekirse, burada söz konusu olan, Marx’in Kapital’dt kapitalist üretim tarzının yerine oturduğunun asıl belirtisi saydığı, yani değerin değerlendirilmesi ve sınırsız birikim sürecinin dönüşü olmayan noktası olarak koyduğu “reel” altalamadır (subsomption réelle). Daha yakından bakılırsa, (Marx’m sadece “formel” altalamaya karşı öne sürdüğü) bu “reel” akalama düşüncesi, işçilerin ÖNSÖZ 11 sözleşme, nakdi gelir, resmi siyaset ve hukuk dünyasıyla bütünleşmeleri düşüncesinin çok ötesine gider: bu düşünce emek gücünün eğitiminden, ezilenler tarafından da kabul edilmeye elverişli bir “egemen ideoloji”nin kurulmasına dek uzanan, bir insan bireyselliği dönüşümünü zorunlu olarak gerektirmektedir. Wallerstein, kapitalist dünya ekonomisi çerçevesinde şekillenen bütün toplumsal sınıfların ve bütün statü gruplarının, “devlet sistemi”nin ve “ticarileşme”nin etkilerine tabi oluş tarzlarını vurguladığına göre, kuşkusuz böyle bir düşünceye karşı çıkmayacaktır. Ancak bunun sonucu olan çatışmaları ve evrimleri tanımlamak için, Wallerstein’ın yaptığı gibi tarihsel aktörleri, onların çıkarlarını ve ittifak ya da çarpışma stratejilerini tasvir etmenin yeterli olup olmayacağı sorusunu sorabiliriz kendimize. Aktörlerin kimliği bile hegemonyanın oluşması ve korunması sürecine bağlıdır. Böylece modern burjuvazi, köylüyü çevreleyen bir sınıf olduktan sonra proletaryayı çevreleyen bir sınıfa dönüşebilmek üzere şekillenmiştir: Direnişlerin dışavurumunu bile önceden gören ve bu direnişlerin doğasıyla kendisini dönüştüren bir “kendi-bilinci” ve siyasal yetenekler kazanması gerekmiştir. Öyleyse egemen ideolojinin evrenselciliğinin kökleri, sermayenin dünya ölçeğinde yayılmasından ve hatta bu yayılmanın bütün “kadrolarına” ortak eylem kuralları sağlama zorunluluğundan çok daha derindedir2; sömüren ve sömürülen için — düşman olmalarına rağmen— ortak bir ideolojik “dünya” kurma zorunluluğunda yatar. Modern siyasetin (demokratik olsun ya da olmasın) eşitlikçiliği, bu sürecin iyi bir açıklamasıdır. Bu aynı zamanda her sınıf egemenliğinin evrenselin dilinde biçimlendirilmek zorunda olduğu ve tarihte birbirleriyle uyuşmayan birden fazla evrenselliğin bulunduğu anlamına gelir. Her birinin üzerinde belli bir sömürü biçiminin özgül gerilimleri etki göstermektedir — yaşadığımız dönemin egemen ideolojileri için de böyledir bu— ve tek bir hegemonyanın kapitalist dünya ekonomisi çerçevesinde yer alan tüm egemenlik ilişkilerinin tümünü birden kavrayabi2 . 1. WALLERSTEIN, Tarihsel Kapitalizm, s. 71 (Metis Yayınları, 1992) ve izleyen sayfalarda bunu öne sürüyor. IRK, ULUS, SINIF 12 leceği hiç de kesin değildir. Açıkçası ben, bir “dünya burjuvazisin in varlığından kuşku duyuyorum.

Ya da daha kesin söylemek gerekirse, dünya ölçeğinde birikim sürecinin yayılmasının, yasası kesintisiz rekabet olan bir “dünya kapitalist sınıfinın oluşturulmasını gerektirdiğini tamamen kabul ediyorum (ve paradoksun paradoksu olarak, bu kapitalist sınıfa “hür teşebbüs”ün yöneticileri kadar “sosyalist” devlet korumacılığının yöneticilerinin de dahil edilmesini zorunlu görüyorum). Ancak bu kapitalist sınıfın, aynı nedenle, tarihsel anlamda somut olabilecek, kurumlarda örgütlenmiş tek sınıf anlamında bir dünya burjuvazisi olduğuna inanmıyorum. Wallerstein’ın bu soruya şöyle cevap vereceğini tahmin ediyorum: Ancak, diyecektir, dünya burjuvazisinin, iç çatışmalarının ötesinde (hatta bunlar şiddetli askeri çatışmalar şeklini aldıklarında bile) ve özellikle de ezilen halklar üzerindeki hegemonyasının tamarr.v’.n farklı biçimlerinin ötesinde, kendisine somut bir varlık kazandırmaya yönelen ortak bir kurumu vardır! Bu kurum, devrim ve karşı devrimlerin, sömürgeleştirme ve sömürgelikten kurtuluşun ardından, ulusal devlet biçiminin tüm insanlığa yayılmasından bu yana etkililiği belirgin bir şekilde ortaya çıkan devletler sistemi’dİT. Bizzat ben her burjuvazinin, kapitalizmin planlı bir devlet kapitalizmi gibi örgütlü olmadığı yerlerde bile, bir “devlet burjuvazisi” olduğunu inanarak söyledim ve bu noktada uyuşacağımızı düşünüyorum. Bana göre VVallerstein’ın sorduğu en yerinde soru, dünya ekonomisinin (19. ve 20. yüzyıldaki birçok girişimine rağmen) neden siyasal olarak birleşmiş bir dünya imparatorluğuna dönüşmediği; siyasal kurumun burada neden bir “devletlerarası sistem” biçimini aldığı sorusudur. Bu soruya a priori olarak cevap verilemez: Dünya ekonomisi tarihini ve özellikle de çıkar çatışmalarının, “tekel” görüngülerinin ve dünya ekonomisinin günümüzde zaten giderek tek bir coğrafi alanla sınırlı olmaktan çıkan “merkez”inde sürekli görülen eşitsiz güç gelişimlerinin, fakat aynı zamanda “çevre”sinin eşitsiz direnişleri’nin tarihini yeniden yazmak gerekir. Ancak bu cevap (eğer iyi bir cevapsa) beni, itirazımı açıkça yeniden biçimlendirmeye itiyor. Wallerstein, M odem Dünya Sis­ ÖNSÖZ 13 temi’nin (1. cilt) sonunda, göreli olarak özerk “toplumsal sistemler”! tanımak için bir ölçüt öneriyordu: evrimlerinin (ya da dinamiklerinin) iç özenAiği. Buradan radikal bir sonuca varıyordu: Genelde (“kabileden” ulus-devlete) toplumsal sistemler olarak adlandırılan tarihsel birimlerin çoğu aslında öyle değildirler; bunlar bağımlı birimler olmaktan öteye gitmezler; tarihte sistem olarak tanımlanabilecek olanlar sadece kendine yeterli cemaatler ve “dünyalar”dır (dünya imparatorlukları ve dünya ekonomileri). Bu tez, Marksist terminolojide yeniden biçimlendirildiğinde bizi bugünün dünyasında tam anlamıyla tek toplumsal oluşumun dünya ekonomisinin kendisi olduğunu düşünmeye yöneltecektir.

Çünkü içinde tarihsel süreçlerin birbirine bağımlı hale geldiği en büyük birim odur. Başka bir deyişle dünya ekonomisi yalnızca iktisadi bir birim ve bir devletler sistemi değil, aynı zamanda toplumsal bir birim olacaktır. Sonuç olarak evriminin diyalektiği de küresel bir diyalektik ya da en azından küresel kısıtlamaların yerel güç ilişkilerine önceliği özelliğiyle ayırt edilen bir diyalektik olacaktır. Bu açıklamanın onyıllardır tanık olduğumuz ve bize yüzyıllardır süren zincirleme bir sürecin sona ermesi gibi görünen, siyasetin ve ideolojinin dünya çapında yayılması görüngülerini bireşimsel olarak gösterme gibi bir meziyeti olduğu kuşkusuzdur. Bu açıklama kriz dönemlerinde özellikle çarpıcı bir yansıma bulur. Bu derlemenin devamında görüleceği gibi, ırkçılık ve milliyetçiliğin, geçmişin “yabancı düşmanlığı” ve “hoşgörüsüzlük” görüngüleriyle karıştırılmasını önleyerek, bugün modem dünyanın her yerine yayılan bu görüngüleri anlamak için güçlü bir araç sağlamaktadır: biri (milliyetçilik) merkezdeki devletlerin egemenliğine bir tepki olarak, diğeri (ırkçılık) dünya işbölümünün getirdiği hiyerarşilerin kurumlaşması olarak. Ancak kendime soruyorum: Wallerstein’ın tezi bu biçimiyle, çok çeşitli toplumsal çatışmaların (özellikle de sınıf mücadelelerinin) üstünü biçimsel ya da en azından tek yanlı bir küresellik ve tekbiçimlilikle örtmüyor mu? Bana öyle geliyor ki, bu çatışmaların özelliğini belirleyen yalnızca uluslararasılaşma değil, yerelleşmiş toplumsal ilişkilerin ya da toplumsal çatışmanın yerel biçimlerinin şimdiye dek oynadıkları, “toplamları” doğrudan elde edilemeyen önemli roldür. IRK, ULUS, SINIF 14 Başka bir deyişle, ben kendi adıma, içinde bir sistemin düzenlemesinin yer aldığı en uçtaki dış sınır yerine, toplumsal hareketlerin ve bunlardan doğan çelişkilerin özgüllüğünü (ya da tercihe göre, küresel çelişkilerin yansıdığı özgül biçimi) ölçüt aldığımdan, kendime çağdaş dünyanın toplumsal birimleri!nin iktisadi birimi’nden ayrı tutulması gerekmez mi, diye soruyorum. Kısacası neden örtüşsünler ki? Aynı nedenle dünya ekonomisinin genel hareketinin toplumsal birimlerin hareketinin nedeni olmaktan çok, raslantısal bir sonucu olduğunu öne sürüyorum. Ancak söz konusu toplumsal birimleri basit bir biçimde teşhis etmenin zor olduğunu da kabul ediyorum, çünkü bu birimler ulusal birimlerle kayıtsız şartsız örtüşmemektedirler ve birbirlerini ancak kısmen kaplayabilirler (bir toplumsal birim neden kapalı, hele neden “otarşik” olsun?)3.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir