Fatih Yasli – AKP, Cemaat, Sunni Ulus

3 Kasım 2002’den, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği tarihten bugüne Türkiye’de bir “değişim” ve “dönüşüm” yaşanmakta olduğuna dair kesin bir mutabakat vardır; üzerine uzlaşılamayan ise –doğal olarak– ortaya çıkan “yeni”nin “olumlu” mu yoksa “olumsuz” mu olduğu yönündeki sorunun yanıtıdır. AKP çevrelerine göre, Türkiye geride kalan 12 yıl boyunca ekonomide dövize bağımlılıktan kurtulmuş, IMF’ye olan borçlarını ödemiş, reel sektörünü güçlendirmiş, Merkez Bankası’ndaki rezervlerini artırmış, refahı ve alım gücünü yükseltmiş, gelir dağılımında adaleti gözetmiş, istihdam yaratarak işsizliği azaltmış, sosyal devlet olmanın gereklerini geçmişe nazaran çok daha başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Siyasal alanda ise hak ve özgürlükler genişlemiş, vesayetten kurtulunmuş, bürokratik oligarşi geriletilmiş, sivil toplum güçlendirilmiş, demokrasi son derece güçlü bir zemine kavuşturulmuştur. AKP karşıtları ise ülkenin son on iki yılda giderek daha fazla borç batağına battığını, ekonominin inşaat sektörüne dayalı, geçici ve yapay bir büyümeye mahkûm edildiğini, güvencesiz ve taşeron çalışmanın kural haline getirildiğini, gelir dağılımında gözle görülür bir değişiklik olmadığını, işsizliğin azalmadığını, büyüme rakamlarında Cumhuriyet ortalamasının aşılamadığını ve yabancı sermayeye olan bağımlılık nedeniyle ekonominin kırılgan niteliğinin devam ettiğini belirtmektedirler. Siyasal alanda ise iktidar giderek otoriterleşmekte, devletle iktidar partisi arasındaki mesafe gözden yitmekte, hak ve özgürlükler daraltılmakta, dinselleşme giderek yoğunlaşmakta, rıza mekanizmaları yerini, artan bir şekilde zor aygıtının egemenliğine bırakmakta ve böylelikle ortaya diktatoryal bir manzara çıkmaktadır. Sünni eksenli ve emperyal fantezilerle yüklü dış politika ise bir yandan bölge halklarına felaket getirirken öte yandan Türkiye’yi hızla bir batağın içerisine sürüklemektedir. Yaşanan değişimin/dönüşümün olumlu ya da olumsuz karakterine dair tartışmaların yanı sıra, düşünsel/teorik düzeyde de değişimin nasıl adlandırılacağı/tarif edileceği yönünde bir tartışma devam etmektedir. Dönüşümün olumsuz karakterine vurgu yapanlar, otoriter demokrasi, plebisiter demokrasi, otoriter devletçilik, muhafazakâr otoriterleşme gibi farklı başlıklarda olan biteni adlandırmaya ve tarif etmeye çalışmaktadırlar. Bu satırların yazarı ise uzunca bir süredir; AKP’yi rejim değiştirme misyonu olan bir parti olarak görmekte ve Türkiye siyasetinde yaşananları “rejim değişikliği” perspektifinden okumayı önermektedir. Dolayısıyla “yeni Türkiye”yi bir retorik değil bir olgu olarak kabul etmektedir. Bana göre AKP, uzunca bir süredir devam etmekte olan 1923 Cumhuriyeti’nin çöküş sürecini nihayete erdirmiş ve yerine, henüz tamamlanmamış olmakla birlikte, yeni bir rejim inşasına girişmiş bir partidir. Dolayısıyla, Türkiye’de daha sonra ayrıntılı bir şekilde üzerinde duracağımız üzere bir rejim savaşı yaşanmış ve AKP, gayriresmî koalisyon ortağı Cemaat’le birlikte bu savaştan eski rejimin kadrolarını tasfiye etme ve rejimi yıkma anlamında başarıyla çıkmış, üstelik kendi rejimine uygun yeni bir kolektif kimlik inşasına da girişmiştir. Bu yüzden “yeni Türkiye” terimi basit bir propaganda aracı olmanın ötesinde bir hakikate de tekabül etmektedir ve kitabın alt başlığı tam da bu nedenle Yeni Türkiye Üzerine Tezler olarak belirlenmiştir. AKP, Cemaat, Sünni-Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler, klasik anlamda “bilimsel” ve “akademik” olmayı amaçlamamakla birlikte, Türkiye’de yaşanan dönüşümü rejim değişikliği perspektifiyle analiz etmeye çalışan “teorik” bir çalışmadır ve bu haliyle bir politik deneme metni olarak görülmelidir. Ayrıca AKP, Cemaat, Sünni-Ulus, güncelin tam ortasından yazılmış olmakla birlikte, tarihsel bir yaklaşımla eski ve yeni Türkiye arasındaki ilişkiyi sürekliliklere ve kopuşlara bakarak ve karşılaştırmalı bir şekilde anlamaya dair bir çaba olarak değerlendirilmelidir.


AKP, Cemaat, Sünni-Ulus’un ilk bölümünde bir yandan “rejim”le ve rejim değişikliğiyle ne kastettiğimi anlatmaya, öte yandan ise yeni rejimin, yani yeni Türkiye’nin karakteristiğini ortaya koymaya çalıştım. Rejim denince aklımıza ne gelmesi gerektiği, eski ve yeni rejim arasındaki temel farklar, yeni Türkiye’nin temel özellikleri olarak otoriterleşme, dinselleşme ve devletle parti arasındaki özdeşlik ve rejimin merkezî figürü olarak Erdoğan bu bölümün temel tartışma başlıklarını oluşturmaktadır. İkinci bölüm, 1923 paradigmasının çöküşünün AKP’yle birlikte başlamadığını, çöküşün kökenlerinin bizzat 1923’ün sınıfsal karakterine içkin olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Sol düşmanlığının ve emperyalizmle kurulan ilişkinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan İslamizasyon, “Cumhuriyet’in uzun intiharı” anlamına gelmiş, AKP’ye düşen ise tabuta son çiviyi çakmak olmuştur. Özellikle eğitim alanındaki dönüşüm “yeni Türkiye’nin tarih öncesi”ni anlamak açısından son derece önemli ipuçları vermekte, Türkiye tarihini devletle toplum, merkezle çevre, Batıcı bürokratik oligarşiyle mütedeyyin-özgürlükçü halk kitleleri arasındaki mücadelenin tarihi olarak gören anlatıların geçerliliğini sorgulamak için hayli anlamlı bir çıkış noktası oluşturmaktadır. Bu bölümün temel tezi, modern Türkiye tarihinin, emperyalizme göbekten bağımlı bir ülkede, sola karşı devletle İslamcılığın gerilimli uzlaşısının tarihi olduğu yönündedir. O uzlaşının İslamcılığa açtığı alandan ulaşılan yer ise rejim değişikliği olmuştur. Üçüncü bölümün temel tezi, rejim değişikliğinin bir küresel boyutunun bulunduğu ve emperyalizmle ilişkilendirilmesinin şart olduğu yönündedir; bu bölüm AKP’nin iktidara gelişi ve sonrasında yaşananların küresel kapitalizm içerisinde yaşanan güç mücadeleleri olmaksızın anlaşılamayacağı iddiası üzerine kurulmuştur ve Türkiye’deki dönüşümü “renkli devrim” olarak adlandırarak Atlantik ekseniyle Avrasya ekseni arasındaki güç mücadeleleri bağlamına yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için ise önce Atlantikçi düşünce ile Avrasyacı düşüncenin temel tezleri ortaya konmaya çalışılmış, hemen sonrasında ise “renkli devrimler”in söz konusu mücadeleyle ilişkisi anlatılmıştır. Bunun ardından Türkiye’nin 2000’ler boyunca yaşadığı siyasal kutuplaşma ve rejim savaşının Avrasya savaşlarının neresinde durduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Dördüncü bölüm AKP’nin yeni Türkiye’de egemenliğin kaynağını teşkil edecek yeni bir kolektif kimlik oluşturma çabasına odaklanmaktadır. Ben bu kolektif kimliği ümmetle ulus arasında sıkışıp kalmış bir form olarak Sünni-Ulus olarak adlandırmayı öneriyorum: Ulusdevletin sınırları dışına taşma ve bütün Müslümanları kapsama şansı –AKP’nin emperyal arzularına rağmen– olmadığından ümmet değil; ama tam anlamıyla seküler bir karakter taşımadığı için de ulus da değil. Tam da bu nedenle, biraz oksimoronik bir nitelik taşıdığını da kabul ederek söyleyecek olursak, önüne ancak bir mezhep adı eklenerek telaffuz edilebilecek bir kolektif kimlik olarak Sünni-Ulus. Bu bölüm aynı zamanda Sünni-Ulus üzerinden Kürt sorununa, “İslam kardeşliği” çözümüne ve aynı zamanda “Sünni ekseninin liderliği” iddiasıyla şekillenen emperyal karakterli YeniOsmanlıcı AKP dış politikasına odaklanmayı da amaçlamaktadır. Beşinci bölüm, yeni Türkiye’nin kolektif kimliği ve egemenliğin kaynağı olarak görülen SünniUlusun dışında bırakılanların “yeni Türkiye”ye itirazları olarak görülmesi gerektiğini iddia ettiğim Haziran İsyanı’nı, rejim inşasının kriz başlıkları ve bu inşaya itiraz bağlamında tartışmaktadır.

Haziran, yeni Türkiye’nin muhafazakâr karakterine yönelik seküler bir kalkışma olmakla birlikte, aynı zamanda otoriterleşmeye yönelik bir özgürleşme talebidir ve bu ikisine bilinçli bir sınıf isyanından ziyade bilinç dışı bir eşitlik talebi de, daha sessiz ve derinden olmakla birlikte, eşlik etmiştir. Bu bölümün diğer bir iddiası ise Haziran İsyanı’nın yeni rejim inşasına yönelik farklı öznelerden gelen farklı itirazların bir toplamı olduğu ve hem rejimin hegemonyasını altüst ettiği hem de inşa sürecini sekteye uğrattığı yönündedir. Altıncı bölüm, 17 Aralık 2013 itibarıyla herkes tarafından gözlemlenebilir hale gelen AKP ile Cemaat arasındaki kavgayı tarihsel kökenleriyle birlikte ve yeni Türkiye’nin sahipliği bağlamına yerleştirerek okumayı amaçlamaktadır. Bu bölümün temel tezi, yeni Türkiye’yi inşa eden iki özne olan AKP ile Cemaat’in eski rejimin kadrolarını tasfiye edip devlet aygıtını ele geçirdikten sonra söz konusu aygıtı nasıl bölüşeceklerine dair bir kavgaya girişmiş olduklarıdır. Bu bölümde bu kavga incelenirken, bir yandan iki farklı İslamcı öznenin siyaset anlayışları ve yeni Türkiye’den ne anladıkları ortaya konulmaya çalışılmış, öte yandansa kavganın söylemsel boyutundaki teolojik argümanlar üzerinde durulmuştur. Sonuç kısmında ise Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir aşamayı daha geride bırakan yeni Türkiye’nin yakın geleceğine seçim sürecinin öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinden bakılmaya çalışılmıştır. Buradan bakıldığında görünen ise yeni Türkiye’yi bekleyenin istikrar değil süreklileşmiş ve idare edilip edilemeyeceğini zamanın göstereceği bir kaostur. Çünkü bize göre bir yandan AKP ile Cemaat arasındaki kavga farklı boyutlarıyla devam edecek, öte yandan ise Erdoğan kliği ile Gül kliği arasında, rejimin restorasyonu bağlamında şekillenecek yeni bir kavga başlayacaktır. Dolayısıyla “rejimin yerleşmesi aşaması yepyeni ve şiddetli kavgalara gebedir” dememiz kehanet anlamına gelmeyecektir. AKP, Cemaat, Sünni-Ulus, hiç şüphesiz ki “yeni Türkiye’nin” nasıl teorize edileceğine dair bütün tartışmaları tüketmek iddiasıyla yazılmamıştır ve kitabın tezleri, tartışma ve eleştirilerle birlikte zenginleşip derinleşecek, doğrulanıp doğrulanmayacaklarını ise zaman gösterecektir. Ne de olsa Türkiye, Yalçın Küçük’ün deyimiyle bir “büyülü hapishane”dir ve bu büyülü hapishane geçmişten günümüze bizi şaşırtmaktan bir an bile vazgeçmemiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir