Beyzanur Öztürk – Rüzgârınla Kal

Gecenin en çıplak saatleriydi. Ahşap duvarlı odanın bir köşesindeki soba, içindeki ateşin yorgunluğuyla iyice sessizleşmişti. Fakat sobanın üzerinde kendi hâlinde duran ufak cezve taşıdığı tarçınlı suyun kokusunu hâlâ yayıyordu etrafa. Yoksa koku çoktan her tarafa sinmiş miydi? Bu da mümkündü. 3 Ağzında bir o tarafa bir bu tarafa çevirmekten bıkmadığı karanfil de tatsızlaşmıştı artık. Bu sebeple, genç adam, oturmakta olduğu sandalyeden kalktı ve hemen karşısındaki, pervazı tozlanmış pencerenin yanına gitti. Metal kolu çevirince titreyerek açıldı pencere. Sıcakla soğuk birleşirken orta yerde, güçlü bir dalganın kıyıdaki taşları aldıktan sonra geri çekilirken yaptığı yuvarlanma hareketinin göbeğinde kalmış gibi hissetti ve biraz durdu. Tertemiz havayı ciğerlerine doldururken kaşları çatıldı. “Yağmur yağacak.” dediğinde sesini duyan tek kişi olduğu için bir üzgünlük hissetmeyi bekledi. Beklediğini bulamayınca bakışlarını umursamaz bir erkek çocuğu edasıyla fark etmeden izlemekte olduğu ağaçtan evin dibindeki karanlığa yöneltti. Şu koca ağacı pek ürkütücü bulurdu, yine de ilk denk geldiği o olurdu buradan her baktığında. Tepesini çoktan yuttuğu yalnızca ince sapı kalmış karanfili aşağı sarktığı sırada dişlerinin arasından bırakıverdi. Odaya döndüğünde sinsi bir kararsızlığın içine yuvarlanmıştı.


Zihni bir şeyler karalayıp siliyor, yüreğiyse olduğu yerde bundan habersizce duruyordu. Hızlı giden bir trenden fırlayıp düşmüştü bir kenara, tren gözden kaybolup gitmiş ve o, zamanın rayından çıkmış gibi kalakalmıştı. Şöyle bir baktı duvarlara, duvarda yan yana asılı üç guguklu saate. Masanın üzerindeki fotoğraf yığını da önemli bir işi yarım bıraktığını düşündürünce az önce kalktığı sandalyeye tekrar oturdu, ayaklarını yanına çekip bağdaş kurdu. Annesi genç adam lise çağındayken ölmüştü. Oğlunu okula yolcu ederken karşısına geçip “Ekrem’im.” der ve yüzünü iki eliyle kavrayıp güzel dileklerde, öğütlerde bulunurdu. Sonra annesi öldü Cahit Ekrem’in; bir müddet yalnız başına çıktı kapıdan. Ara sıra kendi ellerini koydu yanaklarına, babasının, bu hareketini görmeyeceğinden emin olduğunda. Şimdi, babasını da beş sene önce kaybetmiş hâlde otuzuna yaklaşmış, yalnız başına yaşayan bir adamdı. Ölüm bunca yakın ve böylesine basitti fakat insanlar, ölmek dünyanın gerçekleşmesi en zor olayıymış gibi davranmaktan vazgeçmiyorlardı. Kalan, fotoğraflar olunca farkına varılıyordu ki zaman çok kıymetli şeydi. Zaman geçtikçe ağlaması zorlaşıyordu; gözyaşlarını yüreğinden gözlerine itmeye çalışsa da bir yerlerde geniş bir pamuk tüm yaşları emiyordu ve Cahit nefes aldıkça da gizli bir el tarafından sıkılıp suçluluk duygusu olarak Cahit’in ruhuna damlatıyordu içindekini. Suçluluk duygusunu böyle yakından tanıması için bir sebebi yoktu aslında, doğrusu sebep de aramamıştı bugüne dek. Buna rağmen derinlerinde bir yerde açıkça görülüyordu ki ruhunu o duyguya bulandıran en büyük fırça, ağlayamıyor olmaktı.

Bir çırpıda topladı fotoğrafları. Masanın boş yüzeyine bakarken düşündüğü hiçbir şey yoktu. Sürahiye uzanıp bir bardak su içtikten sonra albümü kolunun altına alıp kalktı. Koltuğa kıvrılıp albüme sarıldı, gözlerini kapattı. Buz kesmiş ayaklarının verdiği rahatsızlıkla uyandı, bu biçimde uyanmayı hiç sevmiyordu. Tabii şikâyetini ayaklarına ya da soğuk eve bildirmesinin anlamı yoktu; ayakları hava sıcak olduğunda bile üşümeye devam edecek, evse hiçbir zaman yeterince ısınamayacaktı. Doğruldu ve yere düşmüş albümü koltuğun üzerine güzelce bıraktı. Düşüncesini resmiyete dökmekten kaçınıyordu ama albüm düştüğü için de içten içe kendisini suçlamıştı. Sadece birkaç fotoğraf, diye söylendi. Kendisine acıyıp durması canını sıkıyordu. Hayatını elleriyle kurmak yerine kurulu bir hayata dâhil olmak zorunda kaldığından bir bakıma haklıydı. Kurulu hayat dediği de boş bir evden, yalnız sürdürdüğü bir işten, birkaç insandan ibaretti. Ailesinden kalan iki katlı ev, saat dükkânı, dükkâna nadiren uğrayan dedesi, gözlerinin alıştığı iki üç müşteri… Ve dükkânın bulunduğu sokak, dükkânın önündeki minik masa. Gün içinde yapmayı en sevdiği şey o masada çay içerken etrafı, sokaktan geçip gidenleri izlemekti. Olur olmaz zamanda hüzne boğulmakta nasıl zorlanmıyorsa ufak tefek şeylerin peşinde koşarak mutlu olmayı da iyi beceriyordu.

Şu evin kafasında yarattığı düşünce kalabalığından bir an önce kurtulmak istedi. Diğer ikisinin arasındaki, vakti doğru söyleyen tek gugukluya baktığında sekizi on geçtiğini görünce ayaklandı. Ağır hareketine rağmen başı dönmüştü, bunu aç oluşuna bağladı. Az sonra evden çıkacağı için de sobayı yakma fikrini bir çırpıda yok etti, dükkâna gidene kadar elbette bir şekilde ısınacaktı. Ayaklarına çoraplarını geçirdi, terliklerini giyip mutfağa gitti. Bayatlamak üzere olan ekmeği balla tereyağı eşliğinde yedikten sonra bir bardak ılık su içti. Bu kahvaltı tarzını babasından kapmıştı. Hem insan yalnızken aklına öyle muazzam kahvaltı sofraları gelmezdi, ağzına bir iki lokma atması ve midesini bastırması yeterdi. Hemen diş temizliğini yaptı ve balkon penceresinin önünde duran naneden bir yaprak koparıp ağzına attı. Nane yaprağının ağzına yaydığı şu inanılmaz tat, zihnini aniden açıyordu sanki. Onu kendi parmaklarıyla dilinin üzerine bıraktığını bilmese yaprak öyle güzel gizlenebilecekti ki. Cahit de bir nevi nane yaprağıydı; girdiği tüm kalplerde ferah bir koku bırakırdı. Ne var ki insanlar kokunun nereden geldiğini anlamazlar, içlerindeki Cahit rüzgârının geçip gitmesine farkında olmadan izin verirlerdi. Daha fazla oyalanmadan siyah kabanını aldı ve merdivenden ine ine giydi. Dış kapıdan çıkar çıkmaz hatırı sayılır ekim soğuğu yapıştı yüzüne.

Başını sağına çevirdiğinde görebildiği deniz epey görkemliydi bugün. Topraksa kuruydu, demek hâlâ biriktiriyordu gökyüzü yağmuru. Bisikletine atlayıp şehrin merkezine giden patika yolları takip etti. Pedallara yüklendikçe ısındı vücudu ve nihayet dükkâna vardığında soğuğu üzerinden atamayan, elleriydi sadece. Bisikleti park etmek için önce karşı kaldırımda kaldı. O sırada, daha da erkenci olan kuyumcu Ömer “Günaydın.” diye seslendi. Dükkânları yan yanaydı ve çaylarını çoğu zaman şu masada beraber içerlerdi, iyi adamdı Ömer. Kulakları sesi sindiren Cahit de hemen dönüp karşılık verdi. Dokunamadığı beyazlığın üzerine yeni bir gün daha çiziliyordu işte, gün öncekilerden pek de fark yaratmadan işliyordu. Neden kalemi kavrayıp sayfayı istediği gibi dolduramadığını anlayamıyordu. Neyse ki mevsim sonbahardı, hiçbir şey bu güzelliğin geri planda kalmasına sebep olarak bozamazdı ağzının tadını. Ağzındakini çiğneyip yuttu. Müşteri beklerken oturduğu yerden yine sokağı izliyordu ki bir anda tüm algıları açıldı, avucunun sardığı çay bardağı derisini eritti sanki. Uzun kirpiklerinin altında parıldadı açık renkli gözleri.

Hiçbir sonbahar rüzgârını bu denli derinden hissetmemişti. Önünden geçip giden krem rengi paltolu şu kadın, burnuna inanılması güç güzellikte bir koku armağan etmişti; Cahit ciğerlerinin her bir noktasını bu rüzgârla doldurmaya orada ant içmişçesine kabarttı göğüslerini. Kabanının yakalarını kaldırdı ve kadın sokağın köşesinden dönüp de gözden kaybolana dek yürüdükçe dalgalanan sarıya çalar kumral renkteki saçlarına bakmayı sürdürdü. Burnundaki koku silinip gitmesin diye tuttuğu nefesini bırakmayacaktı ki böyle yaptığında kokuyu alamadığını anlayıp toprağına yeniden su yürüyen çorak bir arazi gibi soluk alıp vermeye başladı. Çekinmemeliydi ruhuna güzel şeyleri dolamaktan insan ve güzel şeylere kendini katmaktan. Tebessümü güçlendi. İşte, gerçek olduğuna inanılamayacak derecede güzel olan manzaralar kadar, gerçek oluşuna aklın ermeyeceği insanlar da vardı bu dünyada. Onları bulmak, onlara sarılmak ve sevgiyi onlardan hiç eksik etmemek lazımdı. “Hayırdır Cahit, çay çok mu hoşuna gitti?” Ömer iskemleyi çektiği gibi oturdu. “Evet, hiç bu kadar güzel çay içmemiştim.” Bardakta kalanı bir yudumda bitirdi. Dirseğini masaya dayadığında ve elmacık kemiğinin üzerine incecik bir yağmur damlası konduğunda hâlâ tebessüm ediyordu. Bölüm 2: Yağar Yağmurla Zaman Yağmur kararmış gökyüzünden Cahit’in kafasının içine hücum edip, hayalinden silinmeyen o dalgalı saçları ıslatacak kadar güçlenmişti. Dükkânın içinden izliyordu damlaları bu kez; uzaktan, dokunmadan, o saçları izlercesine. 4 Çoğu insanın içiyle karşılaştırınca belki şaşılacak şeydi ama bir beden sapığı gibi değil, ruh meraklısı gibi meyletmişti kadına.

Üzerindeki paltosunun renginden belliydi ki sadelikten yanaydı kadın ve hızlı yürümediğine göre serin havalardan haz alıyordu, paltosuyla aynı renkteki zarif ayakkabılarında tek bir leke olmayışı da ne denli özenli biri olduğunu çıkarıyordu ortaya. Ya da aklı karmakarışıktı ve bu, adımlarını yavaşlatıyordu… Acaba saatleri seviyor muydu, zamanla ya da geçmişiyle problemli miydi? Çok düşünür müydü, kitap okur muydu, nelerden nefret ederdi? Bilmek istiyordu Cahit Ekrem. Tüm bunları bilmek istemekle de koca bir hatanın kıyısındaydı esasen. Ne yazık, insan düşeceğini bile bile keskin taşların üzerinde önüne bakmaksızın koşmaya çalışır hâle gelebiliyordu. 3 Tamir tezgâhının üzerini güzelce sildi. Saat vitrinlerini bir bir kilitlerken Ömer’in yağmurla karışan sesini işitti. “Cahit Efendi ben kaçıyorum.” Cahit’ten hemen hemen on beş yaş büyük olsa da ona böyle söylemeyi, bu şekilde takılmayı, abilik etmeyi pek seviyordu. Çevirdi kafasını açık kapıya. “Tamam abi. Şemsiyen var, değil mi?” “Var var.” Bir çırpıda açtı siyah şemsiyeyi. “Bekleyeyim mi seni?” “Yok, şuraları toparlayayım da durulmasını bekleyeceğim yağmurun. Sonra bisikletime atlayıp giderim.” “İyi bakalım.

” dedi dükkâna atmış olduğu tek adımını geri çekerken. Tam gidecekti ki tuhaf bir durgunlukla döndü. “Sen gerçekten iyi misin?” İyi miydi? İyiydi. Dört tarafı saatlerle kaplı bu dükkânda geçirdiği günler arasında, zamanın akışının farkına varamadığı tek gündü belki bugün. Tüm dişlerini göstererek güldü sessizce. “İyiyim iyiyim, meraklanma. Hadi dikkatli ol, iyi akşamlar abi.” 1 Ömer kaşlarını hayretle kaldırdı. “İyi akşamlar, çok durma buralarda, hava soğuyor.” Cümlesinin sonuna doğru şemsiyesinin altına girip uzaklaşmaya başladığı için sesi sokağa dağılıp azalmıştı. Hoş, uzaklaşmasa dahi Cahit duymazdı çünkü kabanını giyerken çoktan kendi zihnine dönmüştü. Garipti, zihninde kadından başka bir varlığın gölgesine bile rastlayamadı; içine düştüğü çelişkili duruma anlam veremiyordu, yüzünü görmeden ona nasıl böyle derin hisler besleyebilmişti? Yalnızca kokusundan mı etkilenmişti yoksa zarif yürüyüşü mü etkilemişti? Dudaklarının aralığı artarken gözleri kısıldı, dişleri birbirine sıkıca kenetliydi. “Kendine gel.” diye fısıldadı, dili dişlerine çarptığından cümlesi pürüzlü çıkmıştı. Yağmurun durulduğunu görünce son kontrollerini yapıp çıktı dükkândan.

İşte burası, tam şu masa, şu sokak, hayalini suçüstü yakalayıp da zihnini kelepçelemesi için son şansıydı. Fakat yapmadı. Kepengi sertçe indirdi aşağı, çıkan ses bile silkelenmesi için yeterli olamamıştı. Yola koyulduğu an, bir rüzgâr eşlik etmeye başladı her noktası ruhuyla donanmış bedenine. Kadının gittiği doğrultuda ilerliyordu, bilerek yapıyordu, onun ayaklarının değmiş olduğu noktalara basarak içindeki eksik parçaları tamamlıyordu sanki. Yanakları rüzgârla okşandıkça gülümsedi, sokağın köşesinden dönene kadar gülümsedi. Buradan dönünce nereye gitmişti kadın? Tek bir yol vardı ama onlarca ev diziliydi uzayıp giden yolun kenarlarında. Şimdi tüm kapıları çalıp onu bulmayı denese nihayet deliliği de ağırlamış olur muydu umarsız varlığında? Kalbimin kapılarını açtığım zaman içimden çıkan acı, aldığım her bir nefeste daha çok sahipleniyor aldığı yeri. Sanki, burası benim dermişcesine. Bir hüznüm var sonra, içimde ukde kalan, yeşertemediğim bir bahçem var. Sarmaşıklardan önümü göremediğim kocaman arazide, o çok sevdiğim çiçeklerim için yer yok. Ben sadece öylesine biriyim. Geldiği dünyadan hoşnut olmayan, karanlığın güvenini seven biriyim. Korktuğum zaman, kendi kendine yetmek zorunda olan biriyim. Uçsuz bucaksız gökyüzü içinse ben sadece yeryüzüne yansıyan bir gölgeyim.

Etrafımdaki insanlara göreyse bir hasta. Bu yüzden bu rutubet kokan hastanedeyim ve ne kadar hasta biri olduğumu anla diye bu defteri tutuyorum. Beni iyi dinle doktor, benim hastalığımın çaresi sözlerin değil. Veya verdiğin onca ilaç. Benim çarem, sadece sensin.|16 Nisan 2017|Ophelia demiş bana annem, kendimi boğduğum nehir senin maktüllerinin kanındanmış. Watty’s 2018 Uyarlamacılar Kazananı#Marvel etiketinde 1. sıra 20|02|19İyi ve kötünün,cennetin ve cehennemin içindesayfaları kül edecek türden bir geçmişe sahipse insan,iki defa birbirlerinde yok olacaktanrıyla şeytan.Karanlığa gömülmüş şehrin itiraz dolu vaveylaları, yaşlı ve küsmüş binaların arasında dolanıyor.Bu şehirden kaçış yok.Bu duvarların arasından dışarı sızamazsın.Bu şehir doğumun,Bu şehir yıkımın,Bu şehir senin ölümün olacak.”Ben bu gece, şeytanın peşindeki gözlerimi kapatacağım soğuk bir güneşe. İçimde yanan ateşin kül ettiği duyguları tekrardan canlandırabilmek için.”₪Özet: Yüzyıllar öncesinden kalan davayı çözmeleri için Soğuksu şehrine savaşmak için gönderilen, Cadılar Konsey’inin soyundan gelen beş genç erkek cadı, tıpkı ismi gibi soğuk, ıssız ve tehlikeli şehre vardıklarında hiç beklemedikleri olaylarla karşılaşırlar.

Bu sırada babasının ölümünün ardından yas tutan Nehir’le ve bir süredir özel güçlere sahip olduğunu keşfeden fakat bunu en yakın arkadaşından başka hiç kimseye söyleyemeyen Naz ile yolları kesişecektir. İstemsizce kurulan güçlü bağların ardından, soru işaretlerini çözmek için tarihe gömülmüş sırları hep beraber ortaya çıkartmak zorunda kalırlar. Aşkın, arkadaşlığın, maceranın ve doğaüstü güçlerin tavan yaptığı bu hikâyeyi okurken, siz de tir tir titreyeceksiniz![Bu hikâye 2015 Haziran ayında yazılmaya başlanmış ve 2017 Mart ayında ilk bölümü yayımlanmıştır.]▪Wattys2018 Büyük Buluşlar KazananıWattys 2018 Gizli Cevherler KazananıAleda, sert mizaçlı, ayakları yere sağlam basan, başarısı ve ilginç tarzı ile etrafındakilerin dikkatini çeken bir hukuk öğrencisi iken, ardı arkası kesilmeyen garip rüyaları nedeniyle hiç ummadığı bir anda arkeoloji tutkusuna yenik düşer. Bütün itirazlara rağmen inatçı kişiliği ile bu yolda ilerlemek için adımlarını hızlandırır. Köklerinin saklı olduğu gizemli bir hikayeyi aydınlatacağından ise habersizdir.Zeugma kelimesi size neyi anımsatıyor?Dillendirildiği gibi sadece basit bir çingene kızı, mozaiklerde hayat bulmuş olabilir mi?Peki yüzyıllar önce yaşanan bir aşk’ın bedeli ne kadar ağır olabilir?Kim bilir belki de tarih, Aleda’nın ellerinde yeniden yazılacak. Bunun olmasına izin vermek istemeyenlerin yükselişine ya da çöküşüne ise yine o karar verecek…Hayat; sırların toplamından ibarettir!Kısacası gizem, gerilim ve de tarih ile harmanlanmış bir hikaye sizleri bekliyor.Nisan 2018- Mart 2019 WATTYS 2018 | KALP KIRANLAR KAZANANI Avcumun içine ılık nefesini üfleyerek, “Ben,” dedi ilk başta. “Ogün Enes.”Avcumdaki gıdıklanmaya hafifçe kıkırdamıştım. Refleks olarak elimi çekmeye çalıştığımda buna müsaade etmedi ama o da benim tepkilerime gülüyordu. “Şimdi sıra sende…”Kafamı salladığımda dudaklarımı hafifçe ıslattım. Bunu yapabilirdim. Ne de olsa odamda defalarca kez adımı söylemek için çabalamıştım.

Aynı onun yaptığı gibi avcuna üfleyerek, “Ben,” dedim uzun ve oldukça çekişmeli bir çabamdan sonra. “Mısssraa.”Soluk soluğa kalmış bir şekilde kafamı kaldırıp ona baktım. İşte o zaman farklı bir gülümsemeyle beni izlediğini görebilmiştim. Yeniden avcumun içine üfleyerek, “Tanıştığıma memnun oldum, Mısra,” demişti.Ben de gülümsedim. Belki de zaman tam o nokta eriyip yok olmalıydı. İçindeki kalıntılarda daha çok bütün olmalıydık. Biz, o kaldırımın ucunda, gece ruhumuza acılarımız gibi sızarken, tanıştığımıza memnun olduğumuz o âna hapsolmalıydık. Çünkü oradaki Ogün Enes, umursamaz adamı bir süreliğine görmezden gelmişti. Unutmuş gibiydi. O, avuçlarıma fısıldayan çocuk, hayatımı o andan itibaren değiştirmeye başlamıştı. Bambaşka bir Mısra Karataş için, bir bacaksız yaratmıştı. Bacaksız da, bir kulaksız…O sokakta, ilk içkimi içmiştim. İlk defa sarhoş olmuştum.

İlk defa birisinin omzuna kafamı yaslayarak saatlerce gülmüştüm. Uzaklara süzüldüm. Sanki birlikte kaçıp gitmiştik o kentten. Ehliyetim yoktu. 18 yaşında da değildim. Ama onun dünyasında her şey olabilirdi. Her şey… Ben bile.Ben o sokakta, bir zerdali uğruna, Ogün Enes’le karşılaşmıştım. Ve bin bir gecenin ardından, tek bir gecesinin bile ne kadar değerli olduğunu öğreneceğim, bir aşka yelken açmıştım.The Wattys 2018 Şairler Kategorisi Kazananı”Her bir şeyinle sınav içre sınav halindesin,Lâkin en büyük sınavı kendisi iledir insanın,En değerli nesne ise ateşi aşkın peşine düşen de,Hiçliğin kıyısında ki bir aşkı yüklenmek ise derdin,Ve hele ki değilsen aşk hamalı öyle kolay da değildir,Çünkü bunu yüklenecek mana yüklü bir mum gerek,Aşk için yanmak gerek ve de kül olabilmek…”Ahmet ABABu kitaptaki tüm yazı ve şiirler bu şiirleri yazdıran güzelin kendisine ait. Ve her ne kadar biz yazıyormuş gibi dursak da bunu bize yazdıran en güzelin kendisine ithaf edilmiştir. Allah’ın izniyle çıktığımız bu yolda yine onun yardımına sığınarak: “Eûzu billâhi mineş şeytânir racîm Bismillâhi Er rahmân Er Rahîm…” © Her Hakkı Saklıdır! Her ne amaçla olursa olsun kullanılması suç teşkil edebilir… Kokusu silinmişti burnundan. Hissettiği tek şey, soğuk havanın burnunun içinde bıraktığı yanık acısıydı. Yolun ortasından yürümeye karar verdiği sırada kaldırımdan inerken kıyıdaki su birikintisine yansıyan ayağıyla rastlaşınca bisikletini unuttuğunu fark etti. Ayaklarından özür dileme isteği yükseldi yufka yüreğinde, ardından ayakları olup yüreğini yanıtladı: Ziyanı yok.

Eve vardığında ayakkabıları çamurdan harap olmuş, elleri ve yüzü donmuş durumdaydı. Buna rağmen dipdiri hissediyordu, belki uzun zamanın ardından birine bağlanmış olmak diriltmişti ruhunu, belki de rüzgâr. Bir kömür poşetini ve birkaç odun parçasını kaptığı gibi yukarı çıkıp sobayı yaktı. Şevkle tutuşan sobanın üzerindeki cezve hâlâ yerindeydi de tarçınlı sudan eser yoktu. İçi öyle bir huzurla doluydu ki çocukluğuna dönmüş gibi şendi. Islık çalarak mutfağa gidip bir başka cezveyi sütle doldurduktan sonra sobanın üzerine bıraktı. Mutfağa döndüğünde ıslığı dudaklarından ayrılmış değildi. Çekmecedeki bisküvilerden iki paket alıp kenarı renkli tabağa bir güzel boşalttı onları, boş bardakla birlikte hepsini sobalı odaya götürdü. Üzerini değiştirip diğer tüm işlerini hallettikten sonra heyecanla sobanın başına geçti. Oda sıcacık olmuş, sütü kaynamıştı. Süt boş bardağa akıp giderken annesi canlandı gözünde, heyecanı bir darbe yediyse de darbenin etkisi uzun sürmedi. Bardağı ve tabağı alıp perdesi açık pencerenin önündeki tekli koltuğa oturdu. Ayakları ısındıkça yorgunluk ağrısı yayıldı vücuduna, şikâyetçi değildi bundan.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir