Mustafa Ozturk – Takiyye

Bu yazıda öncelikle takiyye kavramı hakkında genel mülahazalarda bulunulacak, ardından Şiî gelenekteki takiyye anlayışının hangi tarihsel vasatta teşekkül ettiği meselesi üzerinde durulacak, daha sonra da Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki takiyye polemiğinde bahis konusu edilen ayetlerin her iki mezhepçe nasıl yorumlandığı ortaya konulacaktır. Konunun ele alınışında ilgili rivayet malzemesine de atıfta bulunularak tarafların öne sürdükleri argümanlar değerlendirilecektir. Bununla birlikte Bâtıniyye-İsmâiliyye Şiası’na özgü takiyye anlayışına değinilmeyecektir. Zira İsmâiliyye Şiası’nın bilindik mason teşkilatlarını anımsatan bâtınî davet teşkilatında önemli bir yer tutan takiyye ayrı bir araştırma konusudur. İslam tarihindeki kadim siyasi-mezhebî çatışmalar nazarı itibara alındığında hemen her mezhebin muhalif güçler karşısındaki tehdit algısı ve kendini koruma refleksiyle en azından dönemsel olarak takiyyeye başvurduğu söylenebilir. Bununla birlikte tarihsel tecrübe takiyyenin öteden beri hep İmâmiyye Şiası’yla birlikte anıldığını göstermektedir. Belli ki bu durum İmâmiyye Şiası’nın takiyye konusuna diğer mezheplerden daha fazla önem atfetmiş olmasıyla ilgilidir. Kuşkusuz bu önem atfetmenin tarihsel arka planında özellikle siyasal içerikli birçok sebep mevcuttur. İmâmiyye Şiası’nın takiyye anlayışı özellikle Ehl-i Sünnet tarafından eleştirilmiştir. Daha açıkçası, İmâmî-Şiî gelenekteki ahbârî ekole ait rivayet kültüründe takiyyenin özellikle can tehlikesinin baş gösterdiği durumlarda başvurulan bir ruhsat olmanın ötesinde muhalif addedilen herkes karşısında gerçek inancın gizlenmesi gerektiğine ilişkin bir şer’î vecibe olarak ifade edilmesi Sünnîlerce şecaat ve cesaretten yoksunluk yahut ikiyüzlülükle eşdeğer bir dinî-ahlâkî zaaf olarak değerlendirilmiştir. Takiyye Hakkında Genel Mülahazalar Takiyye Arapça bir kelime olup “korumak, muhafaza ve himaye etmek” gibi anlamlar taşıyan vk-y (vikâye) kökünden türetilmiştir. Arap dilcisi Ebu Abdillah İbnü’l-Arabî’ye (ö. 231/846) göre takiyye ile tukâh, takva ve ittikâ kelimeleri aslında eşanlamlıdır. [1] Fakat başka bir telakkiye göre takiyye ve tukâh daha ziyade insanların şerrinden sakınıp korunmak, takva ise Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmak anlamındadır. [2] Takiyye genel manada bir kimsenin can korkusuyla düşman karşısında gerçek inancını gizlemesini, muhalifi ve düşmanı ile aynı fikirdeymiş gibi görünmesini ifade eder.


Nitekim Şiî kaynaklardaki çeşitli tanımlara göre de takiyye can, mal ve namusa halel geleceği endişesinden dolayı dinî konularda gerçeğin aksine görüş beyan etmek veya doğru olanın aksine hareket etmek yahut zararından sakınmak için muhalif veya düşman konumundaki insanlara gerek söz gerek davranış düzeyinde hak ve hakikate aykırı olarak muvafakat etmektir. [3] Bazı Sünnî araştırmacılar Şiî gelenekteki takiyye anlayışını bütün varyantlarıyla reddedici bir yaklaşımla takiyye ile tukâh arasında kategorik bir ayırım yaparak, 3.Âl-i İmrân 28. ayette bilindik anlamda takiyyeye değil, “tukâh tarzında bir korunma”ya izin verildiğinden söz etmişlerdir. Bu ayırımı temellendirmeye yönelik izahata göre Şiîler aynı dine mensup oldukları halde kendilerini meşru idareciler olarak görmedikleri kimselerin (Sünnîlerin) hâkimiyeti altında yaşamak zorunda kalmanın yarattığı azınlık psikolojisiyle diğer bütün müslümanları hasım olarak algılamış, dolayısıyla kalmanın yarattığı azınlık psikolojisiyle diğer bütün müslümanları hasım olarak algılamış, dolayısıyla “öteki” müminlere karşı koşulsuz takiyye yapma lüzumu hissetmişlerdir. Böylece ilgili ayette “kâfirlerin şerrinden korunma” anlamında kullanılan “tukâh”ı, kendilerince muhalif addedilen müminler arasında ikiyüzlü kimlikle yaşamayı ifade eden takiyye kavramına dönüştürmüşlerdir. [4] Takiyye ile “tukâh tarzında korunma” arasında esaslı bir fark bulunduğuna ilişkin bu görüş oldukça iğreti ve dolayısıyla tenkide müsait gözükmektedir. Çünkü her şeyden önce, Şiî gelenekteki takiyye anlayışına ilişkin bir değerlendirmede söz konusu geleneği oluşturan siyasal ve toplumsal şartlar, farklı dönemler ve ekoller gibi temel parametrelere kayıtsız kalınamaz. Dolayısıyla bu konuda üstünkörü genellemeler yapılamaz. Tam tersine bu konuda sağlıklı bir değerlendirme için mutlaka söz konusu parametreler hesaba katılmalı ve böylece Şiî gelenekteki takiyye anlayışının en azından tarihsel süreçteki tahavvül keyfiyeti ortaya konulmalıdır. Takiyyenin Şiî gelenekte kimi zaman abartıldığı ve dolayısıyla aslî amacından saptırıldığı yönündeki tespitler doğrudur. Nitekim bu husus birçok çağdaş Şiî araştırmacı tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Bu bağlamda Ali Şeriati’nin Şiî gelenekteki farklı takiyye anlayışlarına ilişkin görüşleri kayda değer niteliktedir. Şeriati’ye göre Şiî gelenekte biri “Ali Şiası”na, diğeri “Safevî Şiası”na ait olmak üzere iki tür takiyyenin varlığından söz etmek gerekir. Ali Şiası’na özgü takiyye biri vahdet diğeri savaşım takiyyesi olmak üzere ikiye ayrılır.

İslam toplumunda Şia’nın başvurduğu vahdet takiyyesi diğer mezheplere mensup müslümanlara ihtilaflı konuları açmama, dolayısıyla İslam birliğinde bölünmeye sebep olmama amacı taşır. Bu nedenlidir ki “Mekke’ye gittiğinizde onlarla [Şiî olmayan müslümanlarla] birlikte namaz kılmalısınız” denilmektedir. Şu anda da bizim büyük âlimlerimiz şunu tavsiye ederler: Mekke ve Medine cemaat imamının ardında namaz kılın. Bu takiyyedir. Taassuptan, ihtilaflı konulara dayanmaktan ve iç tefrikaya neden olan durumların gündeme getirilmesinden kaçınmak, aynı safta bulunanların karşıt görüşlerine katlanmak, kardeşlerin düşünce ve amellerine saygı, bir toplumun çoğunluğu karşısında iç birliğin korunması için, düşman karşısında ortak hedeflerin ve toplumun korunması hatırına azınlığın takiyyesi [Ali’nin iç ihtilaflar karşısındaki tavrı da bunun göstergesidir] bu takiyyenin kapsamında yer almaktadır. [5] Şeriati’ye göre Ali Şiası’na özgü takiyyenin ikinci varyantı savaşım takiyyesidir. Bu tür takiyye imanın korunması için gizli savaşımın özel koşullarına uymak anlamına gelir. Bu anlamdaki takiyyeden kastedilen şudur: Şia’nın düşünsel bir faaliyette bulunması, toplumsal ve siyasal bir savaşımda bulunması ama konuşmaması, kendini açığa çıkarmaması, fitneye mahal vermemek için hilafet odağı karşısında takiyye yapması, kısacası boş yere zarar ve ziyana uğramaması, gücünü ve canını tehlikeye atmamasıdır. Bu tür takiyye düşman karşısında bozguna uğramamanın da teminatıdır. Emevi ve Abbasi yöneticilerinin baskı ve şiddet içerikli politikalarına karşı Ehl-i Beyt imamların sergiledikleri tavır bu tür takiyyenin en güzel örneğidir. [6] Muharref Şia ya da Safevî Şiası’na özgü takiyyeye gelince, bu tür takiyye Mevlana’nın, “Hakkı örtüp gizlemeden söylemek uygun olmaz” sözünde ifadesini bulan bir anlayışa tekabül eder. Safevî Şiası’nda takiyye sırf kişinin mevcut hayat düzenini korumak, iş hayatının selametini garanti altına almak, sıkıntı ve zarardan, hak-batıl çatışmasından, inanç ve görev sorumluluklarından kaçınmak için hâkim gücün bütün sapkınlıkları ve zulümleri karşısında suskun kalmaktır. Doğrusu takiyye Ali Şiası’nda takiyye dostla birleşme, bütünleşme ve düşmanla mücadele unsuru iken Safevî Şiası’nda mücadelenin mutlak tatil edilmesidir. Ali Şiası’nda takiyye bir amelî taktik olup bu taktiğin tatbikinde birtakım şartlar söz konusudur. Nitekim söz konusu şartlar bulunmadığı ve/veya olgunlaşmadığı birtakım şartlar söz konusudur.

Nitekim söz konusu şartlar bulunmadığı ve/veya olgunlaşmadığı zaman rehber/imam tarafından yasaklanır ve hatta haram kılınır. Safevî Şiası’nda ise takiyye koşulsuz olarak Şiîliğin bir rüknü ve hatta bir inanç umdesidir. [7] Görüldüğü gibi Ali Şeriati de hem Şiî gelenekteki takiyye anlayışında yozlaşmanın bir vakıa olduğunu hem de kendi nitelemesine göre Ali Şiası’nda takiyyenin bir inanç umdesi değil, amelî bir taktik olduğunu belirtmektedir. Oysa birçok Sünnî araştırmacı takiyyenin Şiîlerce usul-i dinden kabul edildiğini ileri sürmektedir. Bu görüşün en azından tartışmaya açık olduğu, Ali Şeriati’nin yanı sıra diğer bazı çağdaş Şiî araştırmacılar tarafından da ifade edilmiştir. Mesela Sünnîlerle yakınlık fikrini benimsediği bilinen son devir Şiî âlimlerden Kâşifulğıtâ da muhaliflerince iddia edilenin aksine takiyyenin İmâmiyye Şiası’nda usul-i dinden sayılmadığına dikkat çekmiştir. [8] Takiyye konusunda Şia’ya büyük haksızlık yapıldığını düşünen Kâşifulğıtâ’ya göre Şia’yı eleştiren çevreler aslında takiyyenin gerçek anlam ve amacını kavramamışlardır. [9] Her şeyden önce takiyye farklı şartlar dâhilinde farklı hükümlere tabidir. Daha açıkçası takiyyeye ilişkin üç farklı hüküm söz konusudur. Buna göre takiyye bazen vaciptir. Yani takiyye yapılmaması durumunda ölmek/öldürülmek söz konusuysa takiyye zorunludur. Takiyye bazen ruhsattır. Yani takiyye yapmamak hakkı güçlendirecekse bu durumda kişinin canını feda etmesi caiz olduğu gibi takiyye yoluyla canını koruması da caizdir. Takiyye bazen de haramdır. Eğer takiyye uygulaması batılın hükümferma olmasına, zulmün yaygınlaşmasına vesile oluyorsa kesinlikle haramdır.

[10] Kabul etmek gerekir ki bu izahlar gayet makuldür; bununla birlikte Şiî takiyye anlayışına ilişkin tarihsel tecrübede aslî amaçtan sapma ve yozlaşma diye tavsif edilebilecek bir olgudan da söz etmek mümkündür. Fakat şu da bir gerçek ki aslî hedef ve hüviyetinden sapma olgusu, İslam ilim ve kültür geleneğindeki birçok anlayış için de söz konusudur. Mesela İslam’ın ilk asırlarındaki som/saf zühd ve takva anlayışının zaman içerisinde tasavvufa, daha sonra da muhtelif tarikatların zuhuruyla birlikte müesses bir yapıya evrilme sürecinde birçok yozlaşma emaresine rastlanabilir. Ancak bu durum tasavvufun topyekûn gözden çıkarılmasını gerektirmediği gibi takiyyenin Şiî gelenekte kimi zaman istismar aracına dönüştürülmüş olması da bu konuda İmâmiyye Şiası’nı topyekûn mahkûm etmeyi gerektirmez.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir