Bulent Ecevit – Sömürü Düzeninde Yeni Aşama

BUNALIM NASIL OLUŞTU? 1980 Mali Yılı Bütçesi’yle ilgili Millet Meclisi görüşmelerini, tarihimizin en ağır bunalım dönemlerinden birini yaşamakta olduğumuz sırada yapıyoruz. Bunalım Türkiye’de yeni başlamış değildir. Fakat birkaç aydır tırmanarak yoğunlaşan bunalım, Demirel Hükümeti’nin kuruluş biçimiyle, kuruluşundan beri izlediği genel tutumla, hele geçen ay uygulamaya koyduğu yeni ekonomik modelle, çok ileri boyutlara varmıştır. Tarımda da sanayide de üretim hızla düşüyor. Enerji veya girdi darlığından, kaynak yetersizliğinden veya başka güçlüklerden ötürü fabrikalar birbiri ardına kapanırken, birçok köylüler, çiftçiler yeni fiyatlarla gübreye veya –bulsalar bile– mazota para yetiştiremeyecekleri için, üretimlerini kısma zorunluluğunu duyuyorlar. Bu durumda işsizlik hızla artıyor. Aylıklarıyla yalnızca ev kiralarını ya da yalnızca yakıt giderlerini karşılamaya yetişmekte güçlük çeken nice memurların, teknik personelin ve birçok işçilerin yaşam zorluğu, son haftalarda birbirini izleyen büyük zamlarla, dayanılmaz ölçülere varmıştır. Yeni ekonomik modelle fiyatların büyük ölçüde serbest bırakılması, her türlü piyasa denetiminin ve hemen her türlü desteklemenin kaldırılması, pahalılık artışını zincirleme bir tırmanış sürecine sokmuştur. Eşi görülmedik memur kıyımı, bu işsizlik ve korkunç pahalılık döneminde on binlerce işçinin işten atılması veya atılma tehdidi altında bulunması, birçok devlet dairelerinde silahlı zorbaların baskısı ve sayısız gencimizin, çocuğumuzun okuma zorluğu, can güvensizliği ve gelecek güvensizliği içinde bunalıma sürüklenmesi, gitgide ağırlaşan ekonomik ve toplumsal sorunlara eklenince, eylem kışkırtıcıları için de elverişli bir ortam oluşuyor. Bütçe Önemini Yitirdi Bu koşullar altında Bütçe iki açıdan önemini yitirmiştir. Yapılan son devalüasyondan ve gerek bu devalüasyonun gerekse yeni ekonomik modelin büyük ölçüde hızlandırdığı, üstelik sürekli kıldığı enflasyondan sonra maliyetler öylesine yükselmiş ve Bütçe’ye öylesine ağır yükler gelmiştir ki, artık fiilen bu Bütçe, hazırlandığı gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce ele alındığı gibi uygulanamayacaktır. Özellikle hükümetin benimsediği ve uygulamaya koyduğu yeni ekonomik modelden sonra, bu Bütçe, artık yürürlükteki Planla ve Program’la da bağlantısını koparmıştır. Bütçenin önemini yitirişinin birinci nedeni bu… Öte yandan, yeni ekonomik modelin doğurduğu ve doğuracağı sorunlar, toplumda yer almaya başlayan son derecede kaygı verici olaylar ve gelişmeler, kamuoyunun dikkatini, haklı olarak, Bütçe’den başka noktalara çekmektedir. Yalnız Türk kamuoyunun dikkatini değil, Türkiye ile ilgili yabancı çevrelerin de dikkati bu sorunlar ve olaylar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bütçenin önemini yitirişinin ikinci nedeni de bu… O nedenle ben, bu konuşmamda, yeni Bütçe’nin ayrıntıları üzerinde durmayacağım.


Sözcü arkadaşlarım sırası geldikçe bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin görüşlerini belirtecekler. Yanıtlar Asıl konuşmama geçmeden önce, Adalet Partisi Grubu’nun değerli sözcüsünün bugünkü konuşmasında bana yönelttiği bazı sorularla veya eleştirilerle ilgili kısa açıklamalarda bulunacağım. Adalet Partisi Grubu sözcüsü Sayın Oğuz Aygün, benim komünizm tehlikesini küçümser görünmeme değinerek, “Türkiye’ye tehlike Arnavutluk’tan mı gelecek?” diye konuştuğumu söyledi. Fakat bu sözü ne zaman neden söylediğimi, belki anımsamadığı için, belirtmedi. Benim anımsadığıma göre şu nedenle söylemiştim o sözü: Bundan birkaç yıl önce bir Adalet Partili Sayın Dışişleri Bakanı, Adalet Partisi’nin hükümette bulunduğu dönemde Türkiye’nin tek tek birçok komünist ülkelerle ne kadar iyi ilişkiler kurduğunu belirttikten sonra, aynı günlerde, Adalet Partili sözcüler beynelmilel komünizmin Türkiye’ye yönelttiği tehlikeden söz etmişlerdi. Bunun üzerine ben de, Adalet Partili Dışişleri Bakanı’nın, birçok komünist ülkelerle kendi hükümetleri zamanında ne kadar iyi ilişkiler kurulduğunu örnekler sayarak anlattığını, o arada yalnızca Arnavutluk’tan söz etmediğini belirtmiş ve, “Türkiye’ye beynelmilel komünizm tehlikesi acaba Arnavutluk’tan mı geliyor?” diye sormuştum. Bunu Sayın Aygün’e anımsatırım. 1978’de İngiltere’de ve Amerika’da bulunduğum sırada, Türkiye’ye başka yönlerden gelen tehlikelerin daha ivedi bir önem kazandığını belirtirken de, özellikle Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara Batı ülkeleri kamuoyunun dikkatini çekmek istemiştim. Bu konuda bugünkü Demirel Hükümeti’yle aramızda önemli bir yaklaşım ayrılığı olduğunu biliyorum. Örneğin, değerli Dışişleri Bakanı’nın, bir süre önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, uluslararası ilişkilerle ilgili genel görüşme sırasında yaptığı konuşmayı incelediğimizde, pek önemli birçok noktaya hiç değinmediğini görürüz. O arada, Yunanistan’ın nato askeri yapısına dönüşüyle ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında ciddi bir anlaşmazlık konusu bulunduğu halde, Sayın Dışişleri Bakanı, konuşmasında bu konuya değinme gereğini bile duymamıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında Ege’ye ilişkin olarak çok ciddi ikili sorunlar vardır. Bu sorunlara ise, Sayın Bakan, tek bir cümle ile değinip geçmiştir. Aramızdaki ayrılık şudur: Ben, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara bütün dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalıştım; öylece bu sorunların Ulusumuz yararına çözümünü kolaylaştırıcı bir ortam hazırlanmasına elimden gelen katkıyı yapmağa uğraştım. Bugünkü Adalet Partisi Hükümeti ise, Sayın Dışişleri Bakanı’nın deyimiyle “nato’nun Türkiye’ye sarsılan güvenini yeniden sağlamak” arzusuyla olacak, mesele çıkartan bir müttefik gibi görünmemek arzusuyla olacak, bu sorunlara hiç değinmemektedir.

Aramızdaki önemli bir ayrılık budur. Adalet Partisi Grubu sayın sözcüsünün, “Afganistan işgal edildiğine göre Türkiye de tehlikede değil mi?” yolundaki sorusuna gelince, şunu belirtmek isterim ki, Türkiye Afganistan durumunda olmaktan çok uzaktır. Gerçi tehlikelerin çok yakınındadır, ama çok şükür her bakımdan Afganistan’ın durumundan uzak bir ülkedir Türkiye… Dünyanın bugünkü dengesinde, bir dünya savaşı göze alınmadan, Türkiye’ye saldırmayı kimse kolay kolay göze alamaz. Afganistan halkıyla aramızda çok yakın tarihsel kardeşlik ilişkileri bulunmakla birlikte, gerek dünya dengesindeki yeri bakımından gerek başka bakımlardan, Türkiye ile Afganistan’ı karşılaştırmak sanırım doğru olmaz. Yine Sayın Adalet Partisi sözcüsü, bizim “Sosyalist Enternasyonal”deki üyeliğimize değinerek, “Sosyalistler milliyetçi olamaz” dedi. Bizim anladığımız veya “Sosyalist Enternasyonal”in anladığı anlamda sosyalistleri, sosyal demokratları veya demokratik sosyalistleri bir yana bırakıyorum; sanırım Sayın Aygün’ün kastettiği anlamdaki sosyalistlere veya komünistlere geliyorum… Acaba Çin’in milliyetçi olmadığını söyleyebilirler mi?. Acaba Romenlerin milliyetçi olmadığını, demin sözünü ettikleri Arnavutların milliyetçi olmadıklarını söyleyebilirler mi?. Dışardan yardım istedikleri bir dönemde, “Sosyalist Enternasyonal”i böylesine dillerine dolamaları, bütün dünyada yadırganacak biçimde dile dolamaları da biraz talihsizliktir. Çünkü yardım istedikleri nato müttefiki, Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi veya Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütü (oecd) üyesi ülkelerden birçoğunun başında “Sosyalist Enternasyonal” üyesi partilerin kurduğu hükümetler bulunmaktadır. “Sosyalist Enternasyonal”le ilgili olarak bugün bir gazetede yapılan bir yayın da bu kürsüye getirildiği için, kısaca ona da değinmek isterim: “Sosyalist Enternasyonal”in birkaç gün önce Viyana’da katıldığım son toplantısında Türkiye’nin sorunları gündeme getirilmedi. Türkiye’nin sorunlarına benim dışımda kimse değinmedi. Ben de gündemde bulunan enerji sorunuyla ve silahsızlanma sorunuyla ilgili olarak, dünyadaki genel gerginlik çerçevesinde, Türkiye’ye değindim ve –başta bulunan hükümetler bakımından bir ayrım gözetmeksizin– Türkiye’ye, Türkiye durumundaki ülkelere, neden ve niçin bol miktarda yardım yapılması gerektiğini savundum. Viyana’daki özel görüşmelerim sırasında, Demirel Hükümeti’nin benimsediği yeni ekonomik modelle ilgili olarak Güney Amerika benzetmesini, bazı kimseler benden duymaksızın yaptılar. Kimlerin bu benzetmeyi yaptığını açıklamaya mezun değilim, ama herhalde Başbakan mevkiinde bulunan kimseler benimle görüşmelerinde böyle bir söz söyleyemezlerdi. Onun için söz konusu gazetenin bu konuda “Sosyalist Enternasyonal” toplantısına katılan bir başbakana veya başka devlet adamlarına, “Böyle bir benzetme yaptınız mı?” diye başvurmasını yadırgadım.

Özel görüşmelerim sırasında, Türkiye’nin durumunu iyi bilen bazı gözlemciler, ülkemizde yeni uygulanmaya başlayan ekonomik modelle aşırı sağcı bilinen Amerikalı iktisatçı Friedman’ın görüşleri aracındaki benzerliğe değindiler. Ama Tercüman gazetesinin görüştüğü veya görüşeceği kimseler arasında bu benzetmeyi yapan kimselerin bulunacağını sanmıyorum. Belki bir eksikliktir ama Friedman’ın Şili diktatörü Pinochet’ye danışmanlık yaptığını da ben Viyana’da öğrendim. Milliyetçilik ve Yabancı Sermaye Yine milliyetçilik konusuna geliyorum… Milliyetçilikten asıl uzaklaşma tehlikesi, milliyeti olmayan çokuluslu sermaye ile bütünleşme ölçüsünde belirginleşir. Tabii, çokuluslu sermaye gerçeğini inkâr edemeyiz ve bundan kaçınılamayacağını da biliriz; ama Demirel Hükümeti’nin uygulamaya koyduğu ekonomik politika, Türk ekonomisini, gerekenin çok ötesinde çokuluslu sermayeye açabilecek, hatta teslim edebilecek bir ekonomik politikadır. O kadar ki küçük ve orta boy bir Türk girişimcisinin, sırf kendi öz teknolojimizle, ulusal teknolojimizle ve sermayemizle kurduğu bir konserve fabrikası, bir mandıra, bir un fabrikası bile, bugün, yüzde yüz sermayesiyle yabancı firmaların, yabancı sermayenin eline geçme olasılığıyla karşı karşıyadır. Bazı Adalet Partili milletvekillerinin müdahalelerinden bu söylediğime inanmadıklarını anlıyorum. İnanmayanlar hükümete sorsunlar. Yeni ekonomik model uygulanmaya başladıktan sonra hükümet acaba, Ortadoğu’dan dolaşarak gelen yabancı sermayeye, “Buyurun, yüzde yüzüne kadar tüm sermayesi sizin olarak Türkiye’de istediğiniz fabrikayı kurabilirsiniz!” diyor mu demiyor mu? Yeni fabrika kurmayı da bir yana bırakalım, Türkiye’ye bu yoldan gelecek yabancı sermayeye, hükümet, şimdi, “Türk sermayesiyle ve teknolojisiyle kurulmuş fabrikalardan istediğinizi satın alabilirsiniz!” diyor mu demiyor mu? Demiyorsa, hükümet çıksın, buradan açıklasın biz de kendilerini kutlayalım. Türkiye’ye yabancı sermayenin gelmesini kuşkusuz özendirmek gerekir. Ama bir özendirmeyi, kendi gücümüzün, sermayemizin, teknolojimizin yetmediği alanlarda, dışsatımımızı arttıracak, Türkiye’ye yeni dış pazar olanakları sağlayacak yönde ve kendi girişimcilerimizi engellemeyecek, ekonomik bağımsızlığımızı zedelemeyecek biçimde ve ölçüde yapmak gerekir. Oysa hükümet, sanayinin her dalından, tarım sanayisine, madenciliğe, tarıma, hayvancılığa varıncaya kadar her alanı yabancı sermayeye açmaktadır. Bu durumda Türkiye’de, Güney Amerika tipi yabancı plantasyonlar da (yani bazı Güney Amerika ülkelerindeki gibi yabancı sermaye sömürüsüne dayalı büyük çiftlikler) kurulabilecektir. Özellikle küçük ve orta boy sanayicilerimiz, hatta köylülerimiz, çiftçilerimiz, asla baş edemeyecekleri bir yabancı sermaye rekabetinin baskısı altında ezileceklerdir. Düşük yatırımlarla kısa sürede bol kazanç sağlanabilecek basit teknolojili işletmelerin kapısı, yabancı sermaye için, ardına kadar açılınca, yabancı sermaye, asıl gereksinme duyduğumuz alanlarda Türkiye’de yatırım yapma gereğini kolay kolay duymayacaktır.

Kendi sermayemizle ve teknolojimizle hiç döviz harcamadan kurulabilecek ve Türkiye’ye döviz kazandırabilecek sanayi ve tarım işletmeleri, böylece yabancı sermaye eline geçtikçe, Türkiye, yabancı sermayenin bu işletmelerden dışarıya transfer edebileceği dövizler nedeniyle, kazanacağından çok döviz yitirebilecektir. Görünürde, yüzde yüz sermayeyle Türkiye’de yatırım yapma hakkı, yalnızca Ortadoğu ülkelerine veya İslam Bankası’yla ilişkili ülkelere tanınıyor. Fakat, aramızdaki anlaşma gereğince, yarın Ortak Pazar ülkeleri bu hakkın kendilerine de tanınmasını isteyebileceklerdir; gerek tarım veya sanayi ürünleri konusunda gerek işçi hakları konusunda, Ortak Pazar ülkeleri, Türkiye’ye tanımakla yükümlü oldukları hakları ve olanakları bile ülkemizden esirgedikleri halde, Türkiye’de en geniş olanaklardan yararlanabileceklerdir. Kaldı ki, bunun için, aramızdaki anlaşmaya dayanarak bizi zorlamalarına da gerek yoktur. Ortak Pazar ülkeleri olsun, başka herhangi bir ülke olsun, bir Ortadoğu firması görüntüsüne, kılığına bürünerek yurdumuza geldiğinde, istediği yerde, istediği alanda, istediği işletmeyi yüzde yüz yabancı sermayesiyle kurabilecek veya kurulu olanları satın alabilecektir. Tabii, bu olanaktan, yine bir Ortadoğu firmasıyla işbirliği yapan çokuluslu şirketler de yararlanabilecektir. Öylelikle, bu yönüyle de, Güney Amerika modeli, Türkiye’ye belki bazı Güney Amerika ülkelerinde bile olduğundan daha ileri ölçüde getirilmiş olmaktadır. Olaylar Ağırlaştıkça Başbakan Olayları Küçümsüyor Türkiye’de son haftalarda çok ağır ve göz korkutucu olaylar olurken, Sayın Başbakan, birkaç gündür, bu olayları küçümseyici bir tutum izlemeye başlamıştır. Bu bir “başını kuma gömme” taktiğidir. Sayın Başbakan’ın sözlerine ve trt’nin haberleri ustalıklı veriş biçimine bakılırsa, son günlerde yer almakta olan olayların pek de o kadar kaygı duyulacak bir yanı yoktur!. Oysa bu olaylar Türkiye’de şimdiye kadar görülmemiş nitelikte ve boyutta olaylardır. İzmir’de bazı halk topluluklarıyla güvenlik kuvvetleri arasında, maalesef, tanklı tüfekli çatışmalar olurken, Sayın Başbakan televizyon ekranına çıkıp, “İzmir’de sabahtan beri sükunet yar” diyebilmektedir. Türkiye’nin en büyük kentinde, İstanbul’da bazı tedhişçilerin baskısı altında, dükkanların çoğu kapanırken, yurttaşlar bu yüzden günlük gereksinmelerini karşılayamazken, Sayın Başbakan, yine aynı gün, televizyon ekranında, İstanbul’la ilgili olarak, “Ufak tefek, orda burada, dükkan kapadım-açtım gibi yakışıksız işlerin dışında bir şey yok” diyebilmektedir. Kars’ta yine aynı gün birkaç saat içinde dört bankada yangın çıkarılırken, Sayın Başbakan bunu da küçümseyerek, “Kars’ta sabahleyin bankalara bomba-momba atılmış” diyebilmektedir. Tunceli’de aynı gün bazı topluluklarla devlet kuvvetleri arasında maalesef çatışmalar olurken, Sayın Başbakan yine televizyon ekranında, “Tunceli’de bir-iki şey olmuş” diyebilmektedir.

“Devlet her yerde vaziyete hâkimdir, her şeye hâkimdir, yani paniğe mahal yoktur” diye de sözlerine ekleyebilmektedir. Oysa Sayın Başbakan’ın bu sözlerinin yayınlandığı televizyon haber bülteninde, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın çok daha gerçekçi bazı duyuruları yayınlanarak asıl durumu bütün acılığı ile ortaya koymuştur. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bildirisinde, başkent halkından, “Binaların ana giriş kapılarının devamlı olarak kapalı tutulması” istenmiştir; ayrıca daire ve ev kapılarına zincir de takılması, güvenlik görevlisi olduklarını bildirenlerin hüviyetlerinin mutlaka görülmesi istenmiştir. (Adalet Partisi sıralarından “doğru” sesleri gelmesi üzerine:) Doğru, tabii, çünkü kimin gerçek polis olduğu, kimin gerçek polis olmadığı artık belli değil maalesef. Zaten Türkiye’de polis üniforması giymiş bazı kimselerin son zamanlarda Türk yurttaşlarına yaptıklarını biz hiçbir zaman Türk polisine yakıştıramayız, yakıştıramadık. Başkentte her kapı çalınışında göz deliğinden veya pencerelerden bakılması, ancak tanınan kimseler olduğu anlaşıldıktan sonra kapının açılması yolunda isteklerin Sıkıyönetim Komutanlığı’nca haklı olarak belirtilmesi gereği ilk kez duyulmaktadır. (Adalet Partisi sıralarından “sayenizde” sesleri gelmesi üzerine:) İnsaf edin, üç aydır hükümettesiniz, bari son üç günde olanlar bizim sayemizde değil de sizin sayenizde olsun.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir