Can Dündar – Lüsyen

Aşk, adeta randevulaştı onlarla … 1912’de, Brüksel baharında … Ttirk sefaretinde görevli Mısırlı ataşenin yemek davetinde . Mahmud Sabit Bey, evinde ağırladığı sefir Abdülhak Hamid’e sarışın konuğunu, “Maria Lucienne Sacre,” diye takdim etti. Hamid, vaktinin çoğunu geçirdiği Londra’ dan Belçika Kralı’nın resmi kabulü için gelmişti. Yemeğe, saraydaki davetten dönüşte uğramıştı. Üzerinde üniforması vardı; yakasında nişanlar parıldıyordu. Ama Lüsyen, nişanlardan daha göz alıa.ydı. Korsajının oyuğuna yerleştirdiği gül demeti, siyah tafta elbisesinin üzerinde kartopu gibi gülümsüyordu. Hamid, genç kızın elini tuttu, zarafetle dudaklarına götürdü; havai kıvılcımlar saçan gözlerine baktı ve “Müşerref oldum,” dedi. Lüsyen, sağ elindeki busenin ürpertisiyle yemek salonuna doğru yürürken, on sekizlik bedeninden fışkıran tazeliği ve yayılan ıtrı da sürükledi peşi sıra … Bir de Hamid’in bakışlarını … Bir süredir gönül eğlendirdiği Mısırlı Mahmud Sabit Bey, ona Hamid’ den öyle çok bahsetmiş, onu öyle methetmişti ki … “O, insanların en yakışıklısı, en zarifi•ydi. Lüsyen daha görmeden, Türk edebiyatının “Şair-i Azam”ının *,bu “güzel anka”nın cazibesine kapılmış, ken- *Yaşadığı dönemin en büyük şairi kabul edilen Abdülhak Himid’den böyle bahsedilirdi. 7 disini tanıştırması için genç ataşeyi sıkıştırmaya başlamıştı. Lakin Sefir Bey, Brüksel’ e nadiren uğruyor, çoğunlukla Londra’da bulunuyordu. Bu yüzden tanışma için epeyce beklemek gerekmişti.


Şimdi, buna değdiğini düşünüyordu. ilk temasın yarattığı mıknatıs etkisi derhal kendini gösterdi. Hamid, salonun bir köşesinde elçilik mensuplarıyla sohbet ederken gözleriyle onu aradı. Aradığı bir çift gözün de kendisinde olduğunu fark edip hemen o tarafa doğru seğirtti. Köşede ayaküstü şarap içerek sohbete koyuldular. Hamid, leziz bir Fransızca ve çocuksu bir merakla genç kızı soru yağmuruna tuttu. “Meuse’lü bir Valon kızıyım,” dedi Lüsyen … Belçikalı olan annesi, evine bağlı, tutumlu, güzel bir kadındı. Aslen Fransız olan ve Liege’de bir kömür madeninde ustabaşılık yapan babasına karşı saygıyla karışık bir korku duyardı. Ayrıca erkek kardeşleri de vardı. Liege’de tipik bir küçük burjuva ailesinin melez kızıydı yani… Liseyi bitirdikten sonra “bu tutucu ve sıkıcı kasaba” dan yüksek tahsil hazırlığı için Brüksel’ e kaçmıştı. Burada en çok annesinin yemeklerini ve reçellerini özlüyordu. Hamid, “Sizin gibi bir hanım Brüksel’de yalnız mı?” sorusuyla genç kızın sevgilisi olup olmadığını anlamaya çalıştı. Etrafında pervane gibi uçuşan erkeklerden bahsetmedi Lüsyen … Sadece, “Sözlüyüm,” dedi, ailesinin evlenmesi için baskı yaptığından yakındı ve karşı atağa geçti: “Ya siz? Siz evli misiniz?” Hamid, son eşinden daha yeni ayrıldığını söylemedi. Onun yerine, “Eşimi kaybettim,” dedi. Başlarını öne eğip kederle sustular. 8 On sekizlik Lüsyen, gece elbisesi içinde biraz daha olgun görünüyordu; altmışlık Hfunid, resmi üniforması içinde biraz daha genç .

Abdülhak Himid, Lüsyen’le tanıştığı yıllarda. Genç kız, yüreğinde ilk heyecana benzer bir çarpıntı hissetti; yaşlı adam, nicedir unuttuğu bir yangının göğsünün altında alev aldığını … Aralarındaki büyük yaş farkına rağmen aynı dili konuştuklarını anlamışlardı. Lüsyen, Hamid’e mükemmel Fransızcasını neye borçlu olduğunu sordu: “Hayatta ne öğrendiysem kadınlardan öğrendim,” diye gülümsedi Hamid, ” … buna Fransızcam da dahil. ” 9 Henüz on yaşında iken ağabeyi ile birlikte Fransızca kursu için Paris’ e gönderilmiş, orada ev sahibesinin on iki yaşındaki kızı Lucie’ye aşık olmuştu. Büyüyünce evlenmeye karar vermişlerdi. “Fransızcayı hocalardan ziyade, bu güzel kız öğretti,” dedi Hamid … Karşısındaki genç kızın üslubundan onun da ana dilinde bir edebiyatsever olduğunu hissetmişti. Üstelik İngilizceyi, Almancayı, İtalyancayı da çok iyi konuşuyor; tazeliği kadar dil-hakimiyeti, zekası ve ilgi alanının genişliğiyle de Şair’in başını döndürüyordu. Lüsyen ise şairane sözler ve jestlerle konuşan bu ışıltılı ve kibar adamın kendisine bahşettiği yakınlıktan gururlanmıştı. Gece boyunca adeta kendilerinden geçerek ve çevredekileri görmezden gelerek siyasetten, şiirden, hatta hükümetten maaşlı bir şair olmanın garipliğinden konuştular. Daha birkaç hafta önce, Kuzey Atlantik’te bir buzula çarparak 151 7 yolcusuyla batan T itanic, gündemin gözde konusuydu. Hamid bunun, İtalyanların Türklere karşı açtığı haksız savaşa seyirci kalan İngiltere’ye Tanrı’nın verdiği bir ceza olduğunu söyledi. Gülüştüler. Sohbet derinleştikçe, aralarındaki hayranlık alevi biraz daha harlandı. Ara sıra elde kadehle yaklaşan konuklar, yerli yersiz sorularla sohbetlerini bölse de Hamid onları kibarca geçiştirip yeniden sevgili küçüğüne dönüyordu. Herkesin saygı gösterdiği adamdan saygı görmek, gencecik Lüsyen’i büyülüyordu.

Göğsünde nişanlar parıldayan haşmetli sefir, bir yeniyetmeyi şairane kelimelerle iltifata boğuyor; bu iltifatlar, gümüş tepside art arda ikram edilen kristal kadehlerde çalkalanarak genç kızın başını döndürüyordu. Beşinci kadehin sonunda Lüsyen, gözlerinden saçtığı masumiyetin çapkın muhatabında mayaladığı hazzı mükemmelen fark ederek işaretparmağını şarap kadehinin 10 geniş ağzında usulca gezdirdi ve “Uzun mücadelelerden sonra aileme şahsi istiklalimi kabul ettirdim” dedi. “Hürriyetten sarhoşum … ” Bunu öylesine şuh bir edayla söylemişti ki, Hamid’in gözleri kamaştı. Şaraptan ziyade, kulağına fısıldanan sözlerin cüretinden sarhoş oldu. Sohbet sırasında davetlilerden biri, Lüsyen’in bedenini sarmalayan siyah elbiseye dikkat çekti: ” Siyah, buralarda matem rengidir; sizse çok gençsiniz,” dedi. Lüsyen kendinden emin bir edayla cevapladı: “Pastel renkler giyen yaşıtlarımdan ayrılmak istedim.” Hamid, işi renklere bırakmadan, zihninde onu yaşıtlarından ayırmıştı bile … Kadında siyahı niçin sevdiğini, bir çocukluk hatırasıyla anlattı: Delikanlı olup evlenmeye karar verdiği yıllarda beşik kertmesiyle nişanlanmışlardı. Düğün hazırlıkları yapılırken annesinin yalıda topladığı hanımlar ne giyeceklerini konuşuyorlardı. Herkes kıyafetini tarif ederken bir genç kız, “Ben o gün karalar giyeceğim,” demişti. Öylesine mahzundu. Hamid bu masumane jesti karşılıksız bırakmamış, anında nişanı bozup “karalar giyen kız”la evlenme kararı almıştı. Anlatılan hatıradaki ima, herkesin dikkatini çekti. “Ben siyahı, hiçliğin rengi olduğu için severim,” dedi Hamid… · Sonra da Lüsyen’in kara elbisesinde açmış ak gül demetini süzerek bir mısra mırıldandı: Şems olmasa güller de olur bunda siyeh-ten … * “Bu okuduğunuz bir şiir mi?” diye sordu Lüsyen … * Güneş olmasa güller de olur burada siyah tenli … 11 “Evet” dedi Hamid; Fransızcaya tercüme etti. “Siz mi yazdınız?” “Evet.” “Hemen buracıkta mı?” “Hayır.

Uzun yıllar var ki bir şey yazmıyorum.” “Neden?” “Söyleyecek bir şeyim kalmadı da ondan … ” Oysa söylenecek şey, her daim vardı. Zor olan, söylenecek kişiyi bulmaktı. Zaman, bu “hükmü doğrulayacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir