Carole Mortimer – Kader Baglayinca

Templar, yatırıp uyuttuğu bebeğe şefkatle gülümsedi. Kendininkiler gibi kızıla çalan kumral saçlarını hafifçe geriye itti. Keri en değerli varlığıydı, onun için katlanamayacağı şey yoktu. Üstelik fiyatlar böyle hızla yükselmeye devam ederse, gerçektende çok şeye katlanmak zorunda kalacaktı. Yıpranmış maroken koltuğa çöktü. Yorgun ve umutsuzdu, yenik düşmüştü. Dayanacak gücü kalmamıştı artık. Keri durmadan büyüyor ve karnını doyurmak gitgide bir sorun oluyordu. Ayrıca yaşlı Mrs. Ellis’in de bu bebekle başa çıkması günden güne zorlaşmaktaydı. Başlarda pek sorun değildi, ama artık emeklemeye başlamış, minicik parmakları her yere, her yana uzanır olmuştu. Templar yüzünü elleri arasına aldı. Çaresizliğin ve umutsuzluğun getirdiği gözyaşları solgun yanaklarından dökülüyordu. Ne yapacaktı şimdi? Ne yapabilirdi? Elinden ne gelirdi. Eğer Tiffany, Ker’yi dünyaya getirirken ölmemiş olsaydı, bebeğin babasından yardım isteyebilirlerdi belki.


Ama ölmüştü işte. Üstelik Templer, Keri’nin babasının kim olduğunu bile bilmiyordu. Eğer iki yıl önce yurt dışında çalışıyor olmasaydı, bunların hiçbiri olmayacak, hatta belki Tiffany bugün yaşayacaktı. Eğer, eğer, eğer! Şu bir yıl boyunca aynı şeyleri kendi kendine kim bilir kaç kez tekrarlamıştı… Peki, bir yere varmış mıydı? Ne gezer! Ama ne pahasına olursa olsun, Keri’yi büyütecekti. Kendisi açlıktan ölse bile! Birden kapı vurulunca irkildi, başını kaldırıp baktı. Keri kıpırdamaya başlamıştı. Zaten güçlükle uyutabilmişti, şimdi gürültüyle uyanırsa, bir daha uyumazdı. Kapıyı vuranı iyice haşlamayı geçirdi içinden. Yorgun argın ayağa kalktı, kapı bir daha vurulmadan gidip açmalıydı. Yanından geçtiği sırada Keri sanki teyzesinin, uyanmasını istemediğini anlamış gibi, yemyeşil gözlerini açtı, minicik yüzünü buruşturdu. Templar usulca <> derken hala vurulan kapıya öfkeyle baktı. Bu arada ev sahibesinin cırtlak sesi duyuldu: <<İçeride olduğunuzu biliyorum, Miss Newman!>> Sonra sinirli bir kahkaha geldi. Kadın, Templar’ın da duyacağı kadar yüksek sesle söylendi. <> Templar kapıyı hışımla açtı. Eşikte durup içeri girmesini önlemeseydi, kadın paldır küldür dalacaktı odaya.

Mrs. Marks elli yaşlarında her işe burnunu sokan dedikoducu bir kadındı. Gerçi Templar, bunu yüzüne söylemeyecek kadar terbiyeli bir kızdı ama gerçek buydu. Templar oraya ilk taşındığında, kadının Keri’nin annesiyle babasının kim olduğunu nasıl merak ettiğini, nasıl laf dokundurduğunu unutmamıştı. Eğer böylesine ucuz, işyerine böylesine yakın başka bir yer bulabilseydi mesele kalmayacaktı. Ama bulamıyordu işte. Hiç kimse, bir bekara ya da çocuksuz bir çifte oda kiralamak dururken, çocuklu bir kadını evine almak istemiyordu. Hatta Templar ara sıra feryat figan Keri’nin ağlamasına nasıl dayanabildiğine şaşırıyordu Mrs. Marks’ın. Gerçi birkaç kez bu konuda uyarılmış, bebeğin gürültü etmemesi istenmişti ama, diş çıkarmakta olan üstelik bu yüzden çok da canı yanan bir bebeği nasıl susturabilirdi ki? Şimdi de soğuk bir tavırla <<Evet, Mrs. Marks ne istemiştiniz?>> diye sordu. Üç kat merdiven çıkmaktan hala soluk soluğa kalmış olan ev sahibesi onu tersledi: <<Küçük hanım, bana karşı böyle kibirli konuşmaktan vazgeçin. Üstelik buna hakkınızda yok hepimiz biliyoruz.>> Templar gene istifini bozmadı, şu kadının önünde boyun eğecek hali yoktu ya, içinden ne kadar korkarsa korksun belli etmemeliydi. <<Hakkımın olup olmaması yalnızca beni ilgilendirir, Mrs.

Marks. Evet bir şey mi istemiştiniz yoksa sadece ziyaretime mi gelmiştiniz?>> Templar ne derece sinirlendiğini kadına belli ettiği için kendinden nefret ediyordu, ama çok yorulmuştu bugün; üstelik Keri’yi de uyutmak için tam bir saat uğraşmıştı, kimseye güler yüz gösterecek hali yoktu. <> Templar derin derin iç geçirdi, yorgun bir tavırla ipek gibi saçlarını sıvazladı. <<Gürültü olduğu için çok üzgünüm Mrs. Marks, ama Keri diş çıkartıyor… Ben de…>> Ev sahibesi başını salladı. <<Bunları çok dinledik boşuna çene yormayın.>> dedi. <<Üstelik öteki kiracılar durumdan şikayet ettikçe, elbet benim de bir şeyler yapmam gerek.>> Templar birden korkuya kapıldı. Mrs. Marks’ın sözü nereye getireceği belliydi. <> dedi alttan alan bir sesle. <<Günlerdir sesi çıkmıyordu. Ama söyleyin Tanrı aşkına sizinde canınız acısa ağlamaz mıydınız?>> Kadın bir an şaşırmış gibi sustu, sonra. <> deyiverdi.

<<Evinizi… evinizi terk etmek mi? İyi ama, nereye giderim? Gidecek yerim yok ki!>> diye titredi sesi Templar’ın… Mrs. Marks’ın yüzü biraz yumuşar gibi oldu. Daha tatlı bir sesle <> dedi. <> Templar sararmış, kolu kanadı kırılmıştı. <<İyi ama… nereye gidebilirim ki?>> Mrs. Marks kesti attı <<Orasını bilemem doğrusu. Şu sizin genç arkadaşınız belki de yardımcı olur, ne dersiniz?>> Templar dalgın dalgın başını salladı. Hayır, Ken’den yardım filan isteyemezdi. Ken, zaten onun aptalca davrandığını söylüyor, Keri’yi bir çocuk yuvasına bırakıp kendisiyle evlenmesi için boyuna ısrar ediyordu. Templar onu bir koca olarak düşünebilirdi belki ama savunmasız bir bebeği kabullenmeyen bir erkekten de ne dereceye kadar iyi bir koca olurdu? Böyle biriyle nasıl evlenirdi? Olacak şey değildi bu şartlar onu Keri’den ayrılmak zorunda bıraksa bile, dünyada tutup Ken gibi biriyle evlenemezdi. Tam söze başlıyordu ki Keri çığlığı bastı gene, boğulurcasına ağlıyor, sesi kağıt gibi incecik duvarların ötesine yayılıyordu. Mrs. Marks’ın kaşları iyice çatıldı. <<Gördünüz mü? Bir an bile huzur kalmadı bu evde.>> diye homurdandı.

<> arkasını döndü kapıdan uzaklaştı. Templar bir süre vurgun yemiş gibi suskun ve dalgın kalakaldı, sonra farkına varmadan Keri’yi kucağına aldı, sıska bedenini bastırdı. Keri’nin hıçkırıkları hemen kesildi. Teyzesinin bir şeye çok üzüldüğünü anlamıştı sanki. İki gün Templar, öğle tatillerini yeni bir oda aramakla geçirdi. Hatta akşamları da bu yüzden biraz gecikiyordu. Ama boşuna… Bütçesine göre olan odaların sahipleri Keri’yi istemiyor, ancak pahalı odaları kiraya verenler, bir küçük bebeğin varlığına aldırış etmez gibi görünüyorlardı. İnsanın çileden çıkması işten bile değildi. Ken’den de pek hayır yoktu. Bir akşam konuyu Ken’e açtığında, düşündüğü gibi gösterdiği tek yakınlık, <<Çocuğu bir yetimhaneye bırak, benimle evlen.>> demek oldu. Öfkesini güçlükle zapt ederek karşılık verdi Templar, <<Keri’den asla ayrılamam ben, boşuna yorulma. Ondan başka kimse kalmadı ailemden…>> Ken içini çekti, <<Evlenir, bir yere yerleşiriz, seninle yeni bir aile kurarız kendi ailemizi.>> <> Keri’yle birlikte olabilmek için Templar her şeyi göze alabileceğini, sevmediği bir erkekle bile evlenebileceğini düşünüyordu. Ken yerde kendi kendine oynayan Keri’ye baktı.

Onu istediği pek söylenemezdi. <<Başkasının çocuğunu istemem ben.>> Cevap vermeye gerek bile görmedi Templar. En azından şu sıralarda en çok ihtiyaç duyduğu şeydi, konuşabileceği bir arkadaştı Ken. Dost sandıklarının çoğu Keri’yi Templar’ın çocuğu sanınca, yüz çevirmişlerdi ondan. Sadece Ken ile Mary dostluklarını esirgememişlerdi. Ken bir gün gelip de onun direncini kıracağına, kendisiyle evlenmeye razı edeceğine inandığı için, Mary ise gerçek, candan bir dost olduğu için… Genç kız eğildi, Keri’yi kucağına alıp kaldırdı.<> Ken yakındı, <> <> <> Templar güldü, <> Yeşil gözlerinde muzip kıvılcımlar parlıyordu. Ken kızardı, <> Templar çok çekici bir kız olduğunu biliyordu, eskiden modellik yapmış birinin bunu bilmemesi aptallık olurdu zaten. Uzun kumral saçları sonbahar yaprakları gibi parlar, uçları çekik iri gözleri, küçücük burnu ve geniş, güleç ağzı, yüzüne ayrı bir güzellik verirdi. Ama ona asıl güzelliğini kazandıran, hepsinden çok o canlı içten davranışları dünyanın her yerinde pek çok güzel kadının kucak dolusu para döküp, gene de elde edemediği o içten gelme parlaklığı, aydınlığıydı. O gün saçlarını geriye toplayıp sımsıkı bağlamış, böylece hafif çıkık elmacık kemikleri ile bir kuğununkine benzeyen ince uzun boynu büsbütün ortaya çıkmıştı. Bir yıl öncesine kadar modellik yapıyordu, ama çalışma saatlerinin düzensizliği, uzun, yıpratıcı bir iş oluşu, sık sıkta seyahate çıkma zorunluluğu, Keri’ye bakmasını engellediğinden, modelliğe devam edememişti. Eski mesleği olan sekreterliğe dönmek zorunda kalmış, modellikten çok daha az kazanç getiren, üstelik hiç de ilerleme, yükselme olanağı vermeyen bir işi çaresiz kabul etmişti. Para biriktirebilecek kadar uzun bir süre modellik yapmadığından, bankadaki parası da yavaş yavaş suyunu çekmeye başlamıştı.

Hemen hemen her hafta bankadaki küçük hesabından azar azar çekiyor ve çektiği paranın miktarı giderek artıyordu. Neyse ki, saçlarını kendi yapmayı beceriyordu da, sık sık kuaföre gitmek zorunda kalmıyordu. Bebeğin pijamasını hazırlarken, Ken’e sordu, <<Yıkanmasını görmek ister miydin?>> Ken <<Hiç meraklı değilim>> diyerek gazeteyi aldı, okumaya başladı. Templar üstelemedi. Zaten Keri de Ken’den pek hoşlanmıyordu, ikisinin duyguları karşılıklıydı. Çocuklara özgü o sezme gücüyle, Keri onu kimin sevip, kimin sevmediğini hemen anlamaktaydı. Templar günün en çok bu saatini seviyordu işte. Keri banyosunda oyuncaklarıyla oynar, çevreye sular sıçratırdı. Bakır rengi lüleleri büyük bir sevgiyle okşamaya koyuldu Templar. Gerçekten garipti ama, Keri, Tiffany’nin o sarı saçlarını mavi gözlerini, ağırbaşlı havasını değil de, teyzesinin renklerini canlılığını almıştı. Şimdi başını kaldırmıştı, gamzeleri çukurlaşa çukurlaşa teyzesine gülümsüyor, mutlu sesler çıkarıyordu. <<An.an…>> Templar hemen atıldı, <<Anne, anne, hadi canım söyle bakıyım. Anne, anne.>> Bebek söylemeye çalıştı, <<An…an…>> ama sonra vazgeçti, dikkati dağıldı, gene gülmeye, o anlamsız sesleri çıkarmaya başladı.

Templar da güldü. <> dedi. Odaya döndüklerinde Keri’nin yanakları pembe pembe olmuştu, mis gibi de kokuyordu, minicik parmakları teyzesinin saçlarına yapışmıştı sımsıkı. Templar bebeğin yanağını usulca öperek yatağına yatırdı, gülümsedi. <> Ken gazetesini indirip homurdandı, <<Görelim bakalım.>> Templar sakin sakin, <<Çok cici, iyi bir bebek o>> dedi. <> <> <> <<Pekala, pekala, burnunun dikine git sen. Anlayamadığım bir şey varsa, o da çocuğun babasının kim olduğunu bilmemen… neden öğrenmedin? Tiffany sana söylemiş olmalıydı değil mi?>> <<Hayır, söylemek istemedi. O adamdan bir şey beklemiyordu, doğum yaparken ölebileceğini nereden bilebilirdi ki zavallı kardeşim?>> Hayat dolu, dünyaya metelik vermeyen, hiçbir derdi, sıkıntısı olmayan küçük kardeşi aklına gelince boğazına bir hıçkırık düğümlendi Templar’ın. Ama şu çocuğa istemeden gebe kalınca, işler değişmişti birden. Gene de hiç olmazsa, Tiffany Keri’nin babasını sevmişti, Templar emindi buna. Bildiği kadarıyla Tiffany’nin gebe olduğunu duyar duymaz adam ondan uzaklaşmıştı. Sevgili kardeşi henüz on dokuz yaşındayken ölüp gitmiş o alçaksa hiçbir zaman ortalarda görünmemişti. Templar birden hırsla <> dedi. <> Ertesi gün Keri’yi alıp Mary’yi ziyarete gitti.

O gün öğleden sonra izinliydi, genellikle izin günlerinde Mary’ye giderdi. Gerçi yeni bir oda arasaydı, daha iyi olacaktı ama bu yarım izin gününü hep Keri’yle geçirmeye alışmıştı. Zaten çocuğun yanında o kadar az kalabiliyordu ki… Mary, her zaman ki gibi, onu gördüğüne pek sevindi. İki küçük kızı vardı, bir üçüncü bebek de yoldaydı. İki odalı bir dairede oturan Mary ve kocası en az Templar kadar sıkıntılarını paylaşırlardı. Mary bebeğin çenesini gıdıkladı, <> Sonra arkadaşına yakından dikkatle baktı. <> Bir sıkıntısı olduğunu sezmişti Templar’ın… Templar, Mrs. Marks’ın verdiği ültimatomu anlattı, oda bulmakta karşılaştığı güçlükleri söyledi. Derin derin içini çekti Mary, <> dedi. Templar bunun arkadaşı için büyük fedakarlık olduğunu biliyordu, asla kabul edemezdi. <<Hayır, nasıl olsa bir çaresini bulurum Mary, çok teşekkür ederim. Tabii, Ken’in nasıl bir öneride bulunduğunu da tahmin ediyorsundur, değil mi?>> Mary yüzünü buruşturdu, <<Bırak şu Ken’i canım! Ondan sana hayır gelmez.>> Templar güldü, <> <> Kısa bir süre için de olsa, dertlerini unutmak, yüzleri gözleri una bulanırken iki küçük öğrenci gibi katıla katıla gülmek çok hoş oluyordu, bu yaşamları aynı acılarla dokunmuş iki genç kadın için… Templar saçındaki, burnunun ucundaki unları silkmeye çalışırken kıkır kıkır gülüyor, <<Çocuklardan beteriz.>> diyordu. Mary takıldı.

<> <> Mary usulca sordu, <> diye sordu. Templar başını sallayarak, acı acı güldü. <<Hayır sanki böyle bir adam hiç yaşamamış. Ama yaşadığının kanıtı işte burada, yanımda. Keri babasına da benziyorsa, yakışıklı biri olmalı. Biliyorum, kız renklerini benden almış, ama hatları bana da Tiffany’ye de benzemiyor. Üstelik teni, ikimizin teninden de çok daha koyu renkte.>> <<Peki, Tiffany’nin mektuplarına hiç bakmadın mı? Hani o oymalı kutudaki mektuplara?>> Templar başını salladı. <<Hayır bakamadım. Cesaret edemiyorum. Tiffany’nin özel hayatına burnumu sokmak gibi bir şey olacak bu. Mektuplar ona yazılmış, okumam doğru olmaz.>> Mary arkadaşını uyardı. <> Templar istemeye istemeye arkadaşını onayladı. <<Evet, galiba haklısın.

Ama bunu bile yapabileceğimi sanmıyorum. Bu kadarını bile.>> Mary üsteledi, <> Templar onun haklı olduğunu biliyordu. Tiffany bir kutu dolusumektubu saklamıştı ama Templar o mektuplara göz atacak gücü kendinde hiçbir zaman bulamamıştı. O gece Keri’yi uyuttuktan sonra, dolaptan mektup kutusunu çıkardı, oymalı tahta kapağını açmadan bir süre gözleri kutuya takıldı kaldı. Bir an daha tereddüt geçirdi, belki de hiç kurcalamaması daha iyi olacaktı… Sonra hızlı hızlı mektupları karıştırmaya başladı, sadece her birinin imzasına göz atıyor, yazılanları okumamaya özen gösteriyordu. Aradığını daha doğrusu yararlı olacağını sandığı şeyi bulması uzun sürmedi. Öteki mektupları yine eski yerine, kutuya koydu. Seçtiği mektubu biraz sonra okuyacaktı. Başkasının mektuplarını okumak hala doğru bir iş gibi gelmiyordu. Sonunda çaresiz kağıdı açtı, zorla seçilebilen sözcükleri ağır ağır sökmeye çalıştı. Sanki okurken biri üzerine göz yaşı dökmüş gibi lekelenmişti kağıt. Templar mektubu okuyup bitirince, bunların kardeşinin gözyaşları olduğunu anladı. Alex Marcose, Tiffany’i bir daha göremeyeceğini açık seçik söylüyordu. Bebekten hiç söz yoktu ama mektubun başındaki tarih Tiffany’nin gebe olduğunu anladığı zamana denk düşüyordu aşağı yukarı… Templar aralarındaki ilişkinin bu çocuk yüzünden kopmuş olacağı sonucuna vardı.

Çocuğun birbirini seven iki kişinin arasına girdiğini birçok kez duymuştu. Ama sayın Bay Alex Marcose şimdi kızının varlığını öğrenince, ne yapacaktı bakalım? Hemen ertesi gün Londra’daki adrese bir mektup postalayarak, Mr. Marcose’a kendisine söyleyecek önemli bir şeyi olduğunu bildirdi. Bir yandan da ev aramaya devam etti. Mr. Marcose hala eski adresinde oturmuyor olabilirdi. Veya eğer oturuyorsa bile, Templar’ın imzası hemen başka bir yere taşınmasına neden olabilirdi. Templar mektubu atalı üç gün olmuş, hala hiçbir haber alamamıştı. Oysa o güne kadar mektubun yerini bulmuş olduğundan hiç kuşkusu yoktu. Kendine bir oda da bulamamıştı hala… Durum gittikçe kötüleşiyor, geceleri gözüne uyku girmiyordu. Gündüzleriyse, çeşitli korkular, kaygılar, tasalar içinde geçmekteydi. Keri de durumu zorlaştırmakta, şu birkaç gündür çok huysuzluk etmekteydi. Ama teyzesinin derdini belki de böyle paylaşıyordu. O gece bir saat içinde üç kez uyanmıştı. Templar gidip gelip onu yatıştırıyor, susturuyor, sonra dönüp gene dergisini eline alıyordu.

Kendini okuduğu yazıya vermeye çabalıyordu, ama boşuna sözcükler hiçbir anlam taşımıyor gibiydi… Sonunda dergiyi yere bıraktı, başını koltuğun arkasına yasladı, farkına bile varmadan uykuya daldı. Kapının güm güm vurulmasıyla uyandı. Darmadağınık saçlarını alnından geriye itip, buruşmuş pantolonunu eliyle düzeltti. Gene Mrs. Marks geldiyse ona… Kapı tekrar vuruldu. <> Ziyaretçi mi? Kim olabilirdi ki? Mrs. Marks’ın tanımadığı biri olacaktı herhalde, peşine takılıp üç kat merdiveni asla çıkmazdı yoksa. Kapıyı açtı, Mrs. Marks’ın yanında duran, uzun boylu, düşman bakışlı, küstah tavırlı adamı görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Ev sahibesi süklüm püklüm duruyordu ki bu Templar’ı hiç şaşırtmadı. Adam ikisine de kibirli kibirli yüksekten bakıyordu. İyi bir terzi elinden çıktığı belli olan şık kostümü, üzerinde kalıp gibi duruyordu. Templar sözlerini seçmekte güçlük çekti, <<Siz… şey… Evet, siz gidebilirsiniz artık Mrs. Marks.>> Ev sahibesi homurdanarak merdivenleri inerken, arkasından baktı.

Sonra gene adama döndü, adam da kurşuni mavi gözleriyle onu tepeden tırnağa süzüyor, sanki her çizgisini, her tavrını ileride hatırlamak üzere ezberliyor, belleğine kazıyordu. Templar biraz sinirli, <> dedi. Adam, hafifçe yabancı şiveyle, <> dedi, sonra doğruldu, dimdik durdu. <<Adım Leon Marcose.>> <<Şey, ama…>> Adam elini kaldırıp onu susturdu, <> Bu sözleri en ufak bir duyguya kapılmadan, soğukkanlılıkla söyleyivermişti. Templar sarardı. İşte bunu hiç beklemiyordu. Orada nasıl böyle soğukkanlılıkla dikilir de, yüzüne bu sözleri ulu orta söyleyiverirdi bu adam? Keri’nin geleceği için son şansı nasıl böylece yıkar, mahvederdi? Adam hala onu teşrih masasına yatmış bir ceset gibi, inceden inceye süzmekteydi. Templar şu şaşkınlığı, şu çaresizliği içinde bile onun gerçekten çok yakışıklı olduğunu fark etti. Demek ki Alex, yani Keri’nin babası, bu adamın kardeşiydi! Eğer iki kardeş uzaktan bile birbirlerine benziyorduysalar, Tiffany’yi ona aşık olduğu için suçlamamak gerekirdi. Templar kapıyı hala öyle açık tutuyor, girmesini bekliyordu, adam da daveti tekrarlatmadan girdi, hiç hoşlanmadığını gizlemeye gerek bile duymadan, çevresine bir göz attı. Bu perişan odaya onun gözleriyle bakınca, Templar’ın duyduğu öfke büsbütün arttı. Şu bir yıldır, kardeşinin çocuğuna bakacağım diye didinip durmuşken, bu adam kim oluyordu da ona böyle burun kıvırabiliyordu? Evet belki bebeğe çok daha iyi koşullarda bakılabilirdi ama, en azından Keri çok önemli bir şeyin eksikliğini duymamıştı; sevginin. Templar <<Anlıyorum.>> dedi.

<> Bu soğuk tavır karşısında Marcose’un kaşları küstahça kalktı. <<İzninizle buna ben karar vereyim, olmaz mı Miss Newman? Mektubunuzdan gerçekten yardıma ihtiyacınız olduğu belliydi, yoksa hiç gelmezdim. Size yardım edemeyeceğimi söylüyorsunuz. Peki kardeşim olsaydı onun yardım edebileceğini nereden biliyorsunuz?>> Sonra, Templar’ın söyleyecek bir şey bulamadığını görünce soğuk bir sesle ekledi. <<Lütfen oturun da, ben de oturabileyim.>> <> diyen Templar az önce kalktığı koltuğa çöktü. Ziyaretçisi de karşısına oturdu. <> Gözleri kısıldı, kısıldı, buz gibi iki çizgi haline geldi. <> Templar’ın gözlerinde öfke şimşekleri çakıyordu. <> <<Yaa, öyle mi? Ama sizde işi özellikle yokuşa sürdüğünüzün farkında mısınız? Tutup kardeşime bir mektup gönderiyor, ondan acele yardım istiyorsunuz. Sonrada kardeşimin yerine karşınıza ben gelince, meseleyi açmaktan çekiniyorsunuz.>> Birden ayağa kalktı, hareketleri son derece çevik, canlıydı. <> Templar da onu geçirmek için ayağa kalktığı sırada, Keri’nin kulakları tırmalayan çığlığı duyuldu. Templar, Marcose’un şaşkın bakışlarına hiç aldırış etmeksizin, hemen yatak odasına koştu, bütün ev halkını ayağa kaldırmadan önce bebeği susturmaktan başka şey düşünemiyordu o anda. Ama Keri’nin yaşlarla ıslanmış yanaklarını görür görmez, yüreğinin yağı eriyiverdi.

Usulca <> diye çocuğu yatıştırmaya çalıştı. Leon Marcose şimdi kapıda taş kesilmiş duruyordu. Yakışıklı, esmer yüzü sımsıkı kapalı bir maske geçirmiş gibiydi. Haşin, madeni bir sesle, <> diyebildi. <> Templar hala Keri’ye gülümsüyor, onu yatıştırmaya çalışıyordu. Keri’nin iri yeşil gözleriyse uzun boylu, esmer adamın yüzüne dikilmişti birdenbire. <<An…ne, an…ne…>> diye konuşuverdi. Bu Templar için bir zaferdi, ama ziyaretçisini daha da sinirlendirmişe benziyordu. Onun ayıplar bakışlarına hiç aldırış etmeden mutlu mutlu Keri’ye gülümsedi. <> <<Lütfen benim yüzümden siz rahatınızı bozmayın, telaş etmeyin.>> Marcose’un sesi şimdi bıçak gibi, önüne geleni kesiyordu adeta. Şu sırada da önünde Templar’dan başka kimse yoktu. <<Kardeşimden yardım istemenizin sebebi buysa, haklısınız, size ben yardımcı olamam. Kendi kaderinizi kendiniz çizmişsiniz, dertlerinize başkalarını da ortak etmeniz hiç de doğru karşılayacağım bir davranış değil.>> Templar iyice kızmıştı.

<<Öyle mi, Mr. Marcose?>> deyip Keri’yi alıp ona uzattı. Marcose çaresiz bebeği güçlü kollarına almak zorunda kaldı, dikkatle yüzüne baktı. Templar soluğunu tutmuş, dikkatle ikisini izliyordu şimdi… Keri adamın kar beyazı gömleğinin düğmeleriyle oynuyor, yakut kırmızısı dudaklarının arasından dört tane minicik diş görünüyordu. Leon Marcose bir Keri’ye, bir Templar’a baktı, yüzü sararmıştı. <<Çocuk… bu çocuk…>> Sesi şimdi boğuk çıkıyordu, tereddüt içindeydi besbelli. <<Çocuğun annesi olduğunuza hiç kuşku yok. Ve babası da…>> Durdu. <<Babası da kardeşimdi değil mi?>> Templar başıyla onayladı, <<Evet, öyleydi ama ben…>> Marcose birden onun sözünü kesti, <<Lütfen…>> Sonra Keri’yi bitişik odaya götürüp koltuklardan birine oturdu. Keri ona gülen gözleriyle bakıyor, bu beklenmedik olaydan pek hoşlanmışa benziyordu. Leon Marcose bebeğe bakarken yüzü yumuşayıverdi, ağzının kenarındaki haşin çizgiler silindi. <> Keri’nin annesi olmadığını ona hala söylememişti, ama nedense şimdi bunu açıklamanın sırası değil, diye düşündü. <<Anlıyorum.>> Marcose, Keri’nin bakır renkli lüle lüle saçlarından bakışlarını kaldırıp sordu, <> Templar çok şaşırmıştı, <<Hiç, hiçbir yardımda bulunamazsınız. Benim görmek istediğim kardeşinizdi, o da ölmüş işte.

>> sözcükler boğazında düğümleniyordu sanki. Zavallı Keri’cik, anacığı da babacığı da genç yaşta ölüp gitmişti! <> <> Templar’ın dili tutulmuş gibiydi işin bu yönü hiç aklına gelmemişti. <>

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir