Cemil Kavukçu – Gemiler de Ağlarmış

Makine dairesindeki zil, “benden bu kadar” dercesine çaldı; ardından da ana makinenin sesi kesildi. Günlerdir düzenli bir hırıltıyla inleyen hayvan susmuştu. Zincir şakırtıyla boşaldı. Baş taraftaki çana üç kez vuruldu, üç kilit zinciri denize bırakmışlardı. Yeniden boşalan zincirin sesi; çanın sesi iki kez daha duyuldu. Ranzamda doğrulup lombozdan dışarı baktım. Bu kış gecesinde, ışıkları donuk donuk parlayan bir kentin yaklaşık bir mil kadar açığına demirlemiştik. “Neredeyiz?” dedi İbrahim. “Bilmiyorum,” dedim lombozdan bakmayı sürdürerek, “küçük bir yere benziyor.” İbrahim, ranzasında doğrulup oturmuştu. Bacaklarının dizden altı ona ait değilmiş gibi aşağı sarkıyordu. Kamaranın cılız ışığında, gözlerini ovuşturan kocaman bir çocuğa benziyordu. “Uyuyabildin mi?” “Yok be!” dedi, “Benimkisi göz uykusu. İyi salladı ama.” Uzun süredir değiştirmediği, onunla yatıp kalktığı kalın ekose yün gömleğinin cebinden sigara paketini çıkardı.


“Ben de uyuyamadım. Demire geldiğimize göre, deniz Beybaba’nın gözünü korkutmuş olmalı. Şaka maka değil, en az altı şiddetinde var değil mi?” Çakmağın aleviyle İbrahim’in yüzü biraz daha aydınlandı. Ne kadar da yorgun görünüyordu. Sigarasından derin bir nefes çekti. “Beybaba korsandır, bu denizleri iplemez. Bu gemide yeni sayılırsın, biz nelerini gördük.” Omuzlarını sarsıp burnundan bir “hıh” sesi çıkararak gülümsedi. “Başka bir şey var herhalde.” Bu gülümsemenin Beybaba’nın korsanlığına mı, yoksa demirlememize neden olan “başka bir şey”e mi yönelik olduğunu anlayamadım. Bu gece burada, ilk izlenimleri oldukça ürkütücü olan bu kentin açıklarında demirde kalacağımız belli oldu. Saate baktım: 21.00. Yeniden ranzama uzandım. Üç gündür denizdeyiz; ama üç aymış gibi geldi bana.

Açılan kapanan kapılar, ayak sesleri, konuşmalar geliyor dışarıdan. Bir hareket, bir canlılık var. Oysa bir saat önce, yaşlı teknenin omurgaları inleyerek çatırdarken, öfkeli bir denizde bata çıka yol alan gemide ölüm sessizliği vardı. Çarkçıbaşı’nın sesi duyuluyordu. Bağıra çağıra bir şeyler söylüyordu ama ne dediğini anlayamıyordum. “Makinede bir pislik var galiba,” dedim. Başını iki yana sallayıp güldü İbrahim. “Bu kaçıncı arıza! Makineciler düşünsün,” dedi, “demiri attık ya, emniyetteyiz.” “Bu durumda sabaha kadar buradayız.” “Hangi sabah? Günlerce bu koyda sürtmezsek bana da İbrahim deme.” “Dışarıdaki tantana ne o zaman?” Homurdandı. Ne dediğini anlayamadım ama, büyük olasılıkla sövmüştü. “Hıı?” dedim. “Dışarı çıkılacak, filika hazırlıkları. Sen Çarkçıbaşı’ nı tanımıyorsun.

” “Nasıl yani?” “Kafası bir şeye takılmıştır. Makine stop, der; keyfi gelene kadar beklersin.” “Anlamadım,” dedim. “Anlarsın,” dedi, “daha gençsin. Pezevengin ya kuruyemişi bitmiştir ya canı karaya ayak basmak istemiştir ya da balık tutmak.” “Hikâyeden mi demirledik?” Gözlerini yumup başını geriye attı. Bu, onun çok emin olduğunu gösteriyordu. Dışarı çıkmak için iyi bir fırsat. Herkes buna dünden razı. Bir yerlere oturulup hızlı hızlı içilecek. Bir bölümü karaya ayak basar basmaz, bir bölümü de içtikten sonra telefon kulübelerine kapanacak; eşler, çocuklar, sevgililerle konuşulacak. Uzun uzun konuşulacak, dönüp dolaşıp aynı şeyler yinelenecek. Sonra kadın aranacak, bulunacak yerler ve pazarlamacılar (onları bir görüşte tanıyacak kadar deneyimli her biri) araştırılacak, sigara, içki, çiklet, şeker, bisküvi alınacak. Çocuklaşılacak, alabildiğine çocuklaşılacak. Zamanı gelince de gemiye dönülecek.

Yüzen hapishaneye. Kalktım. Lavabonun üzerindeki, sırları yer yer dökülmüş aynaya baktım. Bir haftadır tıraş olmuyorum. Elimle çenemi sıvazladım. Gözlerim çökmüş. Aynadan İbrahim’e baktım. Sigarasını bitirmiş, ranzasına yeniden uzanmış, kamaranın tavanına bakıyor. Tıraş olmayı düşünmüyorum. Aynadaki yansım çarpık çarpık gülümsedi. Dışarı çıkacak olanlar sinekkaydı tıraşlarını çekiyorlar şimdi; saçlara jöle, burun ve kulak kıllarına küçük makas darbeleri, koltukaltlarına bayıltıcı kokular. Bu kentin bütün kadınları (açık ve gizli orospular, serüvenci genç kızlar, romantikler ve mutsuz ev kadınları) onları bekliyor. O tuhaf rastlantılardan biri neden burada karşılarına çıkmasın ki! Sen her zaman hazırlıklı olacaksın; aşk geliyorum demez! Karaya çıkmayı düşünmüyorum. Sigara ve içki ikmali gerekebilir, onu da birine söylerim. İbrahim de çıkmaz; az konuşur, çok içer, karıyla kızla işi yoktur.

Kimseyle hırlaştığı, dalaştığı görülmemiştir. Sevilir. Onun derdi ona yeter, derler. Filikanın bağlı olduğu zincirlerin makaradan boşaldığını haber veren ses; işte denize indiriliyor. Aceleyle. Kamaranın kapısı tıklatıldı, ardından da açıldı. Kapıda Kamarot Mustafa. Yüzü her zamanki gibi ateş kırmızısı, alnında boncuk boncuk ter. “On dakikaya kadar filika çıkıyor,” dedi, “geliyorsanız hazırlanın.” “Bir şey mi oldu?” dedim. Omuzlarını kaldırdı. “Bilmiyorum,” dedi, “ana makinede bir problem varmış.” Kayıtsız, problemi önemsemiyormuş gibi güldü. “Geliyor musunuz?” “Bilmem,” dedim, elimle tıraşsız çenemi sıvazladım, “gelelim mi?” “Gelin abi, çıkın şu ininizden.” “Bakacağız,” dedim, “İbrahim çıkarsa ben de çıkarım.

” İbrahim, başını o kadar kararlı bir biçimde salladı ki, hiçbir gücün onu gemiden çıkaramayacağını anladım. O anda dayanılmaz bir dışarı çıkma isteği duydum; bunda İbrahim’in katı ve garip tutumunun mu, yoksa Mustafa’ nın hâlâ kapı aralığında dikilip kararımızı bekleyen çocuksu ısrarının mı etkili olduğunu bilmiyorum. “Hadi,” dedim İbrahim’e, “toparlan, çıkıyoruz.” “Yok be,” dedi, “bana hiç dokunma.” “Boşver,” dedim, “burası fena bir yere benzemiyor. Çıkıp biraz dolaşırız, alışveriş ederiz, bir yere oturup bira içeriz; değişiklik olur işte…” “Hava boktan.” “Olsun, bizim havayla ne işimiz var.” Güldü. Sigarasını yanı başındaki küllükte söndürdü. Kolları dimdik, bedenini geriye doğru esnetip gerindi. “Nerelerdeyiz?” diye yeniden sordu. “Bilmem,” dedim, “vardiyadan çıkalı neredeyse dört saat oluyor. Deniz kudurunca bizim rota da sapmıştır. Nerede olduğumuzun ne önemi var ki, bir yerdeyiz işte.” “Yaşa,” dedi Mustafa.

Hâlâ kapıda dikiliyordu. “Tamam,” dedim, “geliyoruz.” İkimiz de tıraş olmayacaktık. Dolaplarımızı açıp kafamızı kaşıyarak ne giyeceğimizi düşünmeyecektik. Lastik çizmelerimizi ve muşamba yağmurluklarımızı giymemiz yeterliydi. Küpeşteye çıktık. Rüzgâr denizi yalayarak esiyor, yağmur yüzümüze vuruyordu. İbrahim birden durdu, gözlerini kısmış kentin ışıklarına bakıyordu. “Ben gelmiyorum,” dedi. Kolundan tutup çektim. “Beni yalnız bırakma,” dedim, “gel bak, pişman olmayacaksın.” “Ne olur ısrar etme!” Çıkacak olanlar filikaya binmişti bile. Çarkçıbaşı kocaman elini sallayarak, “Hadi,” dedi, “geliyorsanız gelin.” “Geliyoruz… Geliyoruz,” dedim. Çocuk gibi boyun eğip peşimden sürüklendi.

İdris, filikaya yol verdi. Konuşmayan, kapüşonlarını başlarına çekmiş sekiz karaltıyız teknede. İnce ve hırçın bir yağmur muşambalarımıza vuruyor. Çarkçıbaşı başını önüne eğmiş, kucağında üst üste koyduğu ellerine (o kocaman ellerine) bakıyormuş gibi oturuyor. İbrahim’in dışında kimse sigara içmiyor. Konuşmuyoruz. Yabancı bir kentin ışıklarına doğru yaklaşıyoruz. İdris ustaca iskeleye yanaştı. Çarkçıbaşı saatine bakıp, “Şimdi on,” dedi, “bir buçuk saat herkese bol bol yeter; on bir buçukta burada olun.” Herkes bir yana dağıldı. İbrahim’le birlikte yürüyoruz. Köfteci dükkânları, büfeler, kahvehaneler ve iki birahanenin bulunduğu küçük bir alandan geçtik. Gemiden ayrıldığımızdan beri tek bir sözcük etmemiştik. Telefon kulübelerinin üçü de doluydu. Sarı muşamba yağmurluklu tanıdık üç adam telefonla konuşuyordu.

Ne İbrahim’in böyle bir gereksinimi var ne de benim. Canı bir şeye sıkılıyor ama, sormaya çekiniyorum. Belki anlatır, bilmiyorum. Yürüdüğümüz, kentin en işlek caddesi olmalı. Dükkânların çoğu kapalı. Vitrin ışıkları yalnızlığımızı ve yabancılığımızı çoğaltıyor. Bizden başka birkaç kişi daha var caddede; şemsiyelerini açmış hızlı hızlı yürüyorlar. Evlerine gidiyor olmalılar; kurulu düzenlerine, karılarına ve çocuklarına. Dertlerine. Biz nereye gidiyoruz? “Görülecek bir şey yok,” dedim, “dönelim mi?” “Biraz daha yürüyelim.” Dörtyol ağzına gelince durduk. İbrahim, çevreyi büyük bir dikkatle inceliyordu. “Bir yeri mi arıyoruz?” dedim. “Aramıyoruz,” dedi, “dönelim.” Gergindi.

Sıkıntılı havayı dağıtmak için, “Gemiden göründüğü gibi değilmiş,” dedim, “boktan bir yer burası. Işıklar nasıl da aldatıyor insanı. Böyle bir yerde yaşayamazdım.” “Bir yere oturalım,” dedi, “canım bira istiyor.” Filikadan indiğimizde karşımıza çıkan o küçük alana döndük. Avcı’nın Yeri ‘ni seçtik. Aslında seçmedik de, hiçbir şey konuşmadan oraya yöneldik. Kamarot Mustafa ile İdris de oradaydı. Bir masada bira içiyorlardı. Selamlaştık. Masalarına davet ettiler ama, İbrahim başka bir yere oturmak istediğimizi uygun bir biçimde ifade etti. “Bira ve çerez,” dedim. Yabancı müşterilere alışkın yaşlı garson babacan bir tavırla başını eğdi. İbrahim’in uzattığı paketten bir sigara yaktım. “Çıktığımız iyi oldu değil mi? En azından değişiklik.

” “Burası, oraya öyle benziyor ki,” diye mırıldandı. “Nereye?” Uykudan uyandırılmış gibi boş boş yüzüme baktı. Garson biralarımızı getirmişti, bardakları önümüze koydu. Çerez tabağını ortaya yerleştirmek için kül tabağını biraz yana çekti. Kibarca, “Afiyet olsun,” dedi. “Nereye benziyor?” diye sorumu yineledim. “Yıllar önce bir film izlemiştim,” deyip sigarasını küllükte söndürdü. “Böyle bir yere benziyordu. Hatta, buraya çok benziyordu.” “Eee?” dedim. “Adam, çok sevdiği kadını öldürüyor.” “Neden?” Birasından içti. “Kıskançlık yüzünden,” dedi, “çok sevmek de bir hastalık. Sahipleniyor, bütün yaşamına el koyuyorsun.” Başını ağır ağır salladı.

“Bir hastalık.” Uzattığım paketten sigara aldı. Üçüncü kez yineledi: “Bir hastalık…” “Sonra ne oluyor?” dedim. “Sonra… Adam cezasını çekiyor ya da çektiğini sanıyor; çünkü, hapisten çıkınca da kadın onu öldürüyor.” “Hangi kadın?” “Öldürdüğü kadın.” “Nasıl yani?” “Adam yanlış yaptığını anlıyor. İftira. Çamur atmışlar kadına. Öğrenince de…” “Öğrenince de ölüyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir