Claude Levi-Strauss – Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji

Yaklaşık iki yüzyıldır, Batı uygarlığı kendini, ilerleyen bir uygarlık diye tanımlamaktadır. Aynı ideali benimsemiş olan diğer uygarlıklar, Batı uygarlığını örnek almak zorunda olduklarına inanmışlardır. Bilim ve tekniğin hiç durmamacasına ilerleyeceğine ve insanları daha güçlü ve mutlu kılacağına dair; XVIII. yüzyılda Fransa’da ve ABD’de ortaya çıkan siyasi kurumların, toplumsal örgütlenme biçimlerinin ve bunları esinleyen felsefenin, toplumun her üyesine, kişisel hayatlarında daha fazla özgürlük, kamusal işlerin yönetiminde de daha fazla sorumluluk kazandıracağına dair ortak bir inanç beslemişlerdir. Değer yargılarının, estetik duyarlılığın, kısacası doğruya, iyiye ve güzele duyulan sevginin, karşı konulması imkânsız bir atılımla çoğalıp yayılacağına ve meskûn dünyayı baştan başa ele geçireceğine inanmışlardır. Yaşadığımız çağda dünyada sahnelenen olaylar, bu iyimser görüşlere ters düşmüştür. Totaliter ideolojiler yaygınlaşmış, dünyanın pek çok bölgesinde yaygınlaşmaya da devam etmektedir. Milyonlarca insan katledilmiş, korkunç soykırımlara maruz kalmıştır. Barış ortamı sağlandığındaysa, bilim ve tekniğin insanlığa zararı dokunmayacağı düşüncesine, XVIII. yüzyılda doğan felseå ilkelerin, siyasi kurumların ve toplumsal hayat tarzlarının, insanlık durumuna bağlı büyük soranlara nihai çözümler sunduğuna artık şüpheyle yaklaşılmıştır. Bilim ve teknik, åziksel ve biyolojik dünyaya dair bilgimizi muazzam ölçüde artırmıştır. Hiç kimsenin şüphesi yok, daha yüz yıl önce bunlar doğa karşısında güç kazandırmıştı bize. Bununla beraber, bu gücü kazanmak için ödemek zorunda kaldığımız bedelin büyüklüğünü yeni yeni anlıyoruz. Bu başarıların zararlı etkilerde bulunup bulunmadığını anlama meselesi gitgide önem kazanıyor. Bu başarılar, insanların eline muazzam imha araçları veriyor ve kullanılmasalar dahi, bu araçlar sırf varlıklarıyla türümüzün hayatta kalma şansını tehdit ediyorlar.


Gitgide daha sinsi bir hal alsa da gerçek olan şu ki türümüzün hayatta kalması en temel şeylerin –toprağın, havanın, suyun, doğal kaynakların zenginliği ve çeşitliliğinin– azalması ya da kirlenmesi yüzünden de tehdit altında. Nüfus, kısmen tıptaki ilerlemeler sayesinde, öyle bir noktaya ulaştı ki dünyanın pek çok bölgesinde, kıtlığın pençesine düşmüş toplulukların en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan âciziz artık. Kaldı ki insanların geçiminin temin edilebildiği yerlerde de, her geçen gün daha çok insana iş olanağı sağlayabilmek için devamlı daha çok üretim yapmak gerektiğinden, bir dengesizlik kendini belli ediyor. Haliyle, giderek hiç bitmeyecek bir üretimi artırma yarışına sürüklendiğimizi hissediyoruz. Üretim tüketimi, o da daha çok üretimi zorunlu kılıyor. Sanayinin dolaylı ya da dolaysız ihtiyaçları yüzünden, gitgide daha büyük insan toplulukları arzulanıyor adeta. Bu topluluklar devasa kentsel yerleşim yerlerinde toplanıyor, bu yerler de yapay ve insanlık dışı bir varoluş dayatıyor insanlara. Demokratik kurumların işleyişi ve sosyal güvenlik ihtiyaçları, her yeri istila eden, toplumsal yapıya sülük gibi yapışıp onu felç eden bir bürokrasiye yol açıyor. Bu modele göre inşa edilen modern toplumların çok geçmeden yönetilemez hale gelip gelmeyeceğini sorgulamaya başladık artık. Keza uzun zamandır bel bağlanan, asla sekteye uğramayacak bir maddi ve manevi ilerlemeye duyulan inanç da en büyük krizini yaşıyor. Batı tipi uygarlık, vaktiyle kendi kendisi için geliştirdiği modeli yitirdi ve bu modeli diğer uygarlıklara artık sunamıyor. Öyleyse, gözlerimizi başka yöne çevirip, insanlık durumu hakkındaki tefekkürlerimizin hapsolduğu geleneksel çerçeveleri genişletmemizin zamanı gelmedi mi? Uzun zamandır içine sıkışıp kaldığımız dar ufka ait toplumsal deneyimlerden daha çeşitli ve farklı deneyimleri bu tefekkürlere dahil etmemiz gerekmiyor mu? Batı tipi uygarlıklar, kendi köklerinde doğup ålizlenecek bir şeyler bulamadığında, nispeten yakın bir zamana kadar etkisi altına alamadığı ve uzun zaman hor gördüğü mütevazı toplumlardan, genel olarak insanlık, özel olarak da kendi hakkında bir şeyler öğrenemez mi? Son yirmi-otuz yılda düşünür, bilgin ve eylem insanlarının sorduğu ve –çağdaş dünyaya odaklanan diğer sosyal bilimler cevap veremediğinden– antropolojiye yönelttikleri sorular bunlar işte. Peki, uzun zaman gölgede kalan ve bu sorular hakkında söyleyecek bir şeyleri olabileceğini fark ettiğimiz bu disiplin nedir? Münferit ve Tuhaf Olgular Zamansal ve mekânsal olarak ne kadar farklı örnekler ararsak arayalım, insanların sürdürdükleri hayat ve faaliyetler ortak özellikler gösteren çerçevelerde yer alır. İnsanların dil yetisiyle donanmış olduğunu görürüz hep. Toplum içinde yaşarlar.

Türün devamlılığı rastlantıya bırakılmamıştır, biyolojik olarak yaşama şansına sahip birtakım birleşmeleri yasaklayan belli kurallara tabidir. İnsan araçlar üretir ve bunları değişik tekniklerle kullanır. Toplumsal hayatı kurumsal birlikler içinde ortaya çıkar ve bu birliklerin içeriği bir topluluktan öbürüne değişiyor olsa da genel biçimi sabittir. Ekonomik, eğitsel, siyasal, dinsel birtakım işlevler farklı usullerle düzenli olarak yerine getirilir. En geniş anlamıyla antropoloji, kendini “insan fenomenini” incelemeye adamış disiplindir. Şüphesiz ki insan fenomeni, doğal fenomenler kümesinin bir öğesidir. Gelgelelim, hayvan hayatının diğer biçimlerine nazaran, bağımsız şekilde incelenmeyi hak eden sabit ve özgül özellikler gösterir. Bu bakımdan antropolojinin, insanlık kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Tarihsel kanıtlara sahip olduğumuz çağlar için, bugün antropoloji diye niteleyebileceğimiz bir türe ait olan meseleler, Büyük İskender’e eşlik eden vakanüvislerin yanı sıra Ksenofon, Herodotos, Pausanias’ta ve –daha felseå bir bakış açısından– Aristoteles ve Lucretius’ta da karşımıza çıkar. Arap dünyasındaysa, XIV. yüzyılda büyük seyyah İbni Battuta ile tarihçi ve ålozof İbni Haldun, özgün bir antropolojik anlayış ortaya koyar; keza yüzyıllar öncesinde Çinli Budist keşişler, Hindistan’a yolculuk edip oradaki insanların dinlerini belgelemiş, Japon keşişler de aynı amaçla Çin’i gezmişlerdir. Söz konusu çağda, Japonya ile Çin arasındaki ilişkiler, bilhassa Kore aracılığıyla gerçekleşmiştir. Antropolojik merak Kore’de MS. VII. yüzyıldan beri mevcuttur.

Vakayinamelerde yazılanlara bakılırsa, Kral Munmu’nun üvey kardeşi başbakanlık görevini, halkın nasıl yaşadığını incelemek amacıyla evvela kimliğini gizleyerek krallıkta yolculuğa çıkmak koşuluyla kabul etmiştir. Burada ilk etnograåk araştırmaya tanık oluyoruz; gerçi, doğrusunu söylemek gerekirse, günümüzün etnograýarı, söz konusu Koreli yönetici gibi, oralı ev sahibinin hediye ettiği alımlı bir cariyeyle yataklarını paylaşmıyorlar pek! Kore’deki vakayinamelerde, Çin ve Kore krallığındaki halkların âdetleri üzerine kitaplar yazan bir keşişin oğlunun tam da bu sebeple, bu krallığın on yüce bilgesi arasında yer aldığı yazmaktadır. Ortaçağda Avrupa, önce haçlı seferleri, ardından da XIII. yüzyılda papa ve Fransa kralı tarafından Moğollara gönderilen elçilerin anlatıları aracılığıyla Doğu’yu keşfeder; özellikle de XIV. yüzyılda Marco Polo’nun Çin’e yaptığı uzun yolculuklar sayesinde. Rönesans’ın başlarında, antropolojik düşünceyi doğuracak envai çeşit kaynağı fark etmeye başlıyoruz: Örneğin Doğu Avrupa ve Akdeniz’deki Türk istilalarının çanak tuttuğu literatürü; ortaçağ folklorundaki fantaziler, “Plinius’un ırkları” hakkında antikçağ fantazilerinin devamı niteliğindedir; bu fantazilere böyle denmesinin sebebi, MS. I. yüzyılda Yaşlı Plinius tarafından Naturalis Historia’da incelikle tasvir edilmiş olmalarıdır: Anatomi ve âdetleri gereği vahşi ve korkunç halklardır bunlar. Bu tür fantaziler Japonya’da da eksik değildir ve, şüphesiz Japonya dünyanın geri kalanından bile isteye kopuk olduğu için, bu tür fantaziler halkın zihninde çok daha uzun süre yaşamıştır. Japonya’ya ilk ziyaretim sırasında, 1789’da yayımlanan Zoho Kunmo Zui adlı bir ansiklopedi hediye edilmişti bana. Coğrafya kısmında, aşırı uzun kollara ya da bacaklara sahip veya dev boyutlarda egzotik halkların gerçek olduğu sanılıyordu… Aynı çağda, dünyadan daha çok haberdar olan Avrupa, XVI. yüzyıldan beri, büyük keşiýer sayesinde Afrika, Amerika ve Okyanusya’dan gelen, somut dayanakları olan çok büyük miktarda bilgi toplamıştır. Çok geçmeden, bu seyahatnameler Almanya, İsviçre, İngiltere ve Fransa’da çok moda olur. Bu muazzam seyahat literatürü, Fransa’da Rabelais ve Montaigne’le başlayan ve XVIII. yüzyıldan itibaren bütün Avrupa’ya yayılan antropolojik düşünceyi besleyecektir.

Japonya’da da bu düşüncenin yansımalarını, uzak ülkelerle ilgili doğrudan bilgilerin olmaması yüzünden, hayali diye sunulan seyahatlerde buluyoruz. Oe Bunpa’nın “tarımı bilmeyen, kurumuş bitki kökleriyle beslenen, başlarında kral bulunmayan ve ok kullanmakta en maharetli olanları hemen efendileri telakki eden” yerlilerin yaşadığı Haraşirya’ya –ki bununla kastedilen aslında Brezilya’dır– yaptığı hayali yolculuk buna bir örnektir. Metin, iki asır önce, Montaigne’in bir denizci tarafından Fransa’ya getirilen Brezilyalı yerlilerle konuştuktan sonra anlattıklarına çok benzer. Günümüzde icra ettiğimiz haliyle antropolojik araştırmanın başlangıcını XIX. yüzyıla yerleştirsek de, bu araştırmayı ilk harekete geçiren gücün, antikacılara özgü merak olduğunu söyleyebiliriz. Büyük klasik disiplinlerin –üniversite kürsülerinde imtiyazlı bir yere sahip olan tarih, arkeoloji, åloloji ve bilimin– arkalarındaki her tür kalıntıyı, artığı unuttuğuna dikkat çekilmiştir. Meraklı kişiler, diğer ilimlerin hor görerek düşünsel çöplüklerine attığı bu bilgi kırıntılarını, parça parça olmuş meseleleri, göz alıcı ayrıntıları adeta eskiciler gibi toplamaya girişmiştir. Şüphesiz ki başlangıçta antropoloji bu münferit ve tuhaf olguların derlenmesinden başka bir şey değildi. Bununla beraber, bu kalıntıların, bu artıkların evvelce zannettiğimizden çok daha önemli olduğunu yavaş yavaş fark etmiştik. Sebebini anlamak da zor değil. Başkalarına baktığında, onlarda kendisine benzeyen şeyler insana çarpıcı gelir. Tarihçiler, arkeologlar, felsefeciler, ahlakçılar ve yazarlar, kısa süre önce keşfedilmiş halklardan, insanlığın geçmişine dair sahip oldukları inançları onaylamalarını istemişlerdir öncelikle. Rönesans’taki büyük keşiýer sırasında, ilk seyyahların anlatılarının niçin şaşkınlık yaratmadığını açıklayan da budur: Yeni dünyaların keşfedilmesinden ziyade, eski çağlara ait geçmişin yeniden bulunduğuna inanılmıştır. Barbar halkların hayat tarzları, Kitabı Mukaddes’te, Yunan ve Latin yazarlarında tasvir edilen cennet bahçesi, altın çağ, gençlik pınarı, Atlantis ya da Mutlular Adası, vb.’nin gerçek olduğunu göstermiştir.

Hatta insanları incelerken çok önem taşıyan farklılıklar görmezden gelinmiş, yadsınmıştır. Zira sonraları Jean-Jacques Rousseau’nun kaçınılmaz olarak dediği gibi, “ortak özellikleri keşfetmek için, önce farklılıkları incelemek gerekir”. Ayrıca bir şey daha keşfedilecektir: Bu münferit ve tuhaf şeyler, dikkati çeken ve başlı başına önemli telakki edilen fenomenlerden çok daha uyumlu bir düzene sahiptir kendi aralarında. Farklı toplumlarda cinsiyetler arasındaki işbölümü tarzları (Belli bir toplumda, çömlekçilikle, dokumacılıkla ya da çiftçilikle uğraşanlar erkekler mi, yoksa kadınlar mıdır?) gibi gözardı edilen ya da pek incelenmeyen olgular, evvelce erişebildiğimizden çok daha sağlam temeller üzerinde, toplumları birbirleriyle karşılaştırmaya ve sınıýandırmaya imkân tanır. İşbölümünden bahsettim; kaldı ki ikâmet kurallarından da bahsedebilirdim. Örneğin evlilik gerçekleştiğinde, genç çift nerede yaşamaktadır? Erkeğin ailesiyle mi, kadının ailesiyle mi? Yoksa ayrı bir yerde mi? Keza, nesep ve evlilik kuralları uzun zaman gözardı edilmiş, fazlasıyla değişken ve anlamsız görünmüşlerdi. Dünyadaki halkların büyük kısmı, niçin kuzenleri, iki erkek kardeşten [amca çocuğu] ya da iki kız kardeşten [teyze çocuğu] mi oldukları, yoksa erkek kardeş ile kız kardeşten [dayı veya hala çocuğu] mi olduklarına göre iki kategoriye ayırmaktadır? Bu durumda, niçin birinci tip kuzenler arasındaki evlilikler yasaklanırken, ikinci tip kuzenler arasındaki evlilikler, dayatılmıyor olsa da, hoş görülmektedir? Ayrıca neden neredeyse bir tek Arap dünyası, bu kurala istisna oluşturmaktadır? Keza beslenme yasakları konusunda da dünya üzerinde hiçbir halk yoktur ki şu ya da bu besin grubunu yasaklayarak özgünlüğünü teyit etmesin: Çinliler için süt, Yahudiler ve Müslümanlar için domuz eti, Amerika’daki bazı kabileler için balık, bazıları için de geyik eti, vb. Bütün bu münferit olgular, halklar arasında pek çok farklılık meydana getirir. Gelgelelim bu farklar, ancak bunları bütün halklarda gözlemleyebildiğimiz takdirde karşılaştırılabilir. Antropologların lüzumsuz gibi görünen farklara ilgi duymasının nedeni budur: Söz konusu farklar, zoologların ve botanikçilerin doğal türleri sınıýandırmak için kullandıklarına benzeyen bir düzeni toplumların çeşitliliğine uygulayarak, antropologların nispeten yalın sınıflandırmalara ulaşmasını sağlar. Bu bakımdan, en etkili araştırmalar, nesep ve evlilik kurallarıyla ilgili olanlardır. Antropologların incelediği toplumlar, yirmi-otuz kişiden, yüzlerce, hatta binlerce kişiye kadar, çok farklı insan mevcutlarına sahip olabilir. Gelgelelim, bizimkilere kıyasla, bu toplumlar çok küçük ölçeklidir, öyle ki bunlardaki insan ilişkileri kişisel bir mahiyete sahiptir. Bu durumu en iyi ortaya koyan şey de, yazısız toplumlarda fertler arasındaki ilişkilerin akrabalık temelinde tasavvur edilmesi eğilimidir: Bu toplumlarda herkes birbirinin ağabeyi, kız kardeşi, kuzeni, kuzini, amcası, teyzesi ve benzeridir. Şayet birinin akrabası değilsek, yabancıyız, dolayısıyla da potansiyel düşmanız demektir.

Soyağacı araştırmasına bile gerek yoktur: Bu tür pek çok toplumdaki yalın kurallar her ferdin, doğuştan hangi kategoriye ait olacağının belirlenmesine imkân tanır ki bu kategoriler arasında da akrabalık bağlarına karşılık gelen bağlar başat rol oynar. Ama teknik ve ekonomik seviyeleri ne kadar mütevazı, toplumsal âdetleri ve dinsel inançları ne kadar farklı olursa olsun, akraba olan fertler arasında izin verilen ve yasaklanan birleşmeleri ayırt etmek için akrabalıkla ilgili bir söz dağarcığı ve evlilik kuralları olmayan hiçbir toplum yoktur. O halde, toplumları birbirlerinden ayırt etmek ve her birini sınıýandırmada uygun bir kümeye yerleştirmek için başvurulabilecek ilk yol bu noktada çıkıyor karşımıza.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir