Danielle Steel – Zoya

Karların yumuşak nemi yanaklarına minik ıslak öpücükler kondurur, atların çıngırakları kulaklarında müzik gibi çalarken, kirpikleri buz tutar ve üç atlı kızak buzlu zeminde kayarken, Zoya gözlerini tekrar kapadı. Bunlar çocukluğundan beri sevdiği seslerdi. On yedi yaşında kendisini büyümüş hissediyordu, aslında hemen hemen bir kadın olmuştu ama yine de, Fyodor, parlayan siyah atları kırbaçlayıp… daha hızlı… daha hızlı… karlar üzerinde koştururken, hâlâ küçük bir kız olduğunu düşünüyordu. Gözlerini tekrar açtığında Tsarskoye Selo’nun hemen dışındaki köyü görebildi. Daha ötedeki ikiz sarayları görmek için gözlerini kısıp bakarken kendi kendine gülümsedi ve ne kadar zamanda geldiklerini anlamak için kürklü eldiveninin yenini çekerek açtı. Annesine, akşam yemeğine yetişeceğine dair söz vermişti… ve çok konuşmazlarsa bunu yapabilecekti… ama nasıl konuşmasınlardı ki… Marie onun en yakın arkadaşı, âdeta kız kardeşi gibiydi. O, sevinçten kahkaha atarken, emektar Fyodor başını çevirip ona baktı ve gülümsedi. O gün, harika bir gün olmuştu. Bale derslerinden hep zevk almıştı ve şimdi bile bale ayakkabıları yanında, koltuğun üzerinde duruyordu. Dans etmek onun için özel bir şeydi, çok seviyordu, bunu çocukluğundan beri hep sevmişti ve bir gün Marie’ye gizlice, hayatta en çok istediği şeyin Maryins-ki’ye kaçıp orada yaşamak ve sabahtan akşama kadar diğer dansçılarla birlikte çalışmak olduğunu fısıldamıştı. Bunu düşünmek bile gülümsemesine neden oldu. Bu, kimseye söyleyemeyeceği bir rüyaydı, onun dünyasındaki insanlar profesyonel dansçı olamazdı. Ama bu konuda çok yetenekliydi, bunu beş yaşından beri biliyordu ve en azından Madam Nastova’dan aldığı dersler sırasında en sevdiği şeyi öğreniyordu. Orada kaldığı süre içinde çok sıkı çalışıyor ve her zaman, günün birinde büyük dans ustası Fokine’in onu keşfedeceğini düşünüyordu. Fakat troyka köyün içinden hızla geçip giderken, birden baleyi bırakıp çocukluk arkadaşı ve kuzeni Marie’yi düşündü.


Zoya’nın babası Konstantin ile Çar, uzaktan kuzen oluyorlardı ve Marie’nin annesi gibi onun annesi de Alman’dı. Tutkuları, sırları, rüyaları, dünyaları, yani hemen her şeyleri ortaktı. Çocukluklarında aynı korkulan ve zevkleri paylaşmışlardı ve annesine, Marie’yi görmeyeceğine dair söz vermiş olmasına karşın, onu görmesi gerekiyordu. Gerçekten de saçmaydı bu, onu neden görmeyecekti ki? Diğerlerini hasta odalarında ziyaret etmezdi ve Marie son derece sağlıklıydı. Zoya’ya bir gün önce bir not göndermiş ve etrafındaki herkesin hasta olmasından çok sıkıldığını bildirmişti. Zaten hastalıkları da ciddi bir şey değildi, sadece kızamıktı. Troyka yoldan hızla geçerken köylüler koşarak kaçtı ve Fyodor kızağı çeken atlara bağırdı. Fyodor, çocukken dedesi için çalışmıştı ve onun babası da daha önce ailenin hizmetindeydi. Fyodor sadece Zoya’nın hatırı için kızın babasının öfkesini ve annesinin sessizce ve nazik bir şekilde göstereceği hoşnutsuzluğu göze alabilirdi. Ayrıca Zoya ona, bunu kimsenin bilmeyeceğine dair söz vermişti ve zaten Fyodor onu daha önce de belki bin kez oraya götürmüştü. Genç kız, kuzenlerini hemen her gün ziyaret ediyordu, zaten minik, sıska Çareviç ve ablalarında kızamık varsa bundan ne çıkardı? Aleksey sadece bir çocuktu ve hepsinin bildiği gibi sağlıklı da değildi. Matmazel Zoya genç, sağlıklı, güçlü ve çok da güzel, sevimliydi. Fyodor’un şimdiye kadar gördüğü en güzel çocuktu ve çocukluğunda da ona Fyodor’un karısı Ludmilla bakmıştı. Karısı bir yıl önce tifodan ölmüş ve çocukları da olmadığından bu, Fyodor için korkunç bir kayıp olmuştu. Artık tek ailesi vardı ve o da yanında çalıştığı aileydi.

Kazak muhafız onları kapıda durdurdu ve Fyodor tüm gücüyle dizginlere asılıp, üzerlerinden buhar tüten atları frenledi. Kar yağışı artmıştı, yeşil üniformalı, kürk kalpaklı atlı nöbetçiler onlara yaklaştı ve kızaktakinin kim olduğunu görünceye kadar tehdit-kâr gözlerle baktılar. Zoya, Tsarskoye Selo’da tanınan bir simaydı. Nöbetçiler onları selamlayınca Fyodor atları tekrar kamçıladı, Fyodorovski kilisesini geçip Aleksandr Sarayı’na doğru yol aldılar. Imparatoriçe, birçok saray içinde en çok burasını severdi. St Petersburg’daki Kışlık Saray’ı balolar ya da devlet törenleri dışında çok az kullanırlardı. Her yıl Mayıs ayında Peterhof daki villaya gider, yaz aylarını Polar Star adlı yatlarında ve Polonya’daki Spa-la’da geçirdikten sonra Eylül ayında her zaman Livadiya Sarayı’na giderlerdi. Zoya da genellikle Smolni Enstitüsü’ne, okuluna dönünceye kadar orada onlarla birlikte kalırdı. Fakat o da Aleksandr Sarayı’nı çok severdi. Kraliçenin leylak rengi ünlü yatak odası takımına hayrandı ve evde kendi yatak odasının da Alix Yenge’ninki gibi yumuşak opal renklerle döşenmesini istemişti. Zoya’nın bunu istemesi annesinin hoşuna gitmiş ve bir yıl önce onun istediğini yerine getirmişti. Marie oraya geldiğinde her zaman, odanın ona, annesinin odasını hatırlattığını söyleyerek onunla dalga geçerdi. iki delikanlı eşinip duran atları tutarken Fyodor oturduğu yerden atladı ve başının üzerinde uçuşan karlara aldırmadan elini Zoya’ya dikkatle uzattı. Zoya’nın kalın kürk mantosu karla kaplanmış ve St Petersburg’dan yaptıkları iki saatlik yolculuk sırasında yüzü soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Arkadaşıyla ancak bir çay içebilecek kadar zamanı olduğunu düşünüp Aleksandr Sarayı’nın insana korku veren girişine doğru yürüyüp kaybolurken, Fyodor da acele adımlarla atların yanına gitti.

Orada ahırlarda arkadaşları vardı ve hanımını beklerken onlara şehirden haberler vermek her zaman hoşuna giderdi. Zoya başındaki büyük samur kürkü şapkayı çıkarıp gür ve kızıl saçlarını, şapkasız olduğunda insanların dönüp baktığı o güzel saçlarını serbest bırakırken, ki bunu yaz aylarında Livadiya’da sık sık yapardı, iki hizmetçi onun mantosunu aldı. Çareviç Aleksey onun parlak kızıl saçlarıyla dalga geçmeye bayılır ve Zoya ona sarıldığında o narin elleriyle onun saçlarını okşardı. Aleksey için Zoya ablalarından biri gibiydi. Zoya, Marie’den iki hafta önce doğduğundan ikisi de aynı yaştaydılar, huyları aynıydı ve onlar da diğer kız kardeşler gibi Aleksey’e daima ‘Bebek’ diye hitap ederlerdi. Şimdi on iki yaşında olmasına rağmen onu hâlâ bebek gibi görüyorlardı ve Zoya ciddi bir ifadeyle onun nasıl olduğunu sorarken, hizmetçilerden biraz daha yaşlı olanı başını iki yana salladı. “Zavallı küçük şey, her yanı beneklerle kaplı ve müthiş öksü-rüyor. Bay Gilliard bugün bütün gün onunla beraber oturdu. Majesteleri kızlarla meşguldü.” Olga, Tatyana ve Anastasya da erkek kardeşlerinden kızamık kapıp hastalanmıştı, burada ciddi bir salgın vardı ve Zoya’nın annesi de zaten bu nedenle onun oraya gitmesini istememişti. Fakat Marie’de hiçbir hastalık belirtisi yoktu ve bir gün önce Zoya’ya bir not gönderip gelmesini istemişti. ‘. Annen izin verirse beni görmeye gel sevgili Zoya…’ Saçlarını sallayıp açar ve kalın yünlü elbisesini düzeltirken, Zoya’nın gözleri ışıl ısıldı. Bale dersinden sonra okul kıyafetini değiştirmişti ve üst katta Marie ve Anastasya’nın odalarına çıkan kapıya doğru, sonu gelmez gibi görünen koridorda hızlı adımlarla yürüyordu. Bir süre sonra, Çar’in yaveri Prens Meşçerski’nin her zaman oturup çalıştığı odanın önünden sessizce geçti.

Ama ayağındaki koca çizmelere rağmen yaver onu duymadı. Zoya, sessizce merdivenden çıkarak birkaç saniye sonra yatak odasının kapısını vurdu ve her zaman duyduğu o sesi duydu. “Evet?” Narin, güzel eliyle kapı kolunu çevirip açan Zoya başını içeriye uzatıp bakarken sanki o gür kızıl saçları onun önünden gidiyordu. Baktı ve çok sevdiği kuzenini pencerenin yanında sessizce dururken gördü. Zoya içeriye süzülüp onu kucaklamak için kollarını açarken, Marie’nin kocaman mavi gözleri birden parladı ve o da ona doğru koştu. “Sevgili Maska, seni kurtarmaya geldim!” “Tanrıya şükürler olsun! Neredeyse can sıkıntısından ölecektim. Burada herkes hasta. Zavallı Anna bile dün kızamığa yakalandı. Annemin dairesinin yanındaki odada kalıyor ve annem de herkese bakma konusunda ısrarlı. Bütün gün onlara çorba ve çay taşımaktan başka bir şey yapmadı ve onlar uyuduğu zaman da diğer odaya geçip erkeklere bakıyor. Burada şimdi sanki bir değil de iki hastane var gibi…” Zoya gülerken o da yumuşak kahverengi saçlarını yolar gibi yaptı. Yan taraftaki Katarina Sarayı savaşın başlarında hastane haline getirilmiş ve împaratoriçe de Kızıl Haç üniformasıyla orada hiç yorulmadan çalışmış, kızlarının da aynı şeyi yapmasını beklemişti, ama hepsinin içinde bu tür işlerden hiç ZOYA 11 hoşlanmayan kişi Marie’ydi. “Artık buna dayanamıyorum! Gelmeyeceksin diye korkuyordum. Seni çağırdığımı duysa annem çok kızar.” iki genç kız kol kola girip odanın diğer tarafına yürüdüler ve şöminenin yanına oturdular.

Marie’nin normal zamanlarda Anastasya ile paylaştığı oda basit ve sade döşenmişti. Diğer kız kardeşlerin odaları gibi, Marie ve Anastasya’nın odasında da sade demir karyolalar, ütülü beyaz yatak örtüleri, küçük masa ve şömine rafının üzerinde de muntazam olarak dizilmiş güzel Paskalya yumurtaları vardı. Marie her yıl arkadaşları tarafından onun için yapılan ve ayrıca ablaları tarafından verilen bu yumurta şekilli biblo türü süs eşyalarını saklıyordu. Bunlar malakit ve ağaçtan yapılmış, bazıları usta eller tarafından oyulmuş ya da taşlarla bezenmişti. Marie, diğer bazı küçük kıymetli eşyaları gibi bunları da çok sever, âdeta tapardı. Hâlâ çocuk odası denen o odalarda, ebeveynin daireleri ya da sarayın diğer bölümlerindeki lüks ve zenginliğin hiçbiri yoktu. Odadaki iki sandalyeden birinin üzerinde, Marie’nin annesinin yakın arkadaşı Anna Virubova tarafından örülmüş nefis bir şal duruyordu. Zoya odaya girdiği zaman, Marie’nin, sözünü ettiği kadındı bu. Kadının yakın arkadaşlığı şimdi kızamık hastalığıyla ödüllendiriliyordu. Bunu düşününce iki kız da gülümsedi. Hastalığa yakalanmadıkları için kendilerini güçlü hissediyorlardı. “Ama sen iyi misin?” Zoya, St Petersburg’dan gelirken üşümemek için giydiği kalın yün giysi içinde, o narin vücuduyla daha da küçük görünürken arkadaşına sevgi dolu gözlerle baktı. Marie ailede güzelliği temsil etmesine karşın, Zoya ondan daha ufak tefek, daha narindi. Marie’de, babasının şaşırtıcı mavi gözleri ve çekiciliği vardı. Ve Marie, mücevher ve güzel giysileri kardeşlerinden çok daha fazla severdi.

Bu da Zoya ile paylaştığı bir tutkuydu. Marie ne zaman onlara ziyarete gelse, saatlerce, gördükleri güzel giysilerden söz eder ve Zoya’nın annesinin şapka ve mücevherlerini deneyip eğlenirlerdi. “Ben iyiyim… ama annem bu Pazar Olga Hala’yla şehre gidemeyeceğimi söylüyor.” Bu, Marie’nin en sevdiği şeydi, bir alışkanlıktı. Halaları Grandüşes Olga Aleksandrovna her Pazar günü 12 DANIELLE STEEL hepsini alıp büyükanneleriyle öğle yemeğine, Aniçkov Sarayı’na götürür, sonra da bazı arkadaşlarını ziyaret ederlerdi, fakat diğer kızlar hasta olduğundan her şey değişmişti. Zoya bunu duyunca suratını astı. “Ben de zaten bundan korkuyordum. Halbuki sana yeni giysimi göstermeyi ne kadar da istiyordum. Büyükannem bana onu Paris’ten getirtmiş.” Zoya’nın büyükannesi Evgenya Petrovna Ossupov olağanüstü bir kadındı. Ufak tefek, narindi ve seksen bir yaşında olmasına rağmen gözleri hâlâ ateş gibi parlardı. Herkes Zoya’nın tamamen ona benzediğini söylerdi. Zoya’nın annesi uzun boylu, zarif, ağırbaşlı bir kadındı, açık sarı saçları ve arzulu mavi gözleriyle bir güzellik örneğiydi. Erkeklerin dünyadan korumak istedikleri bir kadın tipiydi ve Zoya’nın babası da zaten daima öyle davranırdı. Coşkulu kızına karşı bile o kadar hassasiyet göstermezken, karısına karşı, sanki o narin bir çocukmuş gibi davranırdı.

“Büyükanne bana her yanı minik incilerle işlenmrş en harika pembe saten giysiyi almış. Onu görmeni istiyordum!” Çocuklar gibi, oyuncak ayılarından söz edercesine, giysileri hakkında konuştular ve Marie büyük bir neşeyle ellerini çırptı. “Onu görmek için sabırsızlanıyorum! Gelecek hafta herkes iyileşir. O zaman geliriz. Sana söz veriyorum! O zamana kadar şu senin leylak rengi komik odan için bir yağlıboya resim yaparım.” “Benim odamla dalga geçip durma bakalım! O da neredeyse annenin odası kadar zarif ve şık!” îki kız gülerken çocukların spanyel köpeği Joy koşup zıplayarak odaya daldı ve ellerini şöminede ısıtıp Marie’ye, Smolni’deki diğer kızlardan söz eden Zoya’nın ayaklarına sürtündü, mutlu görünüyordu. Marie, kız ve erkek kardeşleri, öğretmenleri Pierre Gilliard ve İngilizce hocaları Bay Gibbes’le evde kapalı kaldığından, Zoya’nın hikâyelerini dinlemekten büyük zevk alıyordu. “En azından şu anda ders görmüyoruz. Bay Gilliard çok meşgul, Bebek’le oturuyor. Bay Gibbes’i de bir haftadır görmedim. Babam onun kızamığa yakalanmaktan müthiş korktuğunu söyledi.” iki kız yine güldüler ve Marie, sevgi dolu hareketlerle Zoya’nın gür kızıl saçlarını örmeye başladı. Bu, vakit geçirmek için küçüklüklerinden beri yaptıkları bir şeydi. Gerçi savaştan sonra ZOYA 13 konuşulacak fazla şey kalmamıştı, ama yine de St Petersburg ve tanıdıkları insanlar hakkında konuşup dedikodu yaparken birbirlerinin saçlarını örerlerdi. Zoya’nın ailesi bile artık eskisi kadar çok parti vermiyor ve bu da genç kızın canını sıkıyordu.

Zoya parlak renkli üniforma giymiş erkeklerle konuşmaktan ve güzel giysiler giyip harika mücevherler takmış kadınlara bakmaktan büyük zevk alırdı. Gördüğü flörtleri, kimin güzel kimin çirkin olduğunu ve en büyük elmas kolyeyi kimin taktığını Marie ve kız kardeşlerine anlatmak için yeni fırsatlar bulurdu, imparatorluk Rusya’sı başka hiçbir yerde bulunmayan bir dünyaydı. Ve Zoya da bu dünyanın merkezinde, annesi ve ondan önce de büyükannesi gibi bir kontes olarak mutlu bir yaşam sürmüştü. Baba tarafından Çar’la akraba olduklarından o ve ailesi, birçok soylu kişiye verilen imtiyazlı pozisyonlardan ve lüks yaşamdan yararlanmışlardı. Kendi evi bile Aniçkov Sarayı’nın küçük bir modeli ve oyun arkadaşları tarihe adları geçecek kişiliklerdi, ama tüm bunlar ona tamamen normal ve olağan geliyordu. Zoya ayakları dibinde oynaşan köpeğe baktı. “Joy çok mutlu görünüyor. Yavruları nasıl?” Marie gizemli bir gülümsemeyle baktı ve narin omzunu silkti. “Çok tatlılar. Oh, bekle…” Zoya’nın, ördüğü uzun saçını bıraktı ve neredeyse unuttuğu bir şeyi almak için masasına koştu. Zoya bunun, arkadaşlarından birinden gelen bir mektup veya Aleksey’in bir fotoğrafı ya da kız kardeşlerinin resimleri olduğunu tahmin etti. Marie, her buluştuklarında onunla paylaşacak bir hazine bulurdu, bu kez de küçük bir şişe getirdi ve onu gururla arkadaşına uzattı. “Nedir bu?” “Harika bir şey… hepsi senin!” Zoya başını eğip küçük şişeye bakarken Marie hafifçe onun yanağını öptü. “Oh Maska! Yoksa?… Yoksa bu?” Marie hafifçe burnunu çekip onu doğruladı. Zoya’nın aylardan beri imrendiği ve Marie’nin en sevdiği ‘Lilas’ parfümüydü bu.

“Nerden buldun bunu?” “Lili onu bana Paris’ten getirdi. Buna sahip olmaktan hoşlanacağını düşündüm. Bende annemin aldığı şişede hâlâ yeterince var.” Zoya gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı, çok mutlu ve 14 DANIELLE STEEL masum görünüyordu. Zevkleri çok masumane ve basitti, zararsızdı… köpek yavruları, parfüm… yaz aylarında Livadiya’nın kokulu çayırlarında uzun yürüyüşler… ya da kraliyet yatıyla fiyortlar arasında dolaşırken oynadıkları oyunlardı. Mükemmel bir yaşamları vardı, bazen hakkında konuşmalarına karşın, savaşın gerçeklerinden bile uzak bir yaşamdı bu. Marie, yandaki sarayda tedavi edilen yaralılarla bir gün geçirdikten sonra hep üzgün ve sinirli olurdu. Onların yaralanıp sakatlanmaları… hatta öleceklerini bilmeleri… zalimane bir şeydi… ama yine de, erkek kardeşinin sürekli tehdit eden hastalığı kadar endişe verici değildi tabii. Onun hemofili hastalığı nedeniyle kanının pıhtılaşmaması genellikle daha ciddi ve gizli konuşmalarının konusunu oluştururdu. Hastalığın ne olduğunu aile bireyleri dışında hemen hemen kimse bilmiyordu. “O iyi, değil mi? Yani… kızamık ona…” Küçük parfüm şişesini kenara koyan Zoya’nın gözlerinde endişeli bir ifade vardı ve tekrar Aleksey’den söz etmeye başladılar. Ama Marie’nin yüzündeki ifade güven vericiydi. “Kızamığın ona zarar vereceğini sanmıyorum. Annemin söylediğine göre Olga ondan daha hastaymış.” Olga her ikisinden de dört yaş daha büyük ve çok daha ağırbaşlıydı.

Aynı zamanda Zoya, Marie ve diğer iki kız kardeşi gibi değildi, çok utangaçtı. “Bugün bale dersinde çok eğlendim, harika vakit geçirdim.” Marie çay istemek için zili çalarken Zoya içini çekti. “Keşke dansla harika şeyler yapabilseydim.” Marie güldü. Sevgili arkadaşının rüyalarını daha önce de duymuştu. “Nasıl yani? Diaghilev tarafından keşfedilmek gibi şeyler mi?” Güldüler, fakat Zoya’nın gözlerinde güçlü bir ışık vardı. Zaten Zoya’nın her şeyi güçlüydü. Gözleri, saçları, ellerinin hareketleri, odanın içinde dolaşması ya da arkadaşını kucaklaması hep onun gücünü gösteriyordu. Ufak tefekti ama güçlüydü, hayat ve heyecan doluydu. Zaten adı da hayat anlamına geliyordu ve bu isim, böyle bir kız ve yavaş yavaş ortaya çıkan bu genç kadın için çok uygun bir isimdi. “Doğru söylüyorum… ve Madam Nastova çok iyi olduğumu söylüyor.” Marie tekrar güldü ve göz göze gelip ay-ZOYA 15 nı şeyi düşündüler… Aleksandra ile evlenmeden önce Çar’ın metresi olan Mathilde Kchessinskaya adlı balerindi düşündükleri… sadece karanlık yaz gecelerinde ve yetişkinlerin duyamayacağı bir mesafede konuşulabilecek, yasak bir konuydu bu. Zoya bir gün annesine bundan söz edecek olmuş ve kontes birden öfkelenip ona bir daha bu konuda konuşmamasını söylemişti. Bu konu genç kızların ağzına asla yakışmazdı.

Ama Zoya konuyu tekrar açtığında büyükannesi daha bir hoşgörülü davranmış ve eğlenceli bir ses tonuyla sadece, kadının çok iyi, yetenekli bir dansçı olduğunu söylemişti. “Hâlâ Maryinski’ye kaçmanın hayalini kuruyor musun?” Zoya birkaç yıldır bundan söz etmemişti ama Marie onu çok iyi tanırdı, ne zaman şaka yaptığını, ne zaman ciddi olduğunu ve hayalleri hakkında ne kadar ciddi düşündüğünü çok iyi bilirdi. Aynı zamanda, bunun Zoya için olanaksız bir hayal olduğunu da biliyordu. Günün birinde evlenip çocuk sahibi ve annesi gibi nazik bir kadın olacak, ömrünü ünlü bir bale okulunda geçirmeyecekti. Fakat bir Şubat günü öğleden sonra, sıcak çaylarını yudumlayıp, odanın içinde koşturup duran köpeği seyrederken bu tür konulardan ve hayallerden söz etmek eğlenceli oluyordu. Saraydaki kızamık salgınına rağmen, o zaman, hayat onlara daha rahat ve güzel geliyordu. Marie, Zoya’nın yanında bir süre için de olsa sorunlarını ve sorumluluklarını unutuyordu. Bir gün Zoya kadar özgür olmayı isterdi. Ebeveyninin günün birinde, onun için evleneceği adamı seçeceklerini çok iyi biliyordu. Fakat ondan önce iki ablasını düşünmeleri gerekiyordu… ateşe bakarken, o adamı sevip sevemeyeceğini düşündü. “Neler düşündün yine bakayım?” Dışarda kar yağar ve alevler çıtırdarken Zoya’nın sesi yumuşaktı. Hava kararmış ve Zoya akşam yemeğine yetişmesi gerektiğini unutmuştu bile. “Maska?… çok ciddi görünüyordun.” Marie gülmediği zaman hep böyle ciddi görünürdü. Gözleri pırıl pırıl, masmavi, sıcak ve sevgi doluydu, annesininkilere benzemiyordu.

“Bilmiyorum… sanırım saçma şeyler…” Arkadaşına bakıp hafifçe gülümsedi. İkisi de on sekizine yaklaşmıştı ve evlilik artık akıllarına geliyordu… belki savaştan sonra… “Günün birinde 16 DANIELLE STEEL kimlerle evlenebileceğimizi düşünüyordum.” Zoya ile her zaman dürüst konuşurdu. “Bunu bazen ben de düşünüyorum. Büyükannem de zaten artık bunu düşünmenin zamanı geldi diyor. Ona göre Prens Orlov benim için uygun bir erkek olurmuş…” Sustu ve birden gülüp başını arkaya atınca Maşka’nın gevşek olarak ördüğü saçları dağılıverdi. “Görüp de, evleneceğin erkek olmasını istediğin biri var mı?” “Pek yok gibi. Olga ve Tatyana’nın benden önce evlenmeleri gerek. Ama Tatyana o kadar ciddi ki onun evlenmek isteyebileceğini bile düşünemiyorum.” Kardeşler içinde anneye en yakın olan oydu ve Marie de onun aileden ayrılmak istemeyeceğini kolayca düşünebiliyordu. “Ama yine de çocuk sahibi olmak güzel bir şey olmalı.” Zoya, “Kaç çocuk isterdin?” diyerek onunla eğlendi. “En azından beş.” Kendi ailesi kalabalıktı ve bu onun için mükemmel bir aile tipiydi. Zoya kendinden emin bir tavırla, “Ben altı çocuk isterim,” dedi.

“Üç oğlan ve üç de kız çocuğu.” “Hepsi de parlak kızıl saçlı mı?” Marie arkadaşıyla eğlenirken güldü ve masanın üzerinden eğilip hafifçe onun yanağını okşadı. “Sen gerçekten benim en iyi arkadaşımsın.” Göz göze geldiler ve Zoya onun elini tutup çocukça bir sıcaklıkla öptü. “Hep senin gerçek kardeşim olmanı istemişimdir.” Zoya’nın bir ağabeyi vardı ve onu özellikle kızıl saçları için acımasızca kızdırır, alay ederdi. Onun saçları babasınınki gibi siyahtı ama gözleri Zoya’nınkiler gibi yeşildi. Ağabeyinde babasının ağırbaşlılığı ve gücü vardı. Zoya’dan beş buçuk yaş büyüktü, yirmi üç yaşındaydı. “Nikolay nasıl bugünlerde?” “Her zamanki gibi korkunç. Ama annem onun cephede değil de burada, Preobrajenski Muhafızlarında olmasından son derece memnun. Büyükannem onun, partileri kaçırmamak için burada kaldığını söylüyor.” ikisi de güldü ama uzun boylu bir kadın sessizce içeriye girip onlar daha onun farkına varmadan kızları süzerken, ortam ciddileşmeye başlamıştı. Büyük gri bir kedi de ka-dınla birlikte içeriye girmiş ve onun yanında durup kızlara bakmaya başlamıştı. Bu gelen, diğer üç kızının hasta odasından çıkıp gelmiş olan împaratoriçe Aleksandra’ydı.

“İyi günler kızlar.” Zoya dönerken kadın gülümsedi, iki kız da ayağa fırladı ve Zoya onu öpmek için koştu. Çariçe de yıllar önce kızamık geçirmişti ve artık bulaşma tehlikesi olmadığını biliyordu. “Yenge! Herkes nasıl?” Çariçe Zoya’yı sevgiyle kucakladı ve yorgun bir gülümsemeyle içini çekti. “Şey, tabii ki iyi değiller. Zavallı Anna’nın durumu hepsinden de daha kötü gibi.” En iyi arkadaşı olan Anna Virubova’dan söz ediyordu. O ve Lili Dehn onun en yakın dostlarıydı. “Ya sen, küçük şey? İyi misin?” “iyiyim, çok teşekkür ederim.” Zoya her zaman olduğu gibi yine kızardı. Kızıl saçlı olduğu için teni çok çabuk kızarırdı ve kraliyet yatında ya da Livadiya’ya gittiklerinde güneşte yanmak en çok nefret ettiği şeydi. “Annenin sana bugün bizi ziyaret izni vermesine şaşırdım doğrusu.” Kontesin, hastalığın bulaşmasından ne kadar korktuğunu biliyordu. Ama Zoya’nın daha çok kızaran yüzü ona durumu anlattı, genç kızın itirafına gerek bile yoktu, Çariçe güldü ve parmağını ona doğru salladı. “Demek öyle! Yani onun haberi yok? Peki ama ona ne diyeceksin? Bugün nerede olduğunu söyleyeceksin?” Zoya suçluluk duygusuyla güldü ve sonra da Marie’nin annesine, eve gidince kendi annesine ne söyleyeceğini açıkladı.

“Saatlerce bale dersindeydim ve Madam Nastova’yla çok sıkı çalıştım.” “Anlıyorum. Senin yaşındaki kızların bu tür yalanlar söylemesi insanı şaşırtıyor, ama ikinizi ayırmanın olanaksız olduğunu da bilmemiz gerek tabii.” Çariçe kızına döndü. “Zoya’ya armağanını verdin mi aşkım?” împaratoriçe ikisine de bakıp güldü. Genellikle onlarla mesafeli olurdu, ama yorgunluk onu hem yumuşatmış ve hem de daha sevecen yapmış gibiydi. “Evet!” Zoya masanın üzerindeki ‘Lilas’ şişesini gösterip heyecanla konuştu. “En sevdiğim şeydir bu!” Çariçe soran gözlerle kızına baktı, Marie kıkırdayıp odadan hemen çıktı ve Zoya Çari-çe’yle konuşmaya başladı. “Nikolay Amca iyi mi?” “iyi, ama onu pek göremiyorum. Zavallı adam cepheden buraya dinlenmeye geldi ve kendisini birden kızamık salgınının ortasında buluverdi.” İkisi de gülerken Marie, elinde küçük bir battaniyeye sarılı bir şeyle döndü. Battaniyenin içinden garip, cılız bir ses duyuldu, âdeta bir kuş sesini andırıyordu ve birkaç saniye sonra, uzun, ipek gibi kulakları ve parlak oniks gözleriyle kahverengi beyaz bir yüz çıktı ortaya. Köpeğin yavrularından biriydi bu. “Oh, ne kadar da tatlı! Onları haftalardır görmemiştim!” Zoya elini uzatınca köpek yavrusu incecik sesiyle havladı ve onun parmaklarını yalamaya başladı. Marie gururlu bir sesle, “Bu bir dişi, adı da Sava,” derken, heyecanlı bir ifadeyle Zoya’ya bakıyordu.

“Annem ve ben onu sana vermek istiyoruz.” Zoya şaşkın gözlerle ona bakarken, Marie köpek yavrusunu ona uzattı. “Bana mı? Aman Tanrım… peki ama ben…” Neredeyse, ‘Peki ama ben anneme ne söyleyeceğim?’ diyecekti ama yavruyu geri almalarını istemediğinden hemen sustu, fakat tmparatoriçe her şeyi anlamıştı. “Hay Allah… annen köpeklerden pek hoşlanmıyor, değil mi, Zoya? Bunu unutmuştum. Acaba bana kızar mı dersin?” “Hayır!… hayır… asla.” Zoya hemen lafı çevirdi ve minik yavruyu kucağına alıp sevdi, bu arada Sava da onun burnunu, yanaklarını ve gözlerini yalayıp duruyordu ve Zoya, küçük spanyel saçlarını yakalamasın diye başını arkaya attı. “Ah, ne kadar da sevimli! Bu yavru gerçekten de benim mi şimdi?” “Bunu alırsan bana büyük bir iyilik yapmış olacaksın hayatım.” İmparatoriçe gülümsedi ve içini çekerek sandalyelerden birine âdeta çökercesine oturdu. Son derece yorgun görünüyordu ve Zoya ancak o zaman onun Kızıl Haç üniforması giymiş olduğunu fark etti. Acaba bu üniformayı çocukları ve arkadaşına bakarken mi giymişti, yoksa bütün gün ayrıca hastanede mi çalışmıştı? Çariçe hastanedeki görevini çok ciddiye alıyor ve kızlarının da aynı şekilde davranmasını istiyordu. “Anne, biraz çay ister misin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir