Danielle Trussoni – Angelopolis

V. A. Verlaine, polis kordonunu yararak cesede doğru yürüdü. Vakit gece yansına geliyordu, ortalıktan el ayak çekilmişti ama Champ de Mars’m bütün çevresi -Branly Rıiıtırm’ndan ta Gustave Eiffel Caddesi’ne kadar- polis arabalarının ablukası altındaydı, her tarafta kırmızı-mavi ışıklar çakıyordu. Olay yerinin bir köşesine dikilmiş olan projektörün sert ışığı, buz mavisi kan içinde yatan paramparça bir maktulü aydınlatmaktaydı. Kurbanın yüzü tanınmaz haldeydi, vücudu kan içinde ve çarpılmıştı, uzuvları bir ağacın kınlan dalları gibi iç kaldıran şekillerde bükülmüş duruyordu. Verlaine’in aklından “lime lime olmak” deyimi geçti. Yaratığın ölümünü görmüş, kanatlarının üstüne örtülüşünü izlemişti. Acıyla sarsılışına tanık olmuş, canhıraş ve hayvansı çığlıklarının bitkin iniltilere dönmesini dinlemişti. Biri göğsünde, diğeri kafasında iki derin yara olmasına rağmen yaratık sanki mücadeleden hiç vazgeçmeyecek, sonsuz bir yaşama dürtüsüyle, kopkoyu kanının yere yayılmasına aldırmadan direnecek gibi gelmişti. Nihayet yaratığın gözlerine bulanık bir perde inmiş, yüzüne ölü balık ifadesi gelince emin olmuştu Verlaine meleğin öldüğünden. Başını çevirip şöyle bir geriye baktığında dişlerini sıktı. Polis kordonunun gerisi, ne olduklarım bildiğini bilseler onu sayısız şekilde öldürüverecek envai çeşit canlı kaynıyordu. Bir an durup bilim adamı soğukluğu ve gözlemciliğiyle yaratıkları akimda tasnif etti: Gruplar halinde bekleşen Mara melekleri, bahşedilmiş güzellikleriyle insanoğlunu ayartan kadersiz fahişeler kis-vesindeydi; geçmişi ve geleceği görebilen Gusia melekleri vardı; bir de melekler dünyasının dokunulmazlan sayılan kınk dökük Rahab melekleri. Anaklar ise sivri tımaklanndan, geniş almlann-dan, kafataslarının hafif bozuk yapısından ele veriyordu kendilerini. Bunların hepsini bir anda zihninde gördüğü berraklık, dikkatini cinayet mahallinin kargaşasına çevirirken silinmedi. Maktulün kanı, projektörün aydınlattığı alanın köşelerine ulaşmış, karanlığa sızıyordu. Aklını toplayabilmek için Eiffel Kulesi’nin demir konstrüksiyonuna odaklanmaya çalıştıysa da, tüm dikkatini yaratıklar tüketiyordu. Gecenin koyu karanlığında çırpınan kanatlarından alamıyordu gözlerini. Verlaine, bu yaratıkları görebilme kabiliyetini on yıl önce keşfetmişti. Tanrı vergisiydi bu; melek kanatlarını çok az insan yoğun eğitimden geçmeden görebilirdi. Meğer Verlaine’in ilkokul beşten beri gözlük takmasına, gözlük olmadan burnunun ucunu görememesine yol açan miyopluğu, ışığın gözlerine tam da melek kanatlarını seçebilmesini sağlayan bir spektrumla girmesine neden oluyormuş. Melek avcısı olmak için doğmuştu o. Şimdiyse Verlaine, meleklerden ışıyan rengi, onlan insanların işgal ettiği cansız ve renksiz boşluklardan ayıran bu haleyi gözünden silemiyordu: Champ de Mars’da dolaşmalarını takip ediyor, bir yandan göz ucuyla hareketlerim kollarken, diğer yandan keşke gözümden gitseler diye yanıyordu. Kimi zaman, deli olduğuna kesin kanaat getiriyor, bu yaratıkları başına üşüşen cinler gibi görüyor, kendini sırf ona eziyet ve işkence etmek için toplanmış kırk türlü iblisin cirit attığı kişiye özel bir cehennem katında hissediyordu. Böyle düşüne düşüne varacağı yer, tımarhaneydi. Dengesini koruması, görüş mekanizmasının normal insanlardan yüksek frekansta çalıştığım, bunun da her ne kadar zarar verebilecekse de özenle korunması gereken bir Tann vergisi olduğunu akimdan çıkarmaması gerekiyordu. Dostu ve hocası, onu New York’tan yanma alıp melek avcısı olarak eğiten Bruno, sinirlerini yatıştıracak bir hap vermişti; Verlaine bunları mümkün mertebe almamaya çalışsa da, ceket cebindeki mineli kutuya uzanıp iki beyaz hap çıkarırken buldu kendini. Omzuna biri dokununca döndü. Bruno asık bir suratla arkasında duruyordu. “Kesiklere bakılırsa Emim saldırısı” dedi bıyık altından. “Yanıklardan da belli zaten” dedi Verlaine. Yetmişler modasını canlandırma çabalarının zevksiz bir örneği olan san polyester ceketinin düğmesini açıp cesede iyice yaklaştı. “Üzerinden kimlik çıktı mı?” Hocası kan lekeli açık renk süet bir cüzdan çıkarıp içindekileri taramaya başladı. Yüzü bir anda çarpıldı. Bir kart çıkardı. Verlaine kartı aldı. New York sürücü ehliyetiydi; yeşil gözlü, siyah saçlı bir kadının fotoğrafı vardı. Fotoğrafın yanında Evangeline Cacciatore yazdığını görünce kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Bruno’ya derin bir nefes aldıktan sonra dönebildi. “Sence o olabilir mi gerçekten?” diyen Verlaine, hocasının yüzüne dikkatle baktı. Bruno ile ilişkisinin, Melekbilimciler Topluluğu ile bağlarının, hatta hayatmın şu andan sonraki kısmının, şu on dakikayı nasıl atlatacağma bağlı olduğunu biliyordu. “Evangeline insandır; burada yatan bir mavi kanlı Nefil dişisi” diye cevap verdi Bruno aralarındaki kanlı cesede doğru elini uzatarak. “Ama buyur istersen.” Verlaine parmaklarını maktulün trençkotunun düğmelerinden içeri soktu; öyle şiddetli titriyordu ki, ancak bir yere tutunduktan sonra cesedin omuzlarım yoklayabildi. Kadımn tanmacak hali kalmamıştı. Evangeline’i ilk gördüğü anı hatırladı. Kederli bir güzelliği vardı, ona kutsal metinlerini çalmaya gelmiş bir hırsızmış gibi bakmıştı iri yeşil gözleriyle. Maksadından kuşkulanmış, onu içeri almayacağına kesin karar vermişti. Sonra Verlaine güldürmüştü onu ve sert kabuğu çatlamıştı. Aralarında geçen o an içini dağla-mıştı ve ne kadar uğraşırsa uğraşsm, unutamamıştı Evangeline’i. Azize Rose Manastırı’nm kütüphanesinde, önlerinde açık kitaplarla yan yana ve dünyanın asıl halinden bihaber durmalarının üstünden on yılı aşkın zaman geçmişti. “İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. ” işte bu sözler ve bunları ona gösteren kadın, hayatını değiştirmişti. Evangeline hakkmdaki gerçeği kimseye anlatmamıştı. Onun yaratıklardan biri olduğunu kimse bilmiyordu. Verlaine, Evangeline’in sımnı saklamaya içten içe yemin etmişti. Hakikati biliyordu ama tek bir kimseye bile söylemeyecekti. Şimdi anlıyordu ki, âşık olduğu kadımn hatırasına sadık kalmasının tek yolu buydu. Verlaine ehliyeti cebine atıp uzaklaştı. McDonald’s, Champs-Élysées Caddesi, birinci arrondissement, Paris Paris’in her tarafı melekbilimcilerle doluydu; bu yüzden burası, hele de Eno gibi sarsak bir Emim meleği için dünyanın en tehlikeli yeriydi. Diğer dişi Emimler gibi o da fidan boylu, elmacık-kemikleri çıkık, dolgun dudaklı, külrengi tenliydi. Gözlerine ağır, koyu makyaj yapar, kırmızı ruj sürüp siyah deriler giyer, kanatlarını da çoğunlukla korkusuzca açarak dolaşırdı melekbilimci-lerin gözüne sokmak için. Bu açıktan açığa kışkırtma sayılırdı ama Eno’nun saklanmaya hiç niyeti yoktu. Dünya yakında onların olacaktı; Grigoriler söz vermişti bir kere. Ama yine de, melekbilimciler Paris’in her tarafında pusudaydı; elli yıldır Melekbilim Akademisi arşivinden çıkmamışa benzeyen ulemasından gördükleri her yaratığın fotoğrafını çeken işgüzar acemilerine, melek kanı numuneleri arayan melek biyologlarından Eno’yu en çok düşündürenleri olan melek avcılarına kadar herkes sokaktaydı. Bu sersemler sık sık Golobiumlarla Emimle-ri, Emimlerle de Grigoriler gibi daha arı varlıkları karıştırırlardı. Hele bu aralar her köşe başında bir avcı türemiş, gördükleri her meleği derdest etmek için pusu kurar olmuşlardı. Avcıları uzaktan tespit edebilenler için bu durum Paris’te hayatı zorlaştırmaktan başka bir dert yaratmazdı. Ama tespit edemeyenler, şehirde attıkları her adımda ölümle kumar oynarlardı. Eno’nun çarpışma kuralları gayet netti elbette, en önemli kural da yakalanma riskini başkalarının üzerine bırakmaktı. Evangeline’i öldürdükten sonra hemen olay yerinden uzaklaşmış, onu aramanın kimsenin akimın ucundan geçmeyeceği Champs-Elysees’de yürümeye başlamıştı. Kimi zaman göz önünde olmanın, saklanmanın en iyi yolu olduğunu kavramıştı. Eno, elindeki köpük bardağı avuçlarının arasına alarak Champs-Elysees’nin duraksız koşuşturmasına baktı. Paris’teki işini bitirmişti, en kısa zamanda efendilerinin yanma dönecekti. Genç bir dişi Nefil’i bulup öldürme görevi verilmişti ona. Yaratığı haftalarca takip etmiş, onu izlemiş, davranış şekillerini öğrenmişti. Hedefine merak duymaya başlamıştı. Evangeline, daha önce gördüğü Nefıllere hiç benzemiyordu. Efendilerine bakılırsa Evangeline, Grigori soyundan geliyordu ama bu soyun karakteristik özelliklerinden hiçbirini taşımıyordu. Normal insanlar arasında büyümüş, Nefıller tarafından terk edilmişti ve Eno’nun gözlemlediği kadarıyla, insanlığın haline tavrına tehlikeli bir yakınlık duyuyordu. Grigoriler, Evangeline’m öldürülmesini emretmişti. Eno, efendilerinin sözünden çıkmazdı. Efendileri de onun beklentilerini karşılayacaktı mutlaka. Memleketi Rusya’ya dönecek, Emim meleklerinin arasına kolayca karışabilecekti. Paris’te çok dikkat çekiyordu. Artık işi bitmişti ve bu tehlikeli, lanet şehirden uzaklaşmak istiyordu. Parisli melekbilimcilerin ne tehlikeli olduğunu çok acı bir şekilde öğrenmişti. Çok yıllar önce, gençken ve insanlara safça bir iyi niyetle yaklaşırken, az daha bir melekbilimci öldürüyordu onu. 1889’un yaz aylarıydı, insanlar Paris Dünya Fuarı için dikilen Eiffel Kulesi’ni görmek üzere şehre akın etmişti. Eno fuarda gezindikten sonra, çevredeki alanları dolduran kalabalığın arasına karışmıştı. Emimlerin çoğunun aksine, Paris’i dolduran aşağılık varlıkların arasında yürümeyi, onların kafelerinde oturup bahçelerinde gezinmeyi çok seviyordu. İnsan toplumunun telaşına, nafile varlıklarının patlayan enerjisine kapılmaktan hoşlanırdı. Dolaşırken, bir İngiliz’in Champ de Mars’ın diğer tarafından dikkatle ona baktığım fark etmişti. Ayaküstü fuardan konuşmuşlar, sonra adam koluna girip onu askerlerin, fahişelerin, ayakta-kımının arasından, atların ve arabaların önünden geçirerek uzaklaştırmıştı. Yumuşak sesine, centilmence hareketlerine bakılırsa, çoğu insandan daha yüksek bir konumdaydı. Adam elini narin bir varlık gibi özenle tutmuş, elmas inceleyen kuyumcu dikkatiyle süzmüştü onu. Eno, insan tutkusunun yoğunluğunu, aşkın insan hayatını kontrol edip biçimlendirmesini hep büyüleyici bulmuştu. Bu adam da şimdi onu arzuluyordu. Hoşuna gidiyordu bu Eno’nun. Adamın saçlarını, kara gözlerini, takım elbisesi ve şapkasıyla jilet gibi duruşunu hâlâ hatırlıyordu. Adamın, onun asıl kimliğini çözüp çözmediğini kestirmeye çalışmıştı. Adam onu kalabalıktan uzaklaştırmış, bir çalının arka-smda yalnız kaldıklarında ise gözlerinin içine bakmıştı. Bir an öncesine kadar nazik ve sevgili bir adamken, ansızın kan bürümüştü gözünü. Eno bu dönüşüme, insan tutkusunun kaypak doğasına, insanın aynı anda birini hem çok sevip hem ondan nefret etmesine şaşmıştı. Adam ansızın hançerini çekip üzerine atılmıştı. “Canavar” diye tıslamıştı öfke dolu bir sesle. Eno kendini yana atınca, bıçak hedefini şaşırmış, kalbini delecek yerde omzuna isabet etmiş, elbisesini parçalayarak kemiğine kadar inmiş, etini adeta kemiğinden sıyırmıştı. Eno adamın boğazına sarılarak karşılık vermiş, gözleri taş kesilene kadar kemikleri çatır çatır kırarak sıkmıştı. Sonra onu ağaçların arkasına çekmiş, onda güzel bulduğu ne varsa yok etmeye koyulmuştu. Güzelim gözleri, kadife teni, narin kıvrımlı kulakları, daha birkaç dakika öncesine kadar ona zevk veren parmaklan… Adamın ceketim omzuna atarak yarasını gizleyebilmişti ama utancım gizleyemiyordu. Kesikten geriye, hilal şeklinde bir yara izi kaldı. Ara ara aynanın önüne geçer, yara izine bakarak insanların ne büyük hıyanetler işleyebileceğini hatırlardı. Gazetedeki bir haberi okuyunca, adamın melekbilimci, XIX. yüzyılda Fransa’da faaliyet gösteren yüzlerce İngiliz ajanından biri olduğunu öğrenmişti. Tuzağa düşmüştü. Kandırılmıştı. Adam çoktan ölmüştü ama sesi hâlâ kulağında, ona Canavar diye tıslarken nefesinin sıcaklığı yüzündeydi. Canavar kelimesi içine işlemiş, bir tohum gibi filizlenip serpilmiş, onu tüm bağlarından kurtarmıştı. O andan itibaren kiralık katillikten, işini bitirdiği her kurbanıyla birlikte daha çok zevk almaya başlamıştı. Melekbilimcilerin davranışlarını, melekleri avlama ve öldürme tekniklerini avcunun içi gibi öğrenene kadar incelemişti. Artık bir avcının kokusunu alabiliyor, varlığım duyumsuyor, kendisini yakalayıp katletme isteğini hissedebiliyordu. Hatta bazen üzerinde fantezilerini gerçekleştirmelerine bile göz yumuyordu. Bırakıyordu onu yataklarına götürsünler, bağlasınlar, oynasınlar, canını yaksınlar. Eğlencesi kaçınca, öldürüyordu onları. Tehlikeli bir oyundu ama kontrolü Eno’daydı. Eno, kara ve geniş camlı gözlüğünü taktı. Gözlüksüz kolay kolay dışarı çıkmazdı. Gözlük Emimlerin en belirgin özellikleri olan iri san gözlerini ve fazlasıyla çıkık elmacıkkemiklerini gizliyor, onu insan gibi gösteriyordu. Arkasına yaslanıp uzun ba-caklannı uzatarak gerindi, gözlerini kapatarak Evangeline’in yüzündeki korkuyu, tırnaklarını göğüs kafesinin altına takıp yırttığı etin direncini, mavi karım kaldırıma fışkırdığı anda kendi duyduğu şaşkınlığı anımsadı, ilk kez kendinden üstün bir yaratığı öldürüyordu ve bu yaşadığı, o güne kadar öğretilenlerin tümüyle dışındaydı. Bir Nefil’e yaraşır şekilde karşı koymasını beklemişti. Ama Evangeline’i öldürmek, bir insanı öldürmek kadar zavallıca kolay olmuştu. Telefonu cebinde titreyince onu almak için uzanırken, gözünü bir insanlara bir meleklere çevirerek etrafı kolaçan etti. Bu numaradan tek bir kişi arardı, onunla da kimseye duyurmadan konuşması şarttı. Nefillere hizmet etmek Emimlere atalarından mirastı ve Eno da yıllardır bu görevini yerine getiriyor, Grigorilere korku ve minnetle hizmet ediyordu. O, savaşçı kastına mensuptu ve kaderini sineye çekmişti. Bir hayatın parmaklarının arasından kaymasına, kurbanlarının son nefeslerini vermesine tanık olmaktan başka bir şey yapmak istemiyordu. Titreyen elleriyle telefonu açtı. Efendisinin hırıltılı, frsrltrlı, iktidar, acı ve ölümle özdeşleştirdiği baştan çıkarıcı sesini duydu. Adam sadece birkaç kelime söyledi ama Eno -konuşmasından, zehirli gibi gelen sesinden- bir şeylerin ters gittiğini hemen anladı. Branly Rıhtımı, yedinci arrondissement, Paris Cesedini Eiffel Kulesi’nin dibinde bulduğu Evangeline’in öleceği, Verlaine’in içine doğmuştu. Bir rüyasında, kız ışıktan vücuda gelmiş ürkünç bir yaratık olarak görünmüştü ona. Sesi zihninin koridorlarında yankılanmış, başta anlaşılmazken kendini zorladıkça çözülmeye başlamıştı. Gel bana demişti tepesinde duran güzel ve korkunç, cildi ışıkla parlayan, kanatlan incecik bir şal gibi omuzlarına örtülmüş yaratık. Rüya gördüğünü, karşısındakinin bir hayal ürünü olduğunu, bilinçaltmdan bulup çıkardığı, başına musallat ettiği bir cin olduğunu çözmüştü. Ama yine de kız ona yaklaşıp dokunduğunda korkuya kapılmıştı. Soğuk parmaklarım göğsüne bastırdığında, Verlaine’in kalp atışlarını duyuyordu sanki. Isı, kızın ellerinden Verlaine’in vücuduna geçmiş, göğsünü yakıp kavurmuştu. O anda muazzam bir berraklıkla idrak etmişti Evangeline’in onu öldüreceğini. İşte rüyanın tam bu noktasında soluk soluğa uyanır, üzerine çöreklenen korku, aşk, tutku, çaresizlik ve utanç duygularından kolay kolay sıynlamazdı. Bilinç dünyasına, omuz başında bir kara meleğin beklediğini bilerek adım atardı. Bruno’nun müdahalesi olmasa, Verlaine’in hâlâ bir korku ve tutku çemberinde olması işten bile değildi. Sarsıntıyı hâlâ atlatamayan Verlaine, rüyasındaki kadınla parçalanmış cesedi bağdaştırmaya çalışarak caddeye doğru yürüdü. Ducati 250 motosikleti Monttesuy Sokağı’nda bekliyordu onu. Ni-kelajlı tamponlarını, cilalı deriselesini görmek bile, içinde bulunduğu ana dönmesine yardımcı oldu. Bu Ducati’yi Paris’te geçirdiği ilk ayda satm almış, pas tutmuş yerlerini temizledikten sonra kırmızıya boyamıştı. En sevdiği varlıklarından biriydi ve her bindiğinde içini özgürlükle doldururdu. Motoru sehpasından indirirken, boyada kenarlan tırtıklı bir çizik gördü. Kalayı basıp parmağını çiziğin üzerinde gezdirerek ne kadar derin olduğunu kestirmeye çalıştıysa da, aslında bu çizik ilk değildi, son da olmayacaktı. Geçen yıllarda Ducati’nin aldığı her darbeyi, kendi başından geçenlerle ilişkilendirmeyi huy edinmişti. Sayamayacağı kadar çok kez yaralanmıştı ve Ducati’nin aksine, yaşını belli ediyordu artık. Bir vitrindeki yansımasına bakarak, motosikletin kendisinden daha iyi durumda olduğunu aklının bir köşesine yazdı. Sahil yoluna çıktığısırada başka bir şey dikkatini çekti. Sonraki günlerde Evangeline’i gördüğü anlan tekrar hatırına getirdiğinde, Verlaine daha cesedi görmeden onun varlığını hissettiğini, atmosfer basıncında bir değişiklik olduğunu, sıcak odada soğuk cereyan esmiş gibi bir hareketlenme yaşadığını düşünecekti. Ama o sırada düşünmüyordu. Şöyle bir döndü ve Seine kıyısında dururken gördü onu. Verlaine onu, köşeli omuzlarından, parlak siyah saçlarından tanıdı. Çıkık elmacıkkemiklerini, daha biraz önce ehliyet fotoğrafından bakan yeşil gözlerini hatırladı. Ona gözünü ayırmadan bakmak, gerçekten o olduğundan emin olmak, hayal mahsulü değil etiyle kanıyla gerçek bir varlık olduğunu doğrulamak istiyordu. Verlaine onunla bir saniye göz göze geldi ve o süre içinde algısında paslı bir kilidin nihayet dönüp açılmasına benzer bir değişim oldu usulca. Soluğunu tuttu. Sırtından giren ürperti bütün vücudunu sarstı. Eiffel Kulesi’nin dibindeki parçalanmış ceset bir yabancıya aitti. Ducati’nin sehpasını tekrar açıp Evangeline’ine doğru yürüdü. O yaklaşırken Evangeline karşıdan karşıya geçince, Verlaine hiç duraksamadan herhangi bir hedefini takip eder gibi onun peşine düştü. Arkasında olduğunu, gözlerini dikip baktığını hissedip hissetmediğini bilmiyordu. Peşinde olduğunun farkındaydı ve bir yere doğru götürüyordu ki, arayı ne fazla açıyor, ne de mesafenin kapanmasına izin veriyordu. Ona biraz yaklaşınca, park halindeki bir minibüsün camında serap gibi bulanık, dalgalı, haleli yansımasını bir anlığına yakalayabildi. Görüntü biraz netleşince saçlarının kısa, makyajının koyu olduğunu seçebildi. Önündeki, Paris’te yürüyen binlerce genç kadından herhangi biri de olabilirdi ama bu haliyle Verlaine’i kandıramazdı. Gerçek Evangeline’i biliyordu o. Evangeline hızlandıkça o da adımlarınısıklaştırdı. Sokaklar insan kaynıyordu, bir anda onu gözden kaybedebilirdi. Katıldığı tüm avlarda görevini hatasız yerine getirmişti. Yaratıklan takip etmiş, yakalamış ve derdest etmiş, niye diye sormamıştı. Ama bu takip baştan aşağı farklıydı. Onu yakalamak istiyordu ama bunun için standart prosedürü uygulayamazdı. Daha da kötüsü, tek istediği onunla konuşmak, New York’ta neler olduğunu sormaktı. Bir açıklama peşindeydi. Bu kadarım olsun hak ettiğine inanıyordu. Verlaine, yıllardır ayağından çıkarmadığı kahverengi püsküllü mokasenlerinin tabanının kaydığım hissediyordu her adımda. Onu tekrar kaybetme korkusu bir titreme olarak vücuduna girdi ve tam karnında dertop olup kaldı. Kızın istese kolaylıkla ondan uzaklaşabileceğim biliyordu. Hatta kanatlanıp uçabilirdi bile. Uçtuğuna bizzat tanık olmuştu. Onu son gördüğünde, Evangeline kanatlarını açarak ondan uzaklaşmış, ayı arkasına alarak gökkubbedeki yıldızlatın arasında bir canavar haliyle ufalıp gözden kaybolmuştu. Kimseye anlatmamıştı bunu; New York misyonuna katılan me-lekbilimcilere de, akademideki derslerini değerlendirip ona geçer not veren kadınlara, erkeklere de. Evangeline’in gerçek kimliğinisır olarak saklıyor, suskunluğuyla da kızın aldatmacasına suç ortağı oluyordu. Ona bahşedebileceği tek şey suskunluğuydu ama bu da kendisini herkese ihanet ediyor gibi hissetmesine yol açıyordu. Daha demin olay mahallinde dururken, Bruno ile göz göze gelememişti. Verlaine bu duygudan tiksiniyordu. Onca yıldır bu yaratıkların peşindeydi, kim bilir kaç tanesini yakalamak için canım dişine takıp çırpınmıştı; artık bu ezikliği hissetmemeliydi. Aralarında ne yaşanmış olursa olsun, yıllar geçmişti. Köprünün altından çok su akmıştı. Evangeline’i yakalayacak olursa, tutuklaması da gerekirdi. Onun ne olduğunu, kendisine neler yapabileceğim akimdan bir an çıkarmaması şarttı. Onu yakalarsa, tutuklayacaktı. Kız direnirse, dövüşecekti. Hızlı hareket etmesi, duygularını bir kenara bırakması lazımdı. Evangeline’in herhangi bir melek, bunun da herhangi bir melek avı olduğuna kendim ikna etmesi gerekiyordu. Eiffel Kulesi’nin ışıkları uzakta yeryüzüne düşmüş bir takımyıldız gibi pırıldıyordu. Verlaine koşmaya başladı, titreyen elleriyle silahına uzandı. Kemerinden çıkanp düğmesini açtı. İki yüz volt elektrik veren tabanca, hasmım öldürmeden etkisiz hale getiriyordu. Meleğin lades kemiğine bastırılıp göğüs tahtasına doğru ateşlenmesi durumunda, yaratık saatlerce baygın yatardı. Güç kullanmak istemiyordu ama Evangeline’i bir daha elinden kaçırmaya da niyeti yoktu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir